İspanyolca karşılığıyla “Somos todos americanos” ABD Başkanı Barack Obama’nın geçen yılın 17 Aralık Çarşamba günü Oval Ofis’ten duyurduğu Kuba’ya açılım politikasının anahtar sözcüğü olarak dünya medyasının manşetlerine çıkmıştı.
Obama o günkü konuşmasında, “50 yılı aşkın bir süre aynı politikayı sürdürerek değişik bir sonuca varmanın mümkün olmadığını” vurguluyor ve Tropikal Soğuk Savaş’ın dondurmuş olduğu ikili ilişkilerin canlandırılmasına yönelik bir dizi adımın atılacağı işaretini veriyordu. Kuba lideri Raúl Castro ile telefon görüşmesinin ardından yaptığı bu açıklamayla, ilk aşamada iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin yeniden tesisi ve yerleşik büyükelçiliklerin açılması gündeme geliyordu. Ardından Washington’un Kuba’yı teröre destek veren ülkeler listesinden çıkarması ve Castro rejiminin yıkılması amacıyla konulan ama bugüne kadar Küba halkının yoksulluk içinde yaşamasından başka sonuç vermeyen ekonomik ambargoyu kaldırmasına sıra gelecekti. Kubalıların beklentisi doğal olarak buydu ve Raúl Castro da Obama’dan bu yönde adım atmasını talep etmişti.
Soğuk Savaş’ın Berlin duvarının yıkılmasının ardından çeyrek yüzyıl geçmiş olmasına karşın Latin Amerika’da hâlâ devam ediyor olması mantıklı görünmüyor belki ama ABD Başkanları için bu adımı atmak sanıldığı kadar kolay değildi. Rejim karşıtı Kuba kökenli Amerikalıların ambargonun sürdürülmesi yönündeki güçlü lobi faaliyetleri bu yönde karar alınmasını bugüne kadar engellemişti. Obama’nın 2008’den beri bekleyip ancak açıklayabildiği Kuba’ya açılım politikasına karşın ambargonun kaldırılması Kongre’den kolay geçmeyecek kuşkusuz.
Tarihi Panama Zirvesi
Obama’nın açılım politikasının ilk somut sonucu Kuba’nın ilki 1994’te yapılan Amerikalar Zirvesi’ne katılması için ilk defa yapılan davete icabet etmesi oldu. Latin Amerika ülkeleri aslında Küba’nın 1962’de ayrılmak zorunda kaldığı Amerika Devletleri Örgütü’ne (OEA) yeniden üye alındığı 2009’dan bu yana düzenlenen zirve ve toplantılara katılmasını hep bir ağızdan savunuyordu. Böylece Amerikalar Zirvesi tarihinde ilk kez Panama’da Yeni Kıta’nın bütün üyelerini (35) bir araya getiren kapsayıcı bir nitelik kazandı.
Kabul etmek gerekir ki Zirve’ye damgasını vuran da Başkan Obama’nın Kuba lideri Castro ile önce tokalaşması, ardından baş başa görüşmesi oldu. İki ülkenin liderleri arasında benzeri bir tablo, dile kolay, bundan 59 yıl önce yine Panama’da Dwight Eisenhower ile Fulgencio Batista arasında gerçekleşmişti. Ardından Castro devrimi, sürgündeki Kubalıların başarısız darbe girişimi, misil krizi gelmiş; bunu yarım yüz yıl süren düşmanlık dönemi izlemişti.
Bütün dünyanın odaklandığı Obama-Castro görüşmesi basına kapalı oldu aslında. İki lider baş başa görüşmenin ardından kameralar önüne çıktı. Söze ilk başlayan Obama oldu ve ABD’nin 50 yıllık Kuba politikasında değişiklik yapma ihtiyacını hissettiğini söyledi ve ekledi: “Bugün burada Başkan Castro ile birlikte oturuyor olmamız tarihi bir olaydır.”
Washington’un Kuba politikasındaki bu değişikliğin Obama’ya göre bir evveli, bir de sonrası olacak. Obama yönetimi geçmişteki sorunların doğrudan temasların arttırılmasıyla aşılacağına inanıyor. Bu, iki ülkenin farklı siyasi yaklaşımlarını bir çırpıda bir tarafa bırakacağı anlamına gelmiyor elbette. Obama konuşmasında bu hususu vurgulamayı ihmal etmedi. Washington’un “demokrasi ve insan hakları” konusundaki eleştirilerini, Castro’nun da Zirve konuşmasından anlaşıldığı kadarıyla “Amerikan politikasıyla ilgili kaygılarını” dile getirmeyi sürdüreceğini belirtti. Birbirine saygı içinde fikir ayrılığında olmanın ve “sayfayı çevirmek” için zamanın ittifakına sığınmanın mümkün olduğunu dile getirdi. Ardından Castro’nun açık fikirliliğine ve nezaketine övgüde bulundu; politikasının özünde Kubalıların refaha ulaşmasının yattığını vurguladı.
2006’da Devlet Başkanı olan Raúl Castro da, “ABD ile Kuba arasında ötekinin fikrine saygı gösterilmesi çerçevesinde her şeyin tartışılabileceğini” söyledi. Ama hayal kurulmaması gerektiğini çünkü iki ülkenin farklılıklarının çok, tarihlerinin de karmaşık olduğunu hatırlattı. Castro ikili toplantıların sıkılaştırılması, büyükelçiliklerin açılması ve karşılıklı ziyaretler yoluyla iki ülkenin birbirine yakınlaşmasının sağlanacağını söyledi ve ekledi: “Bugün yaşanan bir anlaşmazlık belki yarın bir anlaşmaya dönüşür.”
İki liderin kameralar önünde dile getirdikleri görüşlerden hareketle Washington’un “Hepimiz Amerikalıyız” düsturuyla başlayan açılımının “farklılıklar içinde yakınlaşma” anlamına geldiğine kuşku yok. Zirve’de yaptığı uzun konuşmada ikili ilişkilerin tarihini özetleyen Raúl Castro da, dünle bugünü ve bugünle yarını birbirinden ayırmış, Obama’nın geçmiş dönemdeki olumsuzluklardan sorumlu olmadığını vurgulamıştı. “Dürüst adam” olarak nitelediği ABD Başkanı’na, ambargonun kaldırılması ve Kuba’nın teröre destek olan ülkeler listesinden çıkarılması için Kongre nezdindeki girişiminden ötürü teşekkür etmeyi de ihmal etmemişti.
Kuba açılımının diğer ülkelerle ilişkilere etkisi
Kabul etmek gerekir ki Barack Obama’nın Yeni Kıta’nın büyük çoğunluğu İspanyolca konuşan ülkelerine Kuba üzerinden verdiği “Somos todos Americanos” mesajı ideolojik olanlar dâhil tüm farklılıkların ABD ile yakın ilişkiler kurmak için engel oluşturmadığı hususunu içeriyor. Bu mesajı alan ve olumlu karşılayan sol yönetimlerin iktidarda olduğu Latin Amerika ülkelerinin başında da Kuba’nın büyük müttefiki Venezuela geliyor doğal olarak.
Devlet Başkanı Nicolás Maduro, daha Panama’ya hareket etmeden önce ülkesinin ABD ile ilişkileri ne kadar sorunlu olursa olsun, Washington’un Castro rejimine açılımıyla başlayan dönemi “ilişkilerde yeni bir dönem” olarak niteleyiverdi. Ardından “dönemin emperyalizm değil barış dönemi olduğunu” vurgulayan Maduro, “Bir kavgamız var, fikirler mücadelesi veriyoruz ama yapıcı olmak, tarih yazmak istiyoruz” diye konuştu.
Aslında Maduro’nun kulağa hoş gelen bu açıklamalarının alt yapısını hazırlayanın da Obama yönetimi olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Zirve’den iki gün önce Amerikan Dışişleri müsteşarlarından Thomas Shannon Caracas’ta Başkan Maduro ile bir araya gelirken, Başkan Obama “Venezuela’nın ABD için bir tehdit oluşturduğuna inanmadığını” açıklıyor ve şunu ekliyordu: “ABD de Venezuela için bir tehdit değil.” Aynı gün Shannon ile bir araya geldiğini kamuoyuna açıklayan Nicolás Maduro, “ilişkilerde yeni döneme hazır olduklarını” belirtiyor, “biz ABD’ye değil, emperyalizme karşıyız” diye konuşuyordu.
Venezuela Devlet Başkanı, Zirve’de yaptığı konuşmada, Obama’nın Bush olmadığını dile getirmekle birlikte Washington’un ülkesine yönelik komplolarından söz etmeyi ihmal etmedi. Obama’ya saygı duyduğunu ama güvenmediğini de söyledi. Bunun nedeni ABD’nin rejimin ileri gelen 7 yöneticisine yönelik ambargo kararıydı elbette. Obama yönetimi Maduro’nun bu konuda Zirve’yi ABD’ye karşı platform olarak kullanmasından ve Kuba’ya açılımın olumlu etkisini gölgelemesinden çekiniyordu. Shannon’un Caracas’a yollanması ve Obama’nın ılımlı mesajlarının amacı bir yerde Maduro’yu yatıştırmaktı.
Aslında Venezuela Devlet Başkanı da, Zirve’deki konuşmasının sonunda, Barack Obama ile ikili ilişkiler konusunda ne zaman isterse görüşmeye hazır olduğunu açıkladı. Obama o sırada Washington’a dönmek üzere toplantı salonundan çıkmıştı ama Maduro ile ayaküstü görüşme imkânı buldu. Beyaz Ev sözcüsü Katherine Vargas’ın basına yaptığı açıklamaya göre, Obama görüşmede, Maduro’ya Washington’un Venezuela’yı tehdit gibi amacı olmadığını, aksine demokrasiye ve ülkenin istikrar ve refahına destek verdiğini yineledi.
Kabul etmek gerekir ki Obama’nın Maduro’ya ilettiği bildirilen bu mesajı Kuba açılımının ruhuna uygun düşüyor. ABD-Latin Amerika ilişkilerinde yeni dönemin özelliği farklılıklara karşın yakınlaşma ve işbirliği olduğuna göre, Monroe doktrini en azından eski şekliyle artık yürürlükten kalkmış bulunuyor. Gerçi ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, bu mesajı Aralık 2013’te vermişti ama ilk uygulamayı görmek için Panama Zirvesi’ni beklemek gerekiyordu demek ki.