Yaşar Kemal "eşkıyalığın felsefesini" yaptı. İnce Memed'in yazarı, romanı yazma nedenini eşkiya olan ve dağda vurulan amcasının oğlunun vurulması olarak beyan etmişti. Ayrıca çocukluğunun eşkıyalığın içinde geçtiğini, dayısının "en büyük" eşkiyalardan biri olduğunu” da açıkça ifade etmişti.
Belki de Yaşar Kemal’i büyük kılan, hayatı çok canlı ve doğal resmedişiydi. Zira yaşamın içinden doğan felsefeler dokunur insanoğluna. Çünkü düşünce ve edebiyat, olmakta olan ile özlenen yaşam arasındaki gerilimden doğrulur ve devşirilir. Usta yazar babasının “beş yaşındayken, camide öldürülüşüne de tanık olmuştu…Bu metafor bile çok şeyler söyler bizlere..Herşeyden önce, bir çocuğun dramını, babasının katledilişiine tanık olmasını söyler…Dahası camide bu hunhar olayın gerçekleşmesini ısrarla ve amansız bir haykırışla çınlatır kulaklarımızda. İşte bu çınlama sesleri bize sanat ve edebiyat olarak süzülmüştür. Ancak acı vardır burada, arabeske tutkumuz belki de buradan gelmektedir…
İnce Memed, ağaların eşkıyasıydı. Öyle ya, eşkıyalığın da sınıfı ve statüsü vardı. Öyleyse bu kültürün kodlarını iyi tahlil etmek gerekir. Sıl gerilim, eşkiyalık olgusunu, modern devlet içinde nasıl konumlandırabiliriz? Başka deyişle, bu yapı içinde, modern devlet olgusunu nasıl anlayacağız? Çünkü devlet, hem şiddetin kaynağı hem de insanların birbirini yok etmesinin önüne geçen bir mekanizma…
Malum, Makyevelli devletin herşeye rağmen daha iyi olduğunu söylemişti. Hiç değilse, devlet sayesinde, insanlar birbirini yemezlerdi, Ancak devletin manipülasyonlu tahribatlarına ne diyeceğiz? Bir de devletin içindeki devlet söz konusu olunca… Dahası devletin elinin bağlı olduğu dış devletler de akıllara gelince, iş iyice çetrefil hal almaktadır.
Kastımızı daha iyi anlamak için bir örnek üzerinden ilerleyebiliriz. Mesela Madımak olayı öyle bir lanse edildi ki, “muhafazakarlar diri diri adam öldürdü, düşüncesi yayıldı durdu”. Acaba işin aslı neydi? Belki de eşkıya, resmi kimlik giymişti. Ancak içindeki heyula aynı cellattı… Kim bilir. Tetikçileri günah keçisinden seçmek en akıllı formül olabilir di? Nitekim, öylede omuştu…
Bu olayın en önemli tanıklarından biri olan Arif Sağ, olayın faili devlet olsa da, faturanın kendilerine bir alevi olarak nasıl kesildiğini çok açık yazdı:
Muhalif Bağlama kitabında Arif Sağ, Sivas olaylarının bir tezgah olduğunu söylemekten çekinmedi. Sağ, “devlet irticayı olduğundan büyük göstermek için Madımak’ı yaktırdı. Biz Alevileri de kullandı” diyor. Sağ’ın “devlet”ten kastı “derin devlet” olmalı, ancak derin olmayanın da ne kadar şiddeti önlediği tartışılır bir konudur…
Eğitim kurumlarından askeriyeye varıncaya kadar pek çok yapılanma sanki şiddeti masumlaştırma sahnelerinden başka bir şey değildir. Hannah Arendt, “modern devlet, şiddetin baş aktörüdür” derken, tam da söylemek istediğimize işaret etmektedir. Zira devletin pek çok organı işbirlikçi olunca, şiddeti manipüle etmek zor olmayacaktır. Tıpkı Sivas’da Madımak olayında olduğu gibi…
İşte bu noktadan bakınca o zaman işin asıl görünüyor. Önce Pir Sultan’ın köyünde yapılan şenliğin neden şehir merkezine alındığı, Aziz Nesin’in hiç Alevilikle alakası yokken neden oraya davet edildiği, olay sırasında neden şehirde görevli pek çok sağlık çalışanının farklı yerlerde oldukları, neden orada bulunan askere müdahale emri verilmediği, neden polis kuvvetinin müdahalede bulunmadığı, Cuma namazı sırasında neden davul çalınarak gerilime zirve yaptırıldığı daha iyi anlaşılıyor.
Eskilere gitmeden yakın zamanda basına düşen bir başka bilgi ise konuyu daha çok teyit eder mahiyettedir. Özel harpçi bir üsteğmenin itirafları, pekçok şey söylemektedir: Madımak olaylarına katılan asker, 25 kişilik timin başında olduğunu, görüntü almak, kişileri tespit etmek ve iletişim sağlamakla görevlendirildiğini söylüyor. Bu haberde olası spekülasyonları hesaba katsak bile devlet; devletin içindeki derin devlet ve devletle kimi zaman ortak kimi zaman çatışan kukla devletimsiler birinci fail konumundadır.
1978 yılında yine benzer örtülü Maraş olaylarında şehir yangın yerine dönmüş vali ise askere emir verme yetkisi olmadığı mazeretiyle müdahale etmemişti. Sonradan bu tip bir facia bir daha yaşanmasın diye mülki idarecilere bu yetkide verilmiş ancak Sivas’ta aynı olaylar bir kez daha yaşanmıştı.
Şimdilerde de terör adı altında, neden kan döküldüğü konusunda açık bilgimiz olmayan karanlık bir çark dönmektedir. Devletin derinini mi yoksa, resmi olanı mı sorgulanmalı bilinmez. Çünkü bu hikaye çok gerilere gider. Bu sorunu çözemeyen devlet de kendinde şüphe uyandırmaktadır… Acaba devletin hangi boyutu işin içinde…
Konuyu kolaycılıkla dış güçlere bağlamak pek akıllıca değildir. Zira akıllı güçler, akılsız kuklaları kullanıyorsa, sorun dışarda değil, yeterince aklı kullanıyor olmadığımız için bizdedir. Dahası kodlarımızda mevcut olan, eşkiyalık sanki rota değiştirmişe benzemektedir. Hatta kendine daha meşru bir yol bulmuş da diyebiliriz. Çünkü gözünü kırpmadan karşısındakini öldürmek kolay olmamamlı. Olsa olsa, kültürel kodlarda ve genetik haritada dolaşıp duran bir virüs olmalı.. Bunca kadın ölürken, onca kişiyi teröre kurban verirken, dahası binlerce kişiyi trafikte kaybederken, ölüm normalleştiyse durup düşünmemiz gerekir. Gerçi düşünürek nereye varılacağı, hele de bu puslu havada açık değildir.
Hannah Arendt’ın dediği gibi, açık olan birşey varsa, “şiddetle bir yere varamayız. Zira "şiddetle değişen bir dünya ancak daha fazla şiddetin var olduğu bir dünya olur." Adalet buharlaştıkça, sanki şiddet kur atlamaktadır. Ancak sonuçta savaşın kazananı olmayacaktır. Taraflar sadece birbirini korkutmakta, izleyiciler de buna tanık olmaktadır. Hayat bir sinama sahnesi olsa, daha radikal kırılmalar için sınıra ulaşmak gerekir ve bu asal gerilim ruha ve göze iyi gelir. Bu esnada, izleyenler bilir ki, “düşmanın neden koktuğunu anlamak için, ne ile korkuttuklarına bakılır ve heyecanla final beklenir”. Ne de olsa konu zihinde işlemektedir ve bir kurgudur nihayetinde. Ancak bu gerilim hayatın göbeğinde işliyorsa, bundan herkes kaybeder, zulmü sevenler dışında.