[24 Mayıs 2014] Cumartesi öğleden sonra evde tek başıma, 15 yaşında bir kız çocuğu’ndan sonra, gençler, aileler, okullar, öğretmenler dörtgeni içinde neo-Atatürkçülüğün nasıl eskisine kıyasla çok sertleştiğini ve yeni bir nefret kültürünün kemikleştiğini yazmayı düşünür, notlar alır ve ilk taslağını hazırlar, bu arada hiç hissetmediğim 12:25 depreminden Ankara’daki eşimin telâşlı telefonlarıyla haberdar olurken, ansızın bir 27 Mayıs çağrışımı yaşadım. Neden bilmiyorum; ya gözüme internette bir haber takıldı da çok hızlı geçerken bilinçaltımda kaldı, ya da deprem deyince aklım çocukluğumun hep depremli İzmir’ine gitti ve oradan, sık sık olduğu gibi, babama ve babama ilişkin anılarıma sıçradım. 13 yaşımdaydım ve şimdiki Bornova Anadolu Lisesi’nin ilk şekli olan İzmir [Maarif] Koleji’nde Orta II öğrencisiydim. Yatılıydım; galiba hepimiz yatılıydık; gündüzcü yoktu sanırım (o zamanlar hâlâ leylî/nehârî deyimleri kullanılır, nehârî de bozulup nihârî gibi söylenirdi). Hafta tatili henüz iki gün değildi; iş yerlerinde Cumartesi sabah da çalışılır, okullarda ders yapılırdı. Dolayısıyla bizi Cumartesi öğle yemeğinden sonra salıverirlerdi; daha önce gelip bahçede bekleyen, biri Konak’a diğeri Karşıyaka’ya gidecek iki külüstür otobüse, çantalarımız ve kirli torbalarımız savrularak koşup yer kapmaya çalışırdık. Pazar öğleden sonra ise galiba 16:00 sularında Konak’tan, eski Elhamra sinemasının ve Millî Kütüphane’nin oradan bu sefer dönüş otobüsü kalkardı. Kızarmış ekmek üzerinde Amerikan yardımıyla gelen kırmızı peynirlerden erittiğimiz haftanın o biricik aile kahvaltıları keyifli ve neşeliydi de, kısalığından ötürü gerisini hiç sevmezdim Pazar günlerinin.Elli dört yıl olmuş. Bir Cuma karanlıkta uyanıp uyku sersemi sabah “mütalaa”sına (etüde) inerken, “devrim oldu, okul bugünden kapandı” dediler. Darbe sözcüğü vardı da Türk siyasal literatürüne henüz yerleşmemişti. Öte yandan, idare (= müdür ve müdür yardımcıları) ile öğretmenlerimiz olayı gerçekten devrim olarak mı görüyordu, yoksa otomatik bir hizaya girme ve korunma refleksiyle mi öyle diyorlardı, artık orasını bilemem. Ama bizim evde bunun devrim değilse bile ilerici bir adım olarak görüldüğü izahtan vareste. “Komprador burjuvaziye ve yarı-feodal büyük toprak sahiplerine dayalı, Amerikan emperyalizminin en yakın işbirlikçisi” DP iktidarının, erkene aldığı 1957 seçimlerinin ardından (ekonomiyi “uluslar arası kapitalizme açma”sının yol açtığı büyük dış açıklar ve borçlanma yüzünden) yapmak zorunda kaldığı 1958 devalüasyonunun yarattığı yaygın hoşnutsuzluk, hükümetin de muhalefetin de karşılıklı tırmandırdığı bir gerilime ve derin bir siyasî krize dönüşmüştü. Babam 28-29 Nisan gösterileri dahil bütün önceki haftaları artan bir heyecanla geçirmişti zaten; “Türkiye’de hiçbir zaman, hiçbir hükümete bu kadar uzun süre direnilmedi” diyordu. İşte, Türk Silâhlı Kuvvetleri “kardeş kavgasını önlemek için” yönetime el koymuştu nihayet. Gittim; dış kapının hemen dibindeki küçük santral kulübesinden zar zor telefon ettim (hatırladığım ilk ev telefonumuz 5712’dir, sonra bütün İzmir numaralarının önüne 2 gelmişti de 25712, sonra bir diğer değişiklikle 32838 olmuştu, ama ben santral memurundan 25712’yi istemiş olmalıyım). Babam bir yere kıpırdama ve bekle dedi; bir iki saat sonra gelip aldı beni. Hemen Cumhuriyet Meydanı’nda, “Heykel’de” oturuyorduk. O gece kordona çıktık; ağır ağır geçen “cemse”lere (GMC) alkış tuttuk; “yaşa asker” diye bağırdık. Derken yaz tatiline girildi. Cumhuriyet gazetesinde Yaşar Kemal, tek tek bütün Millî Birlik Komitesi üyeleriyle röportaj yapıyor ve bunlar gün be gün yayınlanıyordu. Bunları kesip dosyalamak benim işimdi ve kazara bir tane atlasam kıyamet kopardı. (Babam 1976’da öldüğünde, herhalde üç beş yüz kiloluk kupür yığınları vardı evde; kâh tuvaletlerden birinde, kâh küçük bir sandık odasında, tavana kadar tepeleme yığılı dururdu; ancak o noktada atılıp satılabildi.) 1951-52 tevkifatından sonra yurtiçinde kalan, henüz Reşat Fuat (Baraner) etrafındaki sınırlı ve mimli “eski tüfekler” çevresi (fakat bu deyim de daha yoktu; Mihri Belli’nin 1966’da Yön’de yazmaya başlarken kullandığı E. Tüfekçi mahlasından türeyecekti), “son tahlilde anti-emperyalist” darbeyle gelen “sınırlı ama genişleyen özgürlük ortamı”ndan ne kadar yararlanabileceklerini tartışıyordu. Bu bağlamda örneğin gene babam, İzmir’den arkadaşı gazeteci Besim Akımsar’la birlikte Yorum dergisini çıkarmaya girişti ve bazen Erdoğan Berktay’ın baş harflerine de denk gelen E.B. rumuzuyla, bazen Emir Bumin imzasıyla, çoğu zaman da imzasız olarak, bu incecik dergiyi neredeyse kapaktan kapağa yazmaya koyuldu. Bugün baksam, her bir satırında üslûbunu derhal tanırım. Bu arada, 2001’de vefat eden Besim Akımsar için bulabildiğim internet maddelerini de taradım; bir çoğunda Yorum için 1943 denmiş. Güldüm. Besbelli, her kim ise, biri ilk hatâyı yapmış; sonra herkes onu kopyalayıp tekrarlamış. Tam “deli kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramaz” misali. Ama bir yerde bu, Torosyan’ın uydurma olduğunu bakar bakmaz sezmek gibi bir şey; insan düşünür biraz: 1920 doğumlu Akımsar, henüz 23 yaşındayken, İkinci Dünya Savaşı’nın en karanlık yıllarında, Tek Parti’den bağımsız ve eleştirel bir siyasî dergi çıkarmaya girişmiş olabilir mi? Hayır; o yıllarda, 1943’te değil ama 1944’te çıkardığı dergi Yorum değil Kovan diye bir kültür dergisidir. Kaldı ki Yorum dozunda bir eleştirel bağımsızlık, 1960’ların başlarında bile pek mümkün değildi — değilmiş. Nitekim çok sürmedi; İzmir’in CHP önde gelenleri, “CHP’ye alternatif aramak isteyen komünistlere kol kanat germemesi” yolunda Besim Akımsar’ı uyarıp, baskı yapıp dergiyi kapatmaya zorladı.Bunları biraz da şunun için anlattım: 27 Mayıs benim için “bellek” (memory) ile “tarih”in (history) kesişip örtüştüğü bir yerde. Hem hatırlıyorum, hem de hafızama güvenmiyorum, güvenmemeliyim; tarihçiliğim beni habire hatırladıklarımı (veya hatırladığımı sandıklarımı) başka bilgi ve kaynaklar ışığında sınayıp gözden geçirmeye zorluyor. Buna, güncellikten kaynaklanan düşüncelerimin ve dolayısıyla geçmişe dair sorularımın değişimi de dahil. Tesadüf, E. H. Carr 19. yüzyıl ampirizmini alaşağı ettiği What is History’sini 27 Mayıs’la aşağı yukarı aynı sıralarda yazmış (1961; Tarih Nedir); tarihçiler sürekli ilerilere kayan “şimdiki zaman”larda yaşayıp farklı farklı tecrübeler edinirken, geçmişe bakışlarının da bu tecrübeler ışığında değişeceğini (ve bu yüzden, tarihi yeniden ve yeniden yorumlamanın sonu olmadığını) net bir şekilde göstermişti.Benim için de böyle; başka hiçbir örneğe bile gerek yok; öncelikle kendime dürüstçe ve amansızca baktığımda bunu çok net görüyorum. Madalyonun diğer yüzünde, Sovyetler Birliği’nin ve genel olarak sosyalizmin çöküşüyle birlikte, kendi kuşağımdan pek çok insan içsel olarak çöker veya boşalırken birey olarak ben çökmediysem, herhalde bunu önemli ölçüde tarihçiliğime — kişisel olarak yaşadığım ve etimde kemiğimde hissettiğim muazzam bir trajediye tarihçi gözüyle yaklaşabilmeme; bu çerçevede, sırf Marksizmi ve Marksist sosyalizmi değil, ailemden, babam ve amcalarımdan başlayarak kendi kendimi de tarihselleştirebilmeme, onlara ve kendime hem içeriden hem dışarıdan bakabilmeme borçluyum. Katastrofu bu şekilde kabullenip aşabildiğim içindir ki, şimdilerde kâh Gürbüz Özaltınlı’nın, kâh Etyen Mahcupyan’ın değindiği (benim de umarım bir yerinden kurcalamaya başlayabileceğim) “aydın karamsarlığı”na kapılmamış olabileceğimi tahmin ediyorum.Öyle veya böyle; geldiğim noktada 27 Mayıs’a ilişkin “keşke”lerle doluyum. Tarihin bütününe ilişkin pek öyle “keşkeci” (what if’çi) bir yaklaşımım yok. Ama özellikle siyaset ve çok yakın dönemlerin siyaset kertesi söz konusu olduğunda, nelerin öznel, sübjektif düzeyde tam anlamıyla hatâ sayılması gerektiğini; tersten söyleyecek olursak, bu hatâlardan nasıl kaçınılabileceğini görüp düşünebiliyorum. Örneğin keşke, diyorum, özel olarak Adnan Menderes’in 1950 ve 1954 seçim zaferlerinden başı dönmese, gurura kapılmasa, 1957’ye kadar fiilen bir tek parti iktidarı gibi davranmasaydı. Keşke Demokrat Parti önderliği, 1951’de Halkevlerini kapatmakla kalmayıp bütün mal varlığına da el koymaya; ardından 1953 sonunda bu sefer CHP’nin bütün mal varlığına el koymaya; 1954 seçimleri öncesinde Millî Selâmet Kanunları’nı çıkarmaya; 1954-57 arasında muhalefet olanaklarını giderek daha fazla kısıtlamaya girişmeseydi. Keşke Kıbrıs’ı popülistçe “millî dâvâ” haline getirmeseydi; “ya taksim ya ölüm” mitingleri düzenlemeseydi veya düzenletmeseydi; 6-7 Eylül 1955 pogrom’unu tezgâhlamasaydı. Keşke 1957 seçimlerindeki yaklaşık yüzde 11’lik gerilemesinden ve CHP’nin 178 milletvekili bulmasından korkuya kapılarak, o meşum Meclis Tahkikat Encümeni’ni kurmasaydı; İsmet İnönü ve Kasım Gülek’in yurt gezilerini engellemeye kalkmasaydı; Vatan Cephesi’ni yaratıp herkesi ve bütün kuruluşları gerçek-sahte üye yazmaya, devlet radyosunda her gün Vatan Cephesi’ne yeni katılanları saatlerce okutmaya baş vurmasaydı. Keşke 28-29 Nisan ve 5 Mayıs gösterilerine karşı daha hoşgörülü davransa; hele hele “örfî idare” (sıkıyönetim) ilânına hiç tevessül etmeseydi. Keşke bir tarafın “kıyma makineleri”nden, diğer tarafın “Rus denizaltılarıyla getirilip dağıtılan paralar”dan söz ettiği günlerden hiç geçilmeseydi.Madalyonun diğer yüzünde, keşke muhalefet ne olursa olsun, baskı ve kısıtlamalar