Sabahları erken kalkmak gibisi yok. Okunmamış gazeteleri tercih edenleri, ütülü gibi gelen gazeteyi açmayı sevenleri, sabahın erken saatlerini düşününce daha iyi anlıyorum. Henüz açılmakta olan bir günü az sayıda erken kalkan insanla birlikte sahiplenmek, bu erken vaktin sadece erkenci “tarla kuşları”na ait olduğunu bilmenin tuhaf ayrıcalığını hissetmek iyi geliyor insana. Gün, sanki sadece bizim için başlamış, diğerleri bu taze vakti kaçırıyorlar… Ayrıca, sabahları çