Hayatların uluorta yaşanmadığı, herkesin ‘’Benim hayatım bu, bugün bunu yaptım, şuraya gittim, şununla oldum’’ diye kendini ifşa etmediği zamanlarda gazeteci olmak zordu. Polis muhabirleri ise o gazetecilerin zencileri olduğu için daha da zordu.
Uzak ya da yakın tanıdıklarla tesadüfen karşılaşınca bir sokakta, kahvede, çarşıda muhabbetin “Aa şuraya gitmişsin, şunu yapmışsın. Ne güzel fotoğraf o, Face’e fotoğrafını koyduğun yemeğin tarifini de yazsan ben de yapayım’’la başlayan ayaküstü sohbetlerin giderek sıradanlaşması tuhafımıza gitmiyor artık. Herkesin birbirine dokunmadan uzak yaşadığı, ama birbirinin hayatındaki her şeyi bildiği, teknolojik canavarlara dönüşmeden önceki yıllarda vesikalık, sadece resmi dairede kullanmak için çekilen bir fotoğraf değildi. O vesikalıktan bir tanesi büyütülür, evdeki hiyerarşiyi belirlerdi. Evin reisi duvara, seninki aynanın kenarına…
Gazetecilik mesleğine 80’li yılların ortalarında Bulvar Gazetesi’nde Taksim İlk Yardım Hastanesi gece muhabiri olarak başladım. Gazete, cinayet haberlerini büyük veren, ne kadar kanlı olursa o kadar iyi diyerek manşete çeken bir gazeteydi. Çalışmaya başladığımın ikinci gecesi bir bar kavgasında yaralanalar geldi hastaneye, fotoğraflarını çektim. İçlerinden biri ameliyatta öldü… Sabah otobüse binip gazeteye gittim. Haberi yazdım, filmler banyodan çıktı aydıngere yapıştırıp şefe uzattım. Şef haberi okudu, sonra hafifçe başını kaldırdı yüzüme bakmadan “Nerde bunun vesikalık resmi” dedi. Anlamamıştım. Şefe bön bön bakarken kesin talimat geldi: “Bu haber eksik, ölenin sağlık resmi yok. Bul, çek gel…”
Eve gitmeden tekrar yola koyuldum. Vesikalık nerden bulunur bilmeden, hastanenin yolunu tuttum. Sonradan iyi bir dost olacağım, hastane polisinde çalışan bekçi Topçu abiye yalvaran gözlerle bakarak ölenin vesikalık fotoğrafı olup olmadığını sordum. Topçu abi çekmeceden ölen gencin nüfus cüzdanını çıkarıp, önüme koydu. Fotoğrafı çekip tekrar gazeteye geldim. Filmin yıkanmasını bekledim. Şefe uzattım. Gülerek, “Hah, şimdi haber tamam oldu” diyerek yazıişlerine yöneldi. O gün anladım vesikalığın ne demek olduğunu…
Şairin, “Bir yangın ormanında püskürmüş genç fidanlardı / Güneşten ışık yontarlardı, sert adamlardı” dediği zamanlardan geçerken giderek ustalaştım sağlık resmi bulma işinde… Vesikalık bulmayı aşmış, ölenin daha önceki zamanlarda çekilmiş fotoğraflarının peşine düşüyorduk. Bunu yapmak için de genelde kendimizi ‘polis’ olarak tanıtıyorduk ölenlerin yakınlarına. Eğer bir olay mahalline ilk giden bizsek, fotoğrafı aldıktan sonra -ki evde ne kadar fotoğraf varsa almak racondandı- uyarıyorduk yakınlarını: “Gazeteciler gelip polisiz diye fotoğraf isterler, sakın vermeyin!” Bazen baltayı taşa vurduğumuz, sahtecilikten gözaltına alındığımız da oldu. Buna meslek kazası der, geçerdik…
Hiç unutmam. Bir keresinde Kulaksız’da bir cinayet işlenmişti. Günaydın Gazetesi’nden bir arkadaşla olay yerine gittik. Cinayet yerine polisler gelmiş, nöbetçi savcı “Sabah gelip, bakarım” deyince kapıyı mühürleyip gitmişlerdi. İki katlı evin balkon kapısı açıktı. Balkon demirlerinden tırmanıp, eve girdik… Kavga çıkmıştı belli, masa devrilmiş, salonda kırık tabak ve bardaklar, orta yaşlı bir adam boylu boyunca yatıyordu. Göğsünde bir bıçakla. Işıkları yakmadan el feneri yardımıyla yerde yatan adamı ve olay yerini çektik… Arkadaşım diğer odalarda sağlık fotoğrafı bakarken, ben de salonda bulunan çek yatın konsolunda fotoğraf arıyordum… Birden ya da bana öyle geldi. Feneri yerde yatan adama tuttum, hırladığını hissettim, gözleri açılmıştı… “Eşhedüüüü…” dedim, kanım çekildi o an.
Arkadaşıma ‘’Zafer’’ diye bağırdım. Zafer, koşturdu “Ne oldu, yakalandık mı” diye sordu. “Yok, adam canlandı” deyince Zafer, feneri adama tuttu. “Manyak mısın oğlum, ne canlanması” derken, oradan kanım çekilmiş bir şekilde aşağıya indik. Bugün bile emin değilim nefes alıp almadığından…
90’lı yılların başında Sabah Gazetesi’nin Kadıköy Büro Şefliği yapıyordum. Büroda yeni başlayan genç gazetecilere bana ilk şefimin yaptığını yapıyor, haber eksikse tam olarak toplayıncaya kadar onları koşturuyordum. Bu eksiklikte olay cinayetse, sağlık fotoğrafını bulmak önemli bir yer kaplıyordu haliyle…
Gecelerden bir gece, Bağdat Caddesi’nde bir cinayet işlendi. Motor kullanan zengin çocuklarının karıştığı kavgada taraflardan biri silahıyla 20 yaşındaki bir genci öldürdü. Cinayetin nedeni ise genç bir kızdı. Bağdat Caddesi’nde kapıcılık yapan bir babanın kızı, iki zengin delikanlının arasında kalmış, sonu cinayetle biten bir aşk üçgeninin kahramanı olmuştu. Ertesi gün bütün büro bu işe seferber oldu. Kızla cinayeti işleyen erkeği cinayet büro gözaltına almış, asayiş şubesine götürmüştü…
Haberde bir eksik vardı. Tanıklarca çok güzel olduğu söylenen kızın fotoğrafı yoktu, bütün gün ulaşamadık o fotoğrafa. Haber müdürümüz Ahmet Vardar telsizden her üç dakikada bir anons ediyor, “Nerde kaldı bu kızın fotoğrafı” diye bağırıyordu. Muhabirler kızın evine uğramış, kapıyı kimse açmamıştı. Yıllar sonra bir iş dönüşü kazada hayatını kaybeden beraber çalıştığım arkadaşım Ahmet’e “Hadi kalk kızın evine gidiyoruz” dedim. Yanıma kapıyı kırmak için bir tornavida ve çekiç aldım. Bağdat Caddesi’nde bir apartmanın bodrum katındaki ışıksız kapıcı dairesine geldik. Zili birkaç kez çaldık açan olmadı. Kapıya kulağımızı dayadık, içerden çıt çıkmıyordu. Kapı, kasaya iliştirilmiş basit bir kapıydı. Tekmeyi vurmamla kapının açılıp içeri girmem bir oldu. Kafamı kaldırdım. Çekyatın üzerine oturmuş bir kadın ve ona sıkı sıkı sarılmış iki çocuk gördüm. Kadın, korku dolu gözlerle bana bakıyordu, çocuklar nefes bile almadan titriyorlardı. Donakaldım öylece, zaman durdu benim için. Ahmet kolumdan çekip, dışarı çıkardı beni… Ve işte o an benim bittiğim andı. Bir daha asla gazeteci kimliğimin dışında başka bir kimlikle hiçbir olay mahalline gitmedim.
Ne zaman gazetelerde bir cinayetin geçmişte çekilen fotoğrafını görürsem o an yeniden canlanır gözümde. Utanırım…
*Bu yazım Ekim sayısıyla yayın hayatına başlayan Cins dergisinde yayımlandı. Aylık Kültür Dergisi Cins’in edebiyat, kültür dünyasına katkıda bulunarak uzun soluklu olmasını diliyorum.
Kısa not.
Ankara, bomba, ölüm ve içimizdeki katil…
Cumartesi günü Ankara’da yaşanan katliamla ilgili ne söylersem söyleyeyim içimdeki acıyı anlatacağını sanmıyorum. Öfkeyi de… Bombanın patlamasıyla birlikte acının da önüne geçen olaylar yaşandı. Tam da bombayı oraya gönderenlerin istediği gibi… Herkes ‘içindeki katili’ ortaya dökerek, bu alçakça saldırıyı gerçekleştiren katilleri adeta ‘masum’ hale getirdi. Başka kendim olmak üzere herkesin kendine şu soruyu sorması gerekir: “ Terörün esir aldığı, onun istediği doğrultuda kapı komşumuzdan bile nefret eder hale gelen insanlar olarak mı yaşayacağız, ya da kök saldığımız bu topraklarda ortak barışı mı inşa edeceğiz.” Bir adım geriye çekilip öncelikle kendimize bakma zamanı çoktan geldi. Bir süre susmalı belki de. Bu dünyada aldığımız zaten ‘bir nefes’ o nefesi derin çekip susmalı ve kendimizi dinlemeliyiz…