Yurtiçinden ve dışından değişik üniversitelerde görevli 1100 akademisyen ve araştırmacı, devletin “Kürt halkına karşı gerçekleştirdiği katliamdan vazgeçmesini” isteyen bir çağrı yayımladı. Kürtlere karşı “Kasıtlı ve planlı bir kıyım” ve “Bilinçli sürgün politikası” yürütüldüğünü savunan akademisyenler, çıkış formülü olarak Batılı gözlemcilerin Türkiye’ye gelmesini ve devletin “Kürtlerin siyasi iradesi”yle (PKK’yla) derhal “müzakere masasına” oturmasını öneriyor.
Akademisyenler bir ülkenin aklı olmaya, ilmini üretmeye taliptirler. Yazıp çizdiklerini, söylediklerini dikkate almak icap eder. Hele 1100’ü bir araya gelmişse üzerinde ayrıca durmaya değer. Ancak söz konusu bildiride Güneydoğu’da yaşanan gerçeğe ışık tutacak bir tespit bulunmuyor. “Sokağa çıkma yasakları” ve “vatandaşın ihtiyaçlarını karşılamada yaşadığı sıkıntılar” gibi tespitler yanlış değil elbet; bu sorunların Güneydoğu’da aylardır yaşandığı inkâr edilemez. Fakat bu vurgular, tek başına “Güneydoğu’da neler oluyor” sorusuna yanıt vermiyor.
Türkiye Cumhuriyeti; Sur’da, Nusaybin’de, Silopi’de, Silvan’da, Cizre’de ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla Kürtlere karşı bir katliam mı gerçekleştiriyor? “Devlet başta Kürt halkı olmak üzere bölge halklarına karşı kasıtlı bir kıyım” mı uyguluyor? Bu korkunç katliamı gören vicdanlı, duyarlı 1100 akademisyen ve araştırmacı da bir araya gelerek toplumu, Türkiye’nin Güneydoğusu’nda olup biten hakkında aydınlatmaya mı çalışıyor?
Güneydoğu’da yaşanan olayların bildiride ifade edildiği biçimde bir gerçekliği olsaydı, 1100 akademisyenin toplanmasına hiç gerek kalmaz, aralarından biri bile gerçekleştiği iddia edilen katliamı kısık sesle dillendirse, batısıyla doğusuyla bütün ülke ayağa kalkar, kamuoyunda beklenen duyarlılık kendisini gösterirdi.
Güneydoğu’da yaşanan çatışmaların boyutunu küçümsemek, hafife almak elbette kimsenin hakkı değil. Yüzlerce güvenlik görevlisiyle birlikte onlarca sivilin hayatını kaybettiği ve 100 binden fazla insanın göç etmek zorunda kaldığı ciddi bir çatışmanın varlığı söz konusu. Bu akademisyenlerin sorumluluğu, Güneydoğu’da olup biteni doğru tespit etmek ve yapıcı önerilerle gündeme getirmekken, maalesef gerçeklerin canına okuyacak biçimde terörün yol açtığı yıkımları gizlemeye ve sorumluluğu tümden devlete yükleyerek PKK gibi korkunç terör mekanizmasını meşrulaştırmak oldu.
Devleti savunmak bu ülkede hep zor olmuştur. Çünkü geçmişin kötü hatıraları, ceberut devlet geleneği, aydınları haklı olarak “devlet”e mesafeli durmaya yöneltmiştir. Fakat “düşünce namusu” denen değere hepimiz kadar akademisyenlerin de bağlı kalması gerektiği unutulmamalı. Bırakınız akademisyen vasfına haiz olanları, hiçbir insan gerçeği işine geldiği gibi eğip bükme ayrıcalığına ve hakkına sahip değildir.
Devleti eleştirmek, hatta suçlamak akademinin şanından olabilir; bunda bir beis yok. Ne var ki karşı karşıya olduğumuz durum bunun çok ötesinde; “Devletin Kürt halkına karşı yürüttüğü katliamdan, kasıtlı kıyımdan vazgeçmesini” isteyen 1100 akademisyen, burada yer çekiminden tümden kurtulmuş halde, kaleme aldıkları bildiride gerçeği baş aşağı oturtmaya çalışıyor.
İlçe ve mahallelerde mevziler kazan, özyönetim ilan eden, vatandaşları rehin alan; yollara ve sokak aralarına bombalar döşeyen; roket atarlarla sağa sola saldıran, suikast silahlarıyla asayişi sağlamakla görevli insanları öldüren ve ülkenin bir kısmında zorba bir otorite kurmaya çalışan, çözüm süreci denen hadiseyi pek çoğumuzu yanıltarak bir iç savaş hazırlığı sürecine dönüştüren PKK’ya karşı devlet tepki vermemeli mi? Bu da bir düşünce, bir öneri olabilir. Gerçeği inkâr etmeden herkes istediği görüşü savunabilir. Ancak asker, polis, sivil, yaşlı, çocuk demeden yüzlerce can alan kanlı bir terör şebekesi gerçeğini görmezden gelmeye kimsenin hakkı yok. Masumca öldürülen her bir insanın ölümüne neden olanlara karşı mücadeleye girişmek bir devletin hem rasyonel tavrıdır hem de vicdanî sorumluluğudur.
Kürtlere karşı bir katliam yürütülüyorsa bunu uygulayan PKK, engellemeye çalışan ise devlettir. Bunu anlamak istemiyor ve görmüyorsanız PKK vurmasın diye kaçarken kamyonlara saklanan Kürtlerin, kendilerini kartonların altına sakladığı fotoğraflara bakmanız kâfi. Gerçi görene bütün bunlar, köre ne?!