hangi boyutlara varırsa varsın, orduya göz kırpacak en ufak bir söz ve davranış göstermese; tersine, daima parlamenter demokrasiden yana olacağını tekrar tekrar dile getirseydi. Keşke İsmet İnönü o tehditkâr “sizi ben bile kurtaramam” lâfını hiç etmeseydi. Keşke Harbiye yürümeseydi. Keşke olmasaydı 27 Mayıs. Keşke Cemal Gürsel genç subayların başına geçmeyi reddetseydi. Keşke her türlü zorluğa karşın siyaset kendi normal, barışçı mecrasından gitseydi ve 1961 seçimleri (ister zamanında, ister daha sonra) yapılsaydı. Keşke MBK’nın 14’leriyle, Talât Aydemir ve Fethi Gürcan’larla, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’e, 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007’ye böyle bir askerî müdahaleler geleneği katlanarak devredilmeseydi. Keşke DP bakan ve milletvekilleri tutuklanıp yargılanmasaydı. Keşke, Salim Başol’u, Altay Ömer Egesel’i, bütün diğer zulümleri ve âdî rezillikleri, bayağılıklarıyla Yassıada duruşmaları yaşanmasaydı. Keşke idamlar olmasaydı. Keşke, demokrasinin muhtaç olduğu dengeli, hoşgörülü siyasal kültürün eksikliği, demokrasiyi frenleyecek yöntemlerle telâfi edilmeye çalışılmasaydı. Keşke, Kenan Evren’in ve diğer 1980 darbecilerinin kendilerini yargıdan muaf kılmalarına emsal teşkil eden tabii senatörlük (ve kontenjan senatörlüğü) gibi hilkat garibesi kurumlar yaratılmasaydı. Keşke Millî Güvenlik Kurulu yeniden tanımlanıp güçlendirilmese, geleceğin askerî vesayet rejiminin köşe taşı konumuna getirilmeseydi.Keşke, DP iktidarı ve CHP muhalefetiyle dönemin politikası ve önde gelen politikacıları, azamîciliğe, çatışmacılığa, boy ölçüşmeciliğe ve imhacılığa kendilerini bu kadar kaptırmasalardı. Keşke, demokrasi için uzlaşmasızlığı değil uzlaşmacılığı bir erdem, bir marifet olarak görebilseler ve kendi tribünlerine oynamayıp ortada, ara zeminde bir yerde buluşmayı deneyebilselerdi.Keşke 27 Mayıs, ülkenin en az yarısı, hattâ fazlasını hiçe sayarcasına, aşağılar ve yerlerde süründürürcesine, bir de bayram ilân edilmeseydi. Üzerine Ak Devrim diye kitaplar yazdırtılmasaydı. Marşlar bestelenmeseydi. İkinci yıldönümünü hatırlarım. 27 Mayıs 1962 bir Pazar gününe denk gelmişti. Artık Robert Kolej’de, Lise I’in sonundaydım. Türkçe Edebiyat öğretmenlerimizden biri Behçet Kemal Çağlar’dı (neyse ki ben hiç kendisine düşmedim; gerçekten bilgili iki edebiyatçıyla okudum). Behçet Kemal tabii Onuncu Yıl Marşı’nın iki yazarından biri, eski Halkevleri müfettişi, 1949’a kadar CHP milletvekili, 27 Mayıs’ın Kurucu Meclis’inde “Devlet Başkanı Temsilcisi”ydi. “Atam, sen kalk artık, toprağa ben yatam” dizesi onun değildi (Niyazi Sakar’ındı) gerçi, ama işte adı böyle bir Atatürk manzumeciliğiyle özdeşleşmişti; bayramlarda ve 10 Kasım’larda bu tür şiirlerini okurken kendinden geçtiği için, zamanın mizahında Hepçet Mekal Çokağlar diye anıldığı olurdu. İşte bu Behçet Kemal Çağlar, 26 Mayıs Cumartesi günü için “saatli bina” Albert Long Hall’de (tabii kendisinin baş konuşmacı olduğu) büyük bir kutlama töreni düzenlemiş ve okul müdürümüz Cornelius Holland Bull III’e de kabul ettirmişti. Sonuç fiyasko oldu. Nereden biliyorum? Çünkü öğlene kadar kravat zorunluluğu vardı ve Mr Bull beni hafta içinde ceketimin içine dik yakalı kazak giymiş ama kazağın içine kravat takmamış vaziyette yakaladığı için (parmağıyla kazağımı çekip içine bakmış ve “Hımm” demişti) hafta sonu cezası yemiş, Cuma akşamından evci çıkacağıma mecburen yatakhanede kalmıştım. Cumartesi sabah üç yüz küsur öğrenciden sadece benim gibi birkaç kişi, bir de tabii tam kadro öğretmenler vardı; başka kimse gelmemişti, onca çağrı ve uyarıya rağmen. Bu kadar yapay bir bayramın da gerçek hakkı elbet buydu, böyle bir herkes açısından son derece eğreti ve can sıkıcı bir durumdu. Keşke hiç yaşanmasaydı. Ama Mr Bull’un son derece asık suratını da, Behçet Kemal’in bomboş salona karşı, kendinden başka bütün dünyayı Atatürk’e ve Atatürkçülüğe ihanetle suçlarcasına, sinir içinde yaptığı o başsız ve sonsuz hamaset konuşmasını da hiç unutamam. 15 yaşımda nereden bilebilirdim; ama galiba o boş salon ve o çaresiz öfke, bazı bakımlardan bugünü haber veriyordu.Ve sol aydınlar, intelligentsia. Belki bizim kuşaktan çok büyüklerimiz için, Kemalist Devrimin canlandığı ve hamle tazelediği illüzyonundan kaynaklanan, “tarihin akış yönü” ne dair son büyük, naif, henüz parçalanmamış ve örselenmemiş iyimserlikti. Küba’da devrim oluyor (1959); Güney Kore’de Syngman Rhee devriliyor (1960); Cezayir bağımsızlığına kavuşuyor (1962); Mısır’da Nâsırcılık sürerken (1956-1970) Irak ve Suriye’de Baasçılık yükseliyor; Abdülkerim Kasım (1958), Abdüsselâm Arif (1963), Saddam Hüseyin (1968) ve Hafız Esad (1970) darbeleri birbirini izliyor; böylece Orta Doğu’da bir dizi askerî diktatörlük kuruluyor — ve bunları hepsi prensip olarak “emperyalist zinciri zayıflattığı” (ayrıca bir de Sovyetler Birliği’ne yaklaştığı) için kestirmeden ilerici sayılıyor; daha genel olarak “Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının devrimci fırtınasının tekrar yükselişi”nden söz ediliyordu (nitekim Mao da bu yüzden, 1960’ta hem Syngman Rhee, hem Adnan Menderes yönetimlerinin çöküşünü birlikte kutlamıştı). Sözün kısası, kimsenin kafasında (güya devrimin getireceği demokrasi dışında) bir demokrasi ölçütü ve sorunsalı yoktu. Keşke olsaydı. Devrim ile darbeyi, birini aşağıdan yukarı kitlelerin, diğerini yukarından aşağı ordunun yapması açısından, bir nebze ayırt ediyorduk gerçi. Ama o zamanki kafamız öyleydi ki, “son tahlilde” (!) “içeriğe” veya “sonuca” bakıyor; “tarihin yönü”ne hizmet ettikleri ölçüde her ikisini üç aşağı beş yukarı olumluyorduk. “İyi, ilerici darbe”lerin peşine takılabilmemiz “doğru devrimcilik”ten büyük bir sapma değildi; tersine, devrimciliğimizin oldukça kolay ve doğal bir türevini ifade ediyordu.Keşke tersini yapsaydık. Keşke her ikisini de anti-demokratik ve anormal siyaset diye, şu veya bu şekilde şiddete dayalı siyaset diye olumsuzlasaydık ve hiç böyle projeler peşinde koşmasaydık. 1960’lar ve 70’lerde sol, 27 Mayıs’ın gölgesinde ve aslında çoktan miadını doldurmuş bir Komintern Marksizmi aşısıyla filizleneceğine, barışçı ve demokratik bir çerçevede kurulup yükselebilseydi, çok daha iyi olurdu.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik