İhsan’ı kıskanınca [3 Şubat 2014] Akademik çalışmalarım (ve İngilizce olanlar) dahil, bazı değişik ve daha uzun yazılarımı da Serbestiyet’te toplamak istiyor, ama editörlerimiz bunun gerektirdiği ayrı mekânı yarattığı halde bir türlü fırsat bulamıyordum.Bana son hamleyi yaptıran, İhsan Bilgin’in tarih ve mekân içindeki uzun gezintilerinin benzersiz tadıyla birlikte körüklediği derin kıskançlık hissi oldu — Neden Teşvikiye (10 Ocak 2014); Kâğıthane İstanbul’a merkez olur mu (17 Ocak); Eski şehir göz önünde olur mu (27 Ocak). Celâl Bayar’ın Ben de Yazdım’ı misali (!), ilişikteki de benim İstanbul üzerine bir denemem. Anish Kapoor’un Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki, daha iki gün önce kapanan sergisinin katalogu için, geçtiğimiz yaz aylarında kaleme almıştım (tesadüf, bu sitedeki ilk yazısında o sergiyi de gene İhsan tanıttı; bkz Taşın Sırrı, 18 Kasım 2013). Anish Kapoor sadece taş eserlerini getireceğini söylediğinde, acaba birisi de İstanbul’un taşlarını yazar mı diye bir fikir çıkmış — burada değil, işin Londra ucunda. Benim adım geçtiğinde, ama, denmiş, sakın tarihsel anlatıma kaçmasın; daha lirik-tematik, Ruskin-vârî bir şey olsun.Bu siparişe veya görev tanımına uyma çabası, şimdi bu ikinci (veya üçüncü) Paralel Evren köşeme yüklediğim metni doğurdu. Önce, daha aşağıda göreceğiniz İngilizcesini yazdım (Stone, blood, and time in İstanbul); onu, aynen yukarıda sözünü ettiğim katalogda yayınlandığı şekliyle, resimsiz olarak sunuyorum. Sonra, başkasının çevirmesi yerine, oturup Türkçesini de kendim ürettim (İstanbul’da taş, kan ve zaman). Temmuz ortasında bir sabah Tülay, çeşitli anlamlarda “elimden tutup,” özel izinle girebildiğimiz Studion Manastırı ve/ya İmrahor Camii sit’ine sürüklemişti beni. Oradaki mezar taşlarına, vaftiz kurnasına, yeşil mermer sütunlara ve eski bazilikanın şimdi bir açık hava bahçesine dönüşmüş taş zeminine uzun uzun baktıktan sonra, “haydi,” demişti, “şimdi Ayasofya’yı bir de bunun üzerine, bu izlenimler tazeyken görmen lâzım ki aradaki bağlantı ve devamlılığı anlayasın.” Dolayısıyla bütün öğleden sonrayı da, kapanışa kadar, Ayasofya’da ve haziresi içindeki padişah türbelerinde geçirmiştik. Şimdi yazının orasına burasına serpiştirdiğim resimlerin (yazının başlarına denk gelen) bir kısmı tabii internetten indirmeyse de, İstanbul’la ilgili olanların hepsi o günden kalma. Kaba acemilikleri içinde, klavye başına geçtiğimde neleri sözcüklere dökmeye çabalamış olduğumu yansıtıyor.Gençliğimden kalma bir şiir düşkünlüğüm var. Taraf’ta yazdıklarıma da yansımıştı. Pek çok şey gibi bununla da babam tanıştırdı. Birlikte okurduk bazı akşamlar, ya da hafta sonları. Başlangıçta Orhan Veli (ve Oktay Rifat ve Melih Cevdet) vardı, sonra Arif Damar, sonra Nâzım, sonra Turgut Uyar, Cemal Süreya, Edip Cansever. Yıllar boyu üzerlerine başkaları eklendi; içimde sakladığım, sessizce besleyip yaşattığım, kendime göre bir “kanon”um oluştu. “İstanbul ve taş” denir denmez de, İstanbul’un ve taşın bilebildiğim bütün şairleri ve ilk ağızda bölük pörçük de olsa hatırlayabildiğim bütün dizeleri geldi aklıma. O yüzden, elinizdeki çalışma Yeats’in, Keats’in, Seferis’in, Rilke’nin, Lorca’nın, Neruda’nın, Mayakovsky’nin ayak izleriyle dolu. Lâkin başlığını elbette Yahya Kemal’den, Tarihini aksettirebilsin diye çehren / Kaç fâtihin altın kanı mermerle karışmış mısralarının garip büyüsü, haşmeti ve esrarından alıyor.Bir şey daha var. Bu, aynı zamanda benim, Ayasofya’nın da, Studion Manastırı’nın da neden asla camileştirilmemesi gerektiğine nihaî cevabımı oluşturmakta.İstanbul’da taş, kan ve zamanTaş, sensiz neredeydik şimdi? Ne duracak yer var, ne biçim ve bilinç. Dış uzayda sürüklenen parçacıklar.“Sen Petrus’sun ve ben kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım ve cehennem kapıları onu alt edemeyecek” (Matta İncili 16:18). Ama gerçekte, bütün varlığımız zaten hep kayalar üzerine kurulu. Bizi derinlerdeki çekirdek ateşlerinden onlar koruyor. Taş: Dünyanın çatısı; içindeki şiddeti kısmen bastıran, yeniden sıvılaşıp dağılmasını önleyen kapak; bizim ikamet ettiğimiz taraça, onsuz hiçbir barınağın olamayacağı barınak. Bütün malzemelerin anası.Tarihöncesinin ilk bilinç şafağına uyandığımızda, üstümüzde, altımızda, dört bir yanımızda yerkürenin kayaç damarları uzanmakta. Biz bu kayalara el koyup taşa dönüştürüyor; dokunuyor, kaldırıyor, atıyor, savuruyor; giderek işlemesini öğreniyor; kâh faydalı zanaat, kâh faydasız sanat niyetine ona can veriyoruz. Taş, bir el baltası oluyor, sonra bıçak, biz, keski. Ok ucu, mızrak temreni. Atlatl’lardan fırlatılan zıpkınların mikrolit dişleri. Tahıl öğütülen dibekler. Aynı zamanda megalit anıtlar – dikey ortostat bloklar, iki ayak bir kiriş triliton’lar, üçlü dolmen’ler, tek tek yere saplanmış menhir’ler. Hayatı çoğaltmaya da, ölümü kuşatmaya da yarıyor. Toprağa verdiklerimizi işaretliyor: Kuzeyin törensel cairn yığıntılarıyla, Yenisey vâdisindeki Hun defin daireleriyle, kişisel seng-i mezarlarla. İnançve ibadeti işaretliyor: Tanrılara hasredilen ilk özel mekânlarla; Göbekli Tepe benzeri, yükseltilere kurulmuş sığınakların dev kireçtaşı dikmeleriyle. Çok sonra, havralar, kiliseler, camilerle. İster yazılı ister yazısız, hem hükümdarlığı, hem geçerlilik alanını işaretliyor: İlkçağ imparatorluklarının sınır taşlarıyla; Varaşev Kayası’yla; Orhon Kitabeleriyle. Gün geliyor, taştan bina ve heykel yapmaya başlıyoruz. Her şeyi değil tabii; sıradan insan hayatlarının hasırı, kerpiçi ve ahşabını ayakta tutacak, dayanıklı bir çerçeve, bir iskelet yaratmaya yetecek kadarını. Taş giderek bir sınıf, servet, iktidar, kalite ve kalıcılık simgesine dönüşüyor. Şatolar, konaklar, kentsel saraylar. Düşmanlara meydan okuyacak surlar; sulara sellere meydan okuyacak kemerli köprüler; çamura meydan okuyacak döşeli yollar. Tanrı ve tanrıçalarımızın, ölen çocuklarını kucaklayan annelerimizin, efendilerimiz ve kahramanlarımızın suretlerini yapalım diye, taşocaklarından en iyi Paros, Pentelikos, Carrara mermerlerini çıkarmaya koyuluyoruz.Taşı yontan sanatçılar ve taşın türküsünü söyleyen şairler çıkageliyor. Taş Stonehenge’e ve Piramitlere dönüşüyor; Parthenon’a ve Erekhtheion’un Karyatid’lerine; Perslerin yakıp yıktığı eski Akropolis’in kuzey yamacına yığılan molozlarına. Dayanıklıklarıyla Mayakovsky’yi kıskandıran, benim şiirim de bu kadar yaşasa dedirten akedüklere: Mısralarım emekle yarıyor yüzyılları / ve bir zamanlar Roma’nın damgalı kölelerinin / temellerini sağlam attığı su kemerleri gibi / yontulmamış kayalar kadar kaba ve ağır / çehresi zamanla sertleşmiş / çıkıyor yeryüzüne. Semadirek’in kanatlı Nike’si, Zafer tanrıçası; Davud; Vatikan ve Rondanini Pieta’ları; Medici Şapeli’ne dökülen servet. Keats’in (1817) gözünde Greklerin yüceliğini akıp giden / Zamanın hoyratlığıyla harmanlayan Elgin Mermerleri’nin verdiği ve şairin, ancak kabaran bir deniz – bir güneş – bir büyüklüğün gölgesi gibi, anlamı belirsiz kırık dökük cümleciklerle ifade edebildiği uçsuz bucaksızlık hissi. Bazılarına bakmakla kalmadım; dokundum da. Ellerim Knossos’un su mermeri tahtını; Miken’in Kiklops duvarlarını; Knidos’un savaş kadırgalarına mahsus kuzey limanının girişindeki kayaları; Salisbury Katedralinin nef kolonlarını; ortaçağ kral ve kraliçeleri, şövalye ve leydilerinin, lâhitlerinin kapağında sırtüstü yatan heykellerini bir bir hatırlıyor. Yaşayanların bakışları ve parmakları, bu suretlerin hayata kapanmış yüzleri, kavuşturulmuş elleri, unutulmuş ayakları üzerinde gezinir durur. Rilke’nin “Leichen-Wasche”si (1908; “Ölü Yıkayıcılar”); Lorca’nın, İgnacio Sanchez Mejias’ın boynuzlanmış, çiğnenmiş ve sonra taharet taşına yatırılmış bedeni önünde, ayakta beklerken yaktığı ağıt (1935): Düşlerin inlediği bir alındır taş / ne kıvrılan suları var ne donmuş selvileri. / Zamanı taşıyan bir omuzdur taş / gözyaşı ağaçları, şeritler ve gezegenlerle [Erdal Alova çevirisi]. Santorini’de Seferis (1935); bir zamanlar süngertaşında koşup danseden çıplak ayaklara eşlik etmiş bir flütün sesine kulak verişi. Neruda ve Macchu Picchu’nun dorukları (1943-5): Yükseklerde, basamak basamak döşenmiş taşların kenti / nihayet, toprağın uyuyan giysilerinde asla saklamadığı / her şeyin evi. Oraya, sessizliğimizi avuçlayan en yüksek pota’ya; sayısız hayatın ardından, taştan bir hayat’a birlikte, adım adım tırmanmak, her kısa dizenin sonunda peş peşe gelen sıfatları bir dua tesbihinin taneleri gibi tek tek çekercesine: taşın poleni / taşın ekmeği / taşın gülü / taşın kaynağı / taştan ışık / taşın buharı / taşın kitabı. Bu büyülü nakarat beni alıp Bizantion’un, Konstantinopolis’in, İstanbul’un taşlarına götürüyor. Dış sınırlarına, artık Balkanlardan gelecek düşmanları beklemeyen Theodosius duvarlarına. Surların güney (Yedikule) köşesindeki, bir zamanlar su altına inen yosunlu temellerinin etrafına toprak doldurulduğu için hayalet filoları bile gözlemeyen Mermer Kule’ye. Sonra büyük kapılardan geçip, Maurice Aymard’ın “her şeyi massedebilen kent”inin derinliklerine. Ya da, (birbirinin üstüne binmektense) aynı düzlemde iç içe geçip birbirine karışan o iki, belki üç kente. Zaten bu yüzden, taştan yapılabilecek her şeyin bu kadar çoğu var: bu kadar çok kilisesi, manastırı, camii, hamamı, sarnıcı, suyolu, türbesi, mezarlığı, çeşmesi, kolonu, yalısı ve sarayı. Kimi kayıp, kimi harap, kimi kısmen yer altında; bir çoğu da az çok sağlam, hattâ dolu dolu yaşamayı sürdüren. Bu sayılamayacak ve hesabı tutulamayacak kadar çok spolia, devşirilmiş malzeme ve eserler diyarında, bırakın “orijinal”lerini aramayı, bizatihî “orijinal”i tanımlamaya kalkışmanın neredeyse imkânsızlığı. Sadece Akdeniz dünyasının dört bir köşesinden getirilip, bir değil birkaç defa geri dönüşüme konu olmuş tek tek yapı elemanları değil; aynı zamanda yığınla binanın toptan yeni işlevlere kooptasyonu. Hippodromos’tan At Meydanı’na: Chora’dan Kariye’ye; Pantokrator’dan Zeyrek’e; Pammakaristos’tan Fethiye’ye; Blachernae’den Tekfur Sarayı’na; Mesa’dan Divanyolu’na. İkili, üçlü kimlikler ve adlar. Roma’da Traianus ve Marcus Aurelius’un başlattığı emperyal geleneği Yeni Roma’ya taşıyan Theodosius, Arcadius ve Justinianus Sütunlarının yerinde yeller esiyor. Buna karşılık III. Thutmosis’in İÖ 1490 dolaylarında Luksor’daki Karnak Tapınağı’na diktirdiği, Büyük Theodosius’un da İS 390’da oradan kaldırıp getirttiği Dikilitaş, Hipodrom’da ilk oturtulduğu yerde, 3500 yaşında ve mucize kabilinden ayakta. Yanıbaşında, VII. Konstantin Porfirogenetos’un onuncu yüzyılda yaptırdığı Örme Dikilitaş da gerek Dördüncü Haçlı Seferini, gerekse yeniçeri yamaklarının tırmanma talimlerini bir şekilde atlatabilmiş. Büyük Konstantin’in Roma’daki Apollo Tapınağı’ndan alıp kendi Forum’una kondurduğu sütun da duruyor. Tepesindeki heykel sürekli değişmiş: Apollo, sonra bizzat Konstantin, sonra Julianus, sonra Theodosius olmuş. Depremlerden, yangınlardan geçmiş; 1081’de yıldırım bile çarpmış. Sekiz mermer kasnağı II. Mustafa’nın saltanatında (1695-1704) çelik halkalarla takviye edilince, Çemberlitaş diye bilinir olmuş. Kızıl-gri Mısır granitinden yapılma Marcianus Sütunu’nun da heykeli gitmiş, kendi kalmış. Şimdiki adıyla Kıztaşı, Fatih semtinde küçük bir meydanı süslüyor. Taş kutsallığa ve dünyevîliğe; autokrator olmanın hem keyfi hem dehşetine tanıklık etmekte. Osmanlı halefi ve muadili gibi Bizans imparatorlarının Büyük Sarayı da herhalde bir köşk ve pavyonlar kompleksinden oluşuyordu. Her ne kadar yeraltı temel ve kemerleri gibi unsurlarına Sultanahmet’in her köşesinde rastlamak mümkünse de, aslında tek bir parçası bugüne uzanıyor. Yeats tâ 1930’da, belki okuduğu klasiklerden, ya da belki sırf kendi şiirsel sezgisinden hareketle, dans salonunun mermerleri’ne kapalı, karanlık bir atıfta bulunmuştu. Derken 1935-38 ve 1951-54 kazıları, zemini neredeyse 2000 metrekarelik mozaiklerle kaplı, büyük bir peristil avluya ulaştı. Geniş bir arazide av sahnelerini, dövüşen ya da ortalıkta gezinen hayvanları, kırsal hayatı, mitolojik olayları, hayalî yaratıkları kapsayan bu zengin peyzajın renkliliği ve çeşitliliği, geçmiş çağların günlük hayat sıcaklığını elle tutulur kılıyor.Yeats’in “Bizans’a Yolculuk” (1928) şiirinde aradığı türden olmasa bile, eninde sonunda bu da insan elinin ebediyete dönük bir hüneri, kuşkusuz. Ama Bir duvarın altın mozayiklerindeymiçşesine / Tanrının kutsal ateşinde yanan bilgeler için saraydan katedrale, Ayasofya’ya dönmek lâzım. Altıncı yüzyıl başlarında olduğu gibi bugün de, Jüstinyen’in büyük kilisesinin çapı ve ihtişamı, kolay kavranabilir ve karşılaştırılabilir gibi değil. Kubbesinin yüksekliği veya açıklığını aşmaya kalkışmak başka; iç mekânının göklere yükselen güzelliğine öykünmek başka. Dışarıdan baktığınızda, Sinan’ın 16. yüzyılda eklediği, başsız devleri andıran o payandalar, bütün güçleriyle boğuşurcasına,sadece kubbenin yanal itmesini değil, bizatihî Zamanın akıp gidişini de altetmeye çabalayan bir kaba kuvvet gösterisi sergiliyor. Taşa karşı taş; aşağı ve dışarı bastıran taşlara karşı öne yaslanan taşlar.Oysa içeride her şey çok farklı. Narteks’ten, giriş holünden geçtiğimizde, gerilme ve zorlanma hissi diye bir şey kalmıyor; esas taşıyıcı sütunların kudreti mermer kılıflarınca maskelenir, dört kenar duvar da peşpeşe yükselen balkon ve revaklarla delinir, geçirgenleşir ve katısızlaşırken, katedralin merkez mekânı sınırlı ve yeryüzünebağlı olmaktan kurtulurcasına, sonsuz ufuklara doğru havalanan ve derinleşen bir görüntü kazanıyor. Aynı zamanda, eşsiz renklilikte bir taş bahçesini kuşatıyor. 1797’de Coleridge, Kubilay Hanın kutsal Alph ırmağının / insana meçhul mağaralardan geçerek / güneşsiz bir denize döküldüğü yerde yapılmasını buyurduğu muhteşem bir zevk ü safa kubbesi’nin [köşkünün] hayalini kurmuştu. Ne ki bu rüya, Jüstinyen ve mimarlarının Efes’teki Artemis Tapınağı’ndan getirdikleri Helenistik veya Baalbek’ten aldıkları Korent tarzı sütunlarla, Mısır, Suriye ve Tesalya’nın en ünlü taşocaklarına verdikleri siparişlerle, adına Ayasofya denen gök kubbenin altında kurmayı başardığı pembe, siyah, kırmızı, mor, yeşil, sarı (ve hepsinin bütün tonları) manzumesinin yanında soluk kalır. Doğu Asya ve Xanadu’ya kıyasla, Ayasofya’nın cenneti daha üstün bir cennet; olanca çeşitliliğiyle Kâinata duyduğumuz hayranlığa benzer bir hayranlık uyandırıyor.Ne ki, insanoğlunda tutarlılık aramak abes; en yüce ve soylu olanla en korkunç ve dehşet verici olanı birlikte sunabiliyor. II. Mehmed Konstantinopolis’i fethettiğinde Ayasofya’yı camiye dönüştürdü ve az ötesine de yeni sarayının, Topkapı’nın yapılmasınıemretti. Bugün Bâb-ı Hümayûn’un iki yanını kaplayan düz beyaz mermer panolar ziyaretçiyi daha ilk anda yalın ve ciddî bir çatık kaşlılıkla karşılıyor. Divanhane’den veArz Odası’ndan başlayıp, Bağdat ve Revan Köşklerinin zoraki süslülüğünden ve keza, aynı Dördüncü Yer’in beyaz mermer teras ve korkuluğunun hayal gücünden yoksungösterişinden geçerek, yer yer çiçek bozuğu zeminiyle Harem’deki Hasekiler Avlusu’na ve altındaki büyük havuza varıncaya dek, Topkapı Sarayı pek de hafif ve neşeli bir yer değil. Tersine, bir huşunet hissi adım adım birikiyor ve sultanın özel hamamının ölüm soğukluğunda — bütün o beyaz mermerlerin ortasında, saçını yıkamak için (geçici olarak etrafını göremediği o savunmasız ânında, en çocuk ve en güçsüz cariyesince dahi öldürülemesin diye) girip içeriden kilitlemek zorunda olduğu yaldızlı parmaklıkla ayrılmış bölmede — kendisinin de iktidarının bütün diğer esirleri gibi bir esirine, tam anlamıyla altın kafesteki bülbüle dönüşmesiyle doruğa ulaşıyor. Olanca Omanlıcı nostaljisiyle Yahya Kemal de, “Bir Tepeden” (1934-8) İstanbul’a Tarihini aksettirebilsin diye çehren / Kaç fâtihin altın kanı mermerle karışmış diye seslenen dizeleriyle, imparatorluğun bağrındaki bu devlet sertliğini hatırlatmakta.Ayasofya’nın yarı-kilise, yarı-cami yaşantısı kendi paradokslarını yaratmış. Bir dizi daha küçük tepe gibi eteklerine tutunmuşa benzeyen padişah türbeleri, insanlık haline dair karışık yorumlar getiriyor. Bir kere daha, hepsi hemen tamamen beyaz mermerle kaplanmış; tek tük rastlanan pastel pembeler, pes perdeden fısıldanan art fikirleri, ya da başka bir estetikten ödünç alınmış zahirî eklentileri andırıyor. İçerdeki loşlukta sultanlar,kadınları ve çocuk yaşta ölen oğullarıyla kızları, unutulmuşluk uykusunda. Ama sıra sıra sandukanın ötesinde, binanın arkasına bakan bir pencerenin açık kalmış kanadını hafifçe gıcırdatan rüzgâr, dışarıdaki bahçenin filiz yeşili içinde kıpkırmızı duran karanfilleri de okşayıp sallarken, onların da ötesindeki Ayasofya dış duvarının parmaklıkları, kaldırım kahvelerinde çay içip sohbet eden insanları çerçeveliyor. I. Mustafa ve I. İbrahim’in paylaştığı türbe, bazilikanın Vaftizhane’sinin bir bölümüne yerleşmiş; dışarıda kalan kısmı da sanki yeni bir avluya dönüşmüş. Türbenin yan penceresi, bu avlununköşesindeki eski, muazzam vaftiz kurnasına bakıyor. Oradan tekrar Ayasofya’ya girildiğinde, Dünyanın Göbeği olduğuna inanılan Omphalion’un rengârenk mermer sütun kesitleri düzenlemesi — ortada bir büyük daire ve çevresinde bir kare şeklinde, biraz dahaküçük on iki daire – Bizans imparatorlarının taç giydiği noktayı belirliyor. Sadece bir iki metre ötesinde ise, gene bembeyaz mermerden Osmanlı dönemimin Müezzin Mahfili yer almakta. Eğer başınızı eğip de yere bakabilirseniz, zeminin o kadar da gösteriş ve görkem gözetmeyen büyük yassı döşeme taşları, çağlar boyu milyonlar, milyarlarca ayağınüzerlerine basıp geçmesiyle aşınmış ve çatlamışlıkları içinde, göz alabildiğine uzanıyor. Burada olsun, Topkapı’nın birinci ve ikinci avlularını kat eden patikalarda, Dördüncü Teras’ta veya Harem’in çakıl taşı döşeli koridorlarında olsun, zamanla peydahladıklarıihtiyarlık çizgileri örümcek ağları gibi birbirine bağlanan bu taşlar, Empedokles’in pabucu gibi, insan varlığının kelime anlamıyla en düşük kertesine sessizce tanıklık ediyor. Bizans kentinin farazî merkezinde, Ayasofya’nın, Hipodrom’un ve (şimdi Yerebatan Sarayı dediğimiz) Bazilika Sarnıcı’nın hemen bitişiğinde, imparatorluğun sıfır noktası sayılan Milion durur; sınırlara ve bütün önemli kentlere mesafeler bu AltınKilometretaşı’ndan ölçülmüş sayılır ve üzerine kaydedilirdi. O hudut boyları artık yok; o kentler farklı isimler taşımakta. Ama yollar da hep var, üzerlerinde yürüyen ve onları aşındıran insanlar da. Ağıtsal hüznüyle Gray’in veya Tennyson tarihsici romantizmini andıran Koca Mustafapaşa şiirinde Yahya Kemal (1953), o eski Osmanlı semtinin Arnavut kaldırımı yokuşlarını tırmanır ve Rûh esen kuytu mezarlıkları geçerken, Türkün âsûde mizâciyle Bizans’ın kederi’nin içine işlediğini hisseder. Altınkapı’dan ve Yedikule’den az içerideki Koca Mustafapaşa semti, beşinci yüzyılda Studion Manastırı olarak yapılan ve onbeşinci yüzyılda İmrahor Camii’ne dönüşen bir yapının kalıntılarını da barındırır.Aynen, Yahya Kemal’in genel mahalle tasvirindeki gibi, Göze çarpar ölüm âyetleri sağdan soldan, / Sarmaşıklar, yazılar, taşlar ağaçlar karışık. Halka açık olmayan bir sit alanının dış duvarındaki yıllanmış tahta kapı münzevî bir bekçinin döndürdüğü anahtarla gıcırdayarak, ilkin camiin kabristanına açılır: Sağda ve solda iki ayrı gruphalinde sarıklı Osmanlı mezar taşları; ortada beyaz mermer bir vaftiz çeşmesi; ötesinde Vaftizci Yahya Katedrali’nin ana girişinin mermer kolonları; onların hemen sağında,İmrahor’un külâhsız kalmış minaresi. Portallerden geçtiğimizde ise ansızın, varlığını asla önceden kestiremeyeceğimiz muazzam bir alanda buluruz kendimizi: sadece kilisenin dışkabuğunun çevrelediği üstü açık bir mekân, zira çatı da çoktan çökmüş, nef’in sağ yan duvarı da; bir zamanlar nef’in sol duvarını taşımış olan bir dizi yeşil mermer sütun ise,güvenlik uğruna etraflarını saran iskelenin paslı demirlerine karşın, Ayasofya’nın balkon ve revaklarıyla gizli akrabalığını fısıldar. Pencere ve kemerlere moloz yığılmış. Apsis’in solunda, tâ tepede, fonda bu yaz aylarının masmavi göğü, kırık mermer parçalarına tünemiş iki kumrunun silueti. Minarenin kaidesine yakın bir başka pencerenin beyaz mermer çerçevesine, sıradan duvar yazılarını çelik bir çiviyle de olsa zar zor kazımışlar. O kıyısız, muazzam sessizliğin ortasında, güneşin, ayın ve yıldızların altında, bütün iklim ve hava koşullarına karşı korumasız, beyaz bordürlü büyük yeşil mermer kareler ve yer yer aralarında, ince ince işlenmiş küçük ölçekli mozaik şeritlerden oluşan geniş ve muhteşem bir zemin uzanır. İşte böyle; burada, karşımızda, insanın baktığı ve tekrar baktığı ve bakmaya doyamadığı, bakmaya kıyamadığı, gizli bahçelerin gizli bahçesi — ıssız, bakımsız, harap, unutulmuş, terk edilmiş bir yerde, bir efsane, bir esrar, bir bilmece. İşte burası, Yahya Kemal (1953) ile Yeats’in (1930) buluştuğu nokta; İstanbullu şairin eski Osmanlı mahallesi, İrlandalı şairin hayalindeki Bizans avlusunu burada kucaklıyor, kuşatıyor ve içine alıyor: Geceyarısı İmparatorun taş döşemesinde / Hiçbir çeliğin çakmadığı, hiçbir çıranın beslemediği / Hiçbir fırtınanınsa söndürmediği alevler uçuşur / alevden doğma alevler. Uyarı: Bu yazı, yazarın izni alınmaksızın hiçbir şekilde kopyalanamaz, alıntılanamaz, çoğaltılamaz ve yeniden yayınlanamaz.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik