Son yazımıda 1915 Ermeni Soykırımı ekseninde tarih yazımı ve metodolojisi üzerine dilimin döndüğünce birkaç kelam etmiştim. Bu yazımda da kaldığım yerden devam edip meseleyi biraz daha Ermeni Soykırımını merkeze alarak açımlamak niyetindeyim. Son söyleyeceğimi ilk elden söyleyeyim: 1915’te Osmanlı vatandaşı Ermenilerin başına gelen “olay”, Ermenilerin ne yaptıklarına bakılmaksızın, bu eylemlerden bağımsız, dönemin iktidar partisi İttihat ve Terakki ve bu partinin Merkez Komitesi’nin Ermenileri “toptan veya kısmen” imha/izale (kökünü kurutma) yönelik bir kararın neredeyse Anadolu’nun tamamında uygulanması “durum”udur. Dolayısıyla burada “ama işte Ermeniler ayaklandılar”, “bizi arkadan vurdular” vs. gibi tarih dışı mülahazalar göremediği nokta şudur: Ortada bir cinayet vardır ve tartışılması gereken esas konu buradadır. Yoksa, ölen veya öldüren adam, öldürülmeden önce ne yapıyordu sorusu değildir. Bu nokta iyi anlaşılmazsa dün olduğu gibi bugün veya yarın yine birisi çıkar ve “biz durup dururken Ermenileri kesmedik” diyebilir.Asıl sorun ve tarihçilerEsasında burada Türkiye açısından sorun bu bir “soykırım mıdır değil midir” üzerinden tartışılmamasında düğümlenmekte. Çünkü bir eylemin soykırım olup olmadığı konusunda tartışma yapabilmek için evvela eylemin bir suç, bir cinayet türü olduğunu kabul etmeniz gerekir. Türkiye’nin asıl sorunu, soykırım mı değil mi sorusu değildir. Ortada bir suç var mıdır, yok mudur tartışmasıdır. Bu denklemde Türkiye ortada bir suçun işlenmiş olduğunu kabul etmemektedir. Dolayısıyla Türkiye açısından soykırım var mıdır, yok mudur tartışmasının esamesinin bile okunmasına gerek yoktur. Peki, soykırımın doğrudan kanıtlanması hususunda asıl zorluk nereden kaynaklanmakta? 1915’te yaşanan olayların soykırım olarak tanımlanıp tanımlanmayacağı hangi unsurlara bağlı? 1948 tanımı, bir suçun soykırım sayılabilmesi için kasıt unsurunu şart koşuyor. Dolayısıyla bir eylemin soykırım olarak tanımlanabilmesi için, eylemi hayata geçirenlerin “imha kastı”na sahip olduklarını ispat etmeniz gerekiyor. Bunun ispatının da ne derece güç olduğu aşikâr. Zira, böyle bir eylemin faili olan aktörlerin eylemlerinin arka planındaki kasıt unsurunu belgelemelerini ve açıkça zikretmelerini bekleyemeyiz. Ancak bu noktada iş yine biraz tarihçilere düşüyor.Osmanlı ve Ermeni belgeleri1915 özelinde eğer tehcir veya döneme ait Osmanlı arşiv belgelerinde yazıldığı üzere sevkiyat denilen süreç/olgu ciddi bir tarih perspektifi ile irdelenirse Ermenilerin imhasına yönelik kasıt unsurunun izlerine rastlamak mümkündür. Zira, Ermeni tehciri/sevkiyatı öyle bu kararı alanlar tarafından bu sürece tabi tutulan Ermenilerin sözde yerleştirilecekleri lokasyonlara ulaşamaması ekseninde “tasarlanmış” ve planlanmıştır (Tehcirin ağır koşulları, konvoylara çetelerin ve aşiretlerin yaptığı saldırılar, Emval-i Metruke Kanunları ile Ermenilerin bütün mal varlıklarına el konulup hiçlik/yokluk durumuna indirgenmesi vb). Bu bağlamda Ermenilerin imhasına yönelik alınan kararlardaki kasıt/niyet unsurunun tezahürlerini/izlerini görmek için tehcir dediğimiz sürecin başlı başına ele alınması ve etraflıca analiz edilmesi gerektiği kanaatindeyim. Pek tabii meselenin bir de tarihçilik ve tarihçileri ilgilendiren bir tarafı var. Buradaki temel sorunsal ise tarih metodolojisine ilişkin. 1915’i çalışırken meseleye sadece bu tarihsel momenti kerteriz noktası olarak bakmamak gerektiği kanaatindeyim. Burada daha geniş bir tarihsel perspektife ve üst bakışa ihtiyacımız var. Son tahlilde 1915 Ermeni Tehciri ve Soykırımı çok uluslu bir imparatorluğun son demlerini yaşadığı ve çöküş noktasına geldiği bir tarihsel zaman diliminde vuku buluyor. Bu bağlamda meseleyi Osmanlı imparatorluğunun çöküş döneminde imparatorluğun gayri müslim unsurları olan Hıristiyanlara ve özelde Ermenilere yönelik İttihatçı bir düşünsel sistematikle hareket eden bir siyasal kadro tarafından uygulanan radikal ve sert politikaların anlaşılması çerçevesinde ele almak bana daha sağlıklı ve nüanslı bir tarihsel yaklaşım gibi geliyor. Dolayısıyla hem imparatorluğu yıkıma götüren bir süreci ve bu süreçte rol alan siyasi aktörleri ve kadroları; bu kadroları harekete geçiren zihniyeti ve tarihsel iklimi de ele alarak Ermeni Soykırımı’nı bütün farklı boyutlarıyla tartışmak gerekiyor. Bunun Ermenilerin başına gelen felaketi hiçbir bir biçimde azımsamak ya da önemine halel getirmek anlamına gelmediğini söylememe gerek yoktur sanırım. Tarihçilik açısından bu meseleye yaklaşımda gördüğüm bir diğer arızi noktada Osmanlı belgelerine adeta iman edercesine tapınmak ve sanki Ermenice belge, döküman, kaynak, birincil ve ikincil literatür yokmuş gibi davranmak. Ermenice bilmek bu anlamda bu tarihsel problematiği çalışanlar için en az Osmanlı bilmek kadar önemli sayılmalıdır. Ve Osmanlıca belgeleri diğer arşiv belgeleriyle birlikte karşılaştırmalı, eleştirel ve nüanslı bir perspektifle değerlendirmeden kategorik olarak onları “tek doğru” kabul etmek bir tarihçi için yapabilecek en büyük metodolojik hatadır. Bana kalırsa tarihçinin kendi aklına güvenmekten başka güveneceği bir şeyi olmamalıdır. Bu açıdan her belge ile arasındaki mesafe aynı eşit uzaklıkta olmak zorundadır. Hatırlama ve toplumsal hafızaAslında bu türden “sakat” bir tarih anlayışı ve tarihçiliğin “Türk” toplumunun Ermeni meselesine karşı olan “hatırlamama”, “hatırlamaya ve hatırlatan her şeye direnme” ve hemen akabinde gelen “inkâr” refleksi ve tutumundan beslendiğini söylemek mümkün. Bu da tabii içinde yaşadığımız toplumun ne derece hafızadan yoksun olduğuna işaret ediyor. Örneğin ünlü Fransız sosyolog Maurice Halbwachs, geçmişle hesaplaşmanın bireysel olmaktan ziyade toplumsal bir sorun olduğunu imliyor. Hatırlamanın geçmişle hesaplaşma bakımından sahip olduğu anlamı ve gördüğü işlevi açıklayabilmek için bu kavramları tartışmanın son derece tutarlı ve özgün bir girişim olduğunu ilk elden teslim etmek gerekiyor. Özellikle, Türkiye toplumu gibi deyim yerindeyse balık hafızası olan bir toplumu bu kavramlarla tanıştırmak yabana atılmaması gereken bir entelektüel, ahlaki-vicdani çabadır. Bu noktada Halbwachs’a başvurarak, toplumsal hafıza üzerinde durmak gerektiği kanaatindeyim. “Halbwachs, hafızayı biyolojik açıdan, yani nöroloji ve beyin fizyolojisi açısından ele almaz, bunun yerine bireysel hafızanın oluşması ve korunması için şart olan toplumsal çerçeveyi koyar; bu çerçevenin dışında toplumda yaşayan insanların hatıralarını sabitleştirecekleri ve yeniden bulabilecekleri bir başka hafıza olamayacağını belirtir. Halbwacsh’ın bununla kast ettiği, açıkça söylemese de, mutlak bir yalnızlık içinde büyüyen bir bireyin hafızasının olamayacağıdır. Hafıza bireyin toplumsallaşma sürecinde oluşur. Gerçi hafıza her zaman bireye aittir; ama bu hafıza toplumsal olarak belirlenir. En kişisel anılar bile, sadece sosyal grupların iletişimi ve etkileşimi üzerinden yapılanır. Sadece başkalarından öğrendiklerimizi hatırlamayız; aynı zamanda onların anlattıklarını, anlamlı diye vurguladıklarını ve yansıttıklarını da hatırlarız. Çünkü Halbwachs’a göre, algısız hatırlama yoktur. İnsanları bir topluma yerleştirdiğimiz andan itibaren, içsel ve dışsal izlenimleri birbirinden ayırmak mümkün olmaz.” (Mithat Sancar, “Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne”, İletişim Yayınları, 2007, s. 41) Dolayısıyla Halbwacs’ın “ ‘gerçek’ veya ‘uydurulmuş’, sanal bir geçmişe (hafızaya) müracaat, kimliklerin inşası bakımından belirleyici öneme sahiptir” (s.44) argümanı, özellikle belirli yaratılış mitlerine, efsanelerine ve “yaratılmış” kahramanlar oluşturan; bilinçli olarak unutturulmuş ve hatırlatılması zaruri hikmeti kendinden menkul “gerçeklikler” üzerine kurulu bir muhayyile yaratmaya dayalı milliyetçi paradigmayı, bilhassa Türkiye ekseninde daha gerçekçi bir okumayla değerlendirmemiz açısından dikkat çekici. Bu kavramsal çerçevenin Ermeni meselesinin “unutturulmuş”, “inşa edilmiş” ve “uydurulmuş” sanal bir geçmişle rezonans halinde olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Bu hikmeti kendinden menkul hakim tarih bilincinin, algısının ve paradigmasının hegemonyasını kırmaya yönelik atılacak en önemli adım ise “negatif hatırlama” kavramı. Bundan kastım, hatırlamanın geçmişteki acı ve dehşet verici olayların gerisin geri itilmesi, bastırılması olarak değil, tam tersine hatırlanması gerektiği. Zira Alman tarihçi Koselleck’in de altını çizdiği üzere, “negatif hatırlama” düşünülmeyeni düşünmek, söylenmeyeni söylemek, hasılı gerçeği bağırmak anlamına geliyor. Bu toplumda hatırlamanın, empati ve diyalog kültürünün yeşermesi ve toplumsal hücrelerimize nüfuz etmesi bakımından kendini kurban ve mağdurlarla özdeşleştirmesi ve onları anlama yeteneğini geliştirmeye çaba göstermesi bu toplumun iyileşmesinin ilk ve en önemli adımı olarak atılmayı bekliyor.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik