İsrail’in Gazze şeridini işgali, bir süredir cumhurbaşkanlığı seçimlerine kilitlenmiş olan Türkiye gündemini alt üst etti. Arap Baharı sürecinde dünyada ve Türkiye’de unutulmaya yüz tutan Filistin sorunu, bir kez daha bu acımasız savaşla bize kendisini hatırlattı. Arap devrimlerinin yarattığı ve bir dönem hepimizi etkisi altına alan o yoğun iyimserlik Ortadoğu’yu terk edeli çok oluyor. 2014 yılının Ramazan ayında Müslüman ülkelerin çoğu otoriter yönetimlerle malul; iç savaş tehdidiyle, mezhep kavgasıyla, fukaralık ya da baskıyla anılıyor. Uzun zamandır bir açık hava hapishanesine dönüşen Gazze’deki kara harekâtı da tüm bu trajedilerin üzerine mum dikmiş oldu. Uluslararası toplumun neredeyse bütünüyle görmezden geldiği Gazze işgali Türkiye’deki siyasetçiler, medya ve sivil toplum örgütleri tarafından şiddetle protesto ediliyor. Böyle kriz dönemlerinde, insani diplomasi elbette bütünüyle rasyonel ve serinkanlı bir şekilde yürütülemez. Ancak diskur ve yaptırım, duygusallık ve etkinlik arasında çok büyük fark olduğunu da görmek zorundayız.AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin bu tip krizlere karşı daha duyarlı ve tepkili olduğu; uluslararası gündem oluşturmak için aktif çaba sarf ettiği bir gerçek. Gazze tek örnek değil. Erdoğan hükümetleri döneminde daha önce pek ilgilenmediğimiz yerlerdeki (Somali, Myanmar’daki Arakan Müslümanları gibi) krizler gündemimize girdi. Türk hükümetleri 1990’lı yıllara kadar kendi sınırları dışındaki insani meselelerle ilgilenmekten kaçınmıştı. Bunun tek istisnası Türkiye sınırları dışında yaşayan Türklerin ya da Türki toplulukların yaşadığı mağduriyetlerdi. Soğuk Savaş sonrasında “insani” politikanın kapsamı biraz daha genişledi ve İslami kesimin sivil toplum ve medyadaki varlığının da artmasıyla “ümmet” anlayışı en az “Türklük” kadar önem kazandı. O dönemde gündemimizi Bosna Hersek, Azerbaycan ve Çeçenistan meşgul ediyordu (aynı derecede trajik olan Ruanda soykırımı ise hiç etmiyordu).1990’lı yıllarda Türkiye’de “insan hakları” kavramı, “Batı’nın bize –ülkemizi bölmek için dayattığı” ama “kendisinin aslında sahip olmadığı” bir değer olarak anılıyordu. O yıllarda Kürtlerin ve Ermenilerin talepleri, başörtüsü sorunu vs. henüz insan hakları değil, “devletin bekası ve bölünmez bütünlüğü” kategorisi altında konuşuluyordu. 21. yüzyılda gerek “insan hakları” kavramının yaygınlaşması, gerekse insani diplomasinin kapsamının genişletilmesi konusunda çok mesafe kat edildi. Gerçi bugün de Türkiye’nin dünyadaki insan hakları meseleleriyle ilgilenmesini lüks ve gereksiz bulan, kendi “işimize bakmamız gerektiğini” ima eden bir kesim var. Düz mantıkla bakınca, Türkiye’nin önce kendi insan hakları karnesine eğilmesi, bu konuda model olmaya, ders vermeye kalkışmamasını salık vermek makul gözüküyor. Keza aramızda milli geliri kişi başına 11 bin dolar olan bir ülkenin insani yardım sıralamasında dünya dördüncüsü olmasını yadırgayanlar çıkabilir. Oysa insan hakları savunuculuğu ya da insani diplomasi böyle lineer ve tek yönlü bir eylem değil. (Zaten dünyada kendi kapısının önünü tamamen süpürdükten sonra bu işlere girişen kaç ülke var, o da ayrı bir mesele).20. yüzyılda insan hakları değerlerinin Batılı olmayan ülkeler tarafından benimsenmesi önemli bir kriterdi. Bugün de, ABD ve Avrupa’nın Gazze ve diğer bazı önemli krizlerdeki duyarsızlığı göz önüne alındığında, bunun pratik faydaları olduğunu görüyoruz. Ne var ki, Türkiye’deki insan hakları örgütleri 1990’lı yıllardan bu yana büyük ölçüde iç sorunlara odaklanmış durumda. Seküler kesimin dış dünyadaki insani krizlerle (Türkiye ucundan kıyısıdan dahil olmadıkça) ilgilenmemesi, Türkiye’deki insan hakları söyleminin İslami STK’lar tarafından belirlenmesine yol açıyor. İHH gibi insani yardım örgütlerinin doldurduğu bu alanda, dini duyarlılıklar insan hakları söylemiyle iç içe geçiyor. Klasik şema şu şekilde: Söz konusu Müslüman bir topluluğun mağduriyeti olduğunda hükümetin de, İHH gibi insani yardım örgütlerinin de politikası çok açık. O topluluğun çıkarları neyi gerektiriyorsa, argümanı ne ise Türkiye de o tarafta (Çinlilere karşı Uygurlar, Ruslara karşı Kırım Tatarları, İsrail’e karşı Hamas). Ancak işler Müslüman ülkelerde yaşanan krizlere gelince karışıyor (Suriye’de Kürtler, Türkmenler ve Sünni Araplar; Bangladeş bağımsızlık savaşındaki mağdurlar ve zalimler?). Faillerin Müslüman olduğu kıyımlarda ise genellikle Türk kamuoyunda sessizlik hâkim oluyor ya da olayın arkasında bir bit yeniği aranıyor (İŞİD, Boko Haram vs.). Bu tablo, Türkiye’deki insan hakları söyleminin, henüz kozmopolit bir duyarlılık haline gelmediğini açıkça gösteriyor. Aslında “ümmet” fikri, yani dünyadaki Müslümanların dertleriyle ilgilenmek, sadece aynı dili konuştuğumuz Türki gruplarla hemhal olmaktan daha ileri bir adımdı. Coğrafi olarak da, tematik olarak da ufkumuzu genişletti. Ancak Gazze’de ve diğer yerlerde görüldüğü gibi, sistematik ve etkili bir insani diplomasi bundan daha fazlasını gerektiriyor. Uzun vadeli, çözüm üretmeye dönük, raporlama vs. gibi rutin ve sıkıcı faaliyetleri de içeren, etkili bir insani politika nasıl sürdürülebilir?Türkiye’deki insan hakları duyarlılığının en zayıf yönü, tepkilerin anlık ve kısa vadeli olması. Bugün içimizden kaç kişi Başbakan Erdoğan’ın Çin yönetiminin Uygurlara “adeta bir soykırım” uyguladığı yönündeki sözünü hatırlıyor? Türkiye’nin bu tepkisi o dönem Uygur meselesiyle ilgili bir artı getirmedi; Xinjiang özerk bölgesindeki sorunlar –bir medeniyet ya da din savaşına indirgenemeyecek kadar karmaşık da olsa –bugün de aynen devam ediyor. Peki geçtiğimiz aylarda Türkiye gündemine ışık hızıyla girip çıkan Abdül Kadir Molla olayını hatırlayan var mı? O günden bu yana Bangladeş iç savaşına, savaş suçlarına dair bilgilerimizi tazelediğimizi umarım. Ancak bu zor görünüyor çünkü Türkiye’nin en büyük online kitapçısında Bangladeş ile ilgili hiç kitap yok. Geçtiğimiz yıllarda aniden dış politika gündemimize giren Myanmar ile ilgili kitap sayısı ise sadece iki. Peki ya Gazze? Önce Erdoğan’ın “one minute” konuşması, sonra Mavi Marmara trajedisiyle gündemimize giren Gazze’de deniz ablukası devam ediyor. İHH yetkilisi ve “insan hakları savunucusu” Bülent Yıldırım dün İsrail’e karşı alınabilecek bazı caydırma tedbirlerinden bahsetti: Türkiye’deki “sinagogların önüne insan mı yığalım?” diye sordu ve İstanbul’daki “gençleri artık tutamıyoruz” diye ekledi. Bir başka duyarlı kalem, Yeni Şafak köşe yazarı Cem Küçük, İshak Alaton’un Netanyahu’ya açıktan tavır almasını ve Türkiye’deki Yahudilerin İsrail bankalarındaki tüm parasını çekmesini salık verdi. Bunlar gerçekten de çok etkili yöntemler. Gazze’de bir işe yaramasa bile, Türkiye’yi demokrasi merdiveninde aşağı çekeceği kesin.Peki etkili yaptırımlar ne olabilir? Türkiye’nin İsrail’le her türlü siyasi, askerî ve ekonomik bağını kesmesini önerenler var. Doğrusu patlamış mısır yiyerek Gazze tepelerine inen bombaları seyreden İsrail gençlerini görünce ve 1967’den beri giderek genişleyen yerleşim bölgelerini ve karşı tarafın insanlığından şüphe eden sağ iktidarlara laf anlatmanın imkânsızlığını düşününce insan hak veriyor. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütler nezdinde gündem oluşturması önemli ama somut bir sonuç elde edilmesi, ciddi bir politika değişikliğine gidilmesi çok zor. İsrail mallarını boykot etmek, THY uçuşlarını iptal etmek, ikili ticareti caydırmak vs. akla gelen diğer yaptırımlar.Elbette ekonomik yaptırımların bir baskı unsuru olabilmesi için sadece Türkiye tarafından değil, en azından birkaç ülke tarafından benimsenmesi gerekiyor. Son olarak, bu tip çözümlerin Türkiye ve İsrail arasındaki diyalog ve pazarlık olasılığını sıfıra indireceğini –ve Türkiye’nin olaylara müdahil olma imkanını daha da azaltacağını – göz önünde bulundurmak gerekiyor. Kısacası, nasıl bir insani diplomasinin daha etkili olacağı, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir konu. Ve sonucu da maalesef garanti değil. Sonuç olarak, uluslararası norm ve değerlerden bahsetmek böyle günlerde daha da zor.
- Advertisment -
Sonraki İçerik