İspanya’da Madrid saldırısının ETA’ya silah bıraktırdığı söylenir.
El Kaide saldırısıyla bunun ne alakası var, diyebilirsiniz. Ama siyasetin dünyası ilk bakışta göründüğünden çok daha karmaşıktır.
Elbette İspanya’da şiddetin tasfiyesine giden uzun bir yol var. Ama tarihi bir bilinç kırılmasındaki hızlandırıcı etkisi bakımından bir ölçüde doğru olabilir bu yorum.
Siyasetin sınavı
İspanya’da Madrid saldırılarının doğurduğu şiddete karşı duyulan kolektif öfkenin dönüştürücü etkisine benzer biçimde, bizde de bu trajediyi dönüştürecek bir yakınlaşma mümkündü.
Çünkü her siyasi hadise gibi, onun etkisi de okunma biçiminden ve yorumundan bağımsız değildi ve tıpkı bir felaketin ardından birbirlerine daha çok bağlanan ailelerin durumuna benzer bir etki ortaya çıkabilirdi.
Aslında bu defa Demirtaş dışında bütün liderlerin geçmişteki tutumlarıyla kıyaslandığında epeyce sorumluluk duygusuyla davranmış olmaları bakımından siyasetin çok da kötü sınav vermediği söylenebilirdi. Bazı yerlerde acılı insanlara anlayışsız veya faturayı başka bir toplum kesimine çıkaranlar oldu, ama genel tutum bu olmadı.
Ama daha ilk andan itibaren Demirtaş’ın daha o toz duman içinde devleti veya daha somut olarak hükümeti bu katliamın faili ilan etmesiyle başlayan tartışma da böyle bir duygudaşlığın yeşereceği zemini baştan kuruttu. Dolayısıyla sonrasındaki “bari acılarda birleşebilseydik” yakınmasının, cumhurbaşkanı ve başbakandan gelebilecek taziye telefonlarını bile baştan reddedip onları peşinen “katil” gören birinden gelmesi bakımından inandırıcılığı yoktu.
Bu konuda HDP’den en anlamlı ve siyasi olanı aşarak sahici bir duygudaşlığa kapı aralayabilecek mesaj Leyla Zana’dan geldi. Ama HDP adına Demirtaş partinin yorumunu çoktan belirlemişti.
“Katil devlet” ≠ “devlet katil”
Demirtaş’ın başlangıçta ifade ettiği, doğrudan bir sorumluluktu. Sonrasında bu tür açıklamalarını tevil etmek için Arat Dink’in “devlet katil değil, seri katil” sözüne atıfla sanki genel bir sorumluluktan bahsediyormuş gibi yapmayı tercih etti. Daha doğrusu birçok kez ikisini birlikte yaptı; ikisini birbirine katarak, ilk açıklamasının yanlışlığını başka bir anlamda doğru bir argümanla örtmeyi denedi.
Hükümetin peşinen katil ilan edilmesine itiraz edenlerle “devlet katil” söylemleri birbirine karıştı; kavramsal nüanslara hakim olamayacak bireyler açısından normaldi bu. Ama bilebilecek bazı insanlar da karıştırmayı tercih ettiler veya içinde bulundukları ruh hali, sahiden karıştırmalarına sebep oldu.
Genel olarak karıştırılanlar şunlardı:
1. Devletin katil olduğunu, bu anlamda sicilinin bozuk olduğunu söylemek, bu somut olayda onun veya hükümetin fail olduğunu göstermez. Bu anlaşılmadığı veya anlaşılmamış gibi yapıldığı için, daha önce devlete “katil” diyenlere, bugün neden Demirtaş’a itiraz ettikleri soruldu. Hrant Dink cinayetinde devlete katil diyenlerin, Demirtaş’a itiraz etmeleri onların tutarsızlığına verildi. Yaşanan bir mantık atlamasıydı. Tıpkı PKK’ya atfedilen spesifik bir cinayet iddiasına itiraz edip “katil PKK demek doğru değil” diyen birinin, aynı anda PKK’yı “katil bir örgüt” olarak görmesinin zorunlu olarak birbiriyle çelişmediği gibi. “Oya hırsız” demenin bir şey çalındığında “hırsız Oya” demeyi gerektirmediği gibi… (Neler anlatmak zorunda kalıyoruz, ama bazen gerekiyor.)
2. Olayın niteliği ne olursa olsun, Ankara katliamında devletin, anayasal olarak taahhüt edilen vatandaşını koruma ödevini yerine getiremediği için sorumlu tutulması meşrudur ama bu cinayet işledi demek değildir. Çünkü New York, Madrid veya Paris saldırılarında da görüldüğü üzere, bazen güvenlik meselesini fazlasıyla abartan devletler bile bu tür saldırılardan mutlak bağışık değildir. Kaldı ki, bu çapta bir saldırı, eğer büyük devletlerin istihbarat örgütleri tarafından yapılmışsa, tetikçiler, hatta örgüt bulunsa bile onların taşeronluğunu yapanlar ve asıl özneler bulunamayabilir ve genellikle de profesyonel biçimde yapılan bu tür eylemlerin izini sürmek kolay değildir.
3. Ancak bütün bunlar, siyasi sorumluluğa ve istifa müessesesini çalıştırmaya engel değildir ve istifa talepleri meşrudur. Hukuktaki “kusursuz sorumluluk” benzeri bir sorumluluk siyasette de vardır ve böyle bir olayda ilgili bakanların, emniyet müdürlerinin ve diğer görevlilerin kabahatleri olmasa bile görevden alınmaları meşrudur. Bu talebin üst üste seçim kazanıp, şu kadar oy almazsam istifa ederim deyip etmeyen iki muhalefet liderinden gelmesi, bu yargının geçerliliğini ortadan kaldırmaz. Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın argümanı makul bir kıyası ifade etmiyor. Bir liderin sözünü tutup tutmaması o partinin seçmeninin sorundur ve bunu ona fatura edip etmemesi kendilerini ilgilendirir.
Ülke tarihinin en karanlık ve en trajik hadiselerinden birinde, şu ana kadar, bunları tartışarak zaman harcamak zorunda kaldık ne yazık ki.
Zayıf karnımız…
Ankara Katliamı, sadece yaklaşan seçimleri hedeflemenin ötesinde, yeni bir karanlık dönemin yollarını döşemenin ihtiyaç duyduğu dehşeti de ifade ediyor olabilir. Tıpkı yakın tarihimizdeki başka bazı felaketler gibi.
İşin kötüsü, böylesine büyük çaptaki karanlık bir olayda, ana fail kim olursa olsun, bu uğursuz tezgahın amacına ulaşabilecek bir siyasi kültür, atmosfer ve siyaset biçiminin egemen olduğu bir ülkede yaşıyor oluşumuz.
Eğer amaç fay hatlarını harekete geçirmekse, bu tezgahı kim kurmuşsa, burada zengin bir damar olduğunu ve bir “maden” çıkarabileceğini anlamış olmalı. Tıpkı sporda rakibinin zayıf karnını bulup “oraya çalışanların” yaptığı gibi.
Bir kez daha gördük ki, siyasi kavgayı erteleyip acının önünde beraberce eğilmeyi mümkün kılan bir ahlak ve siyasi kültür yeterince güçlü değil bizde.
Bu da zayıf karnımız olarak bizi kırılgan yapıyor ve müdahaleye açık hale getiriyor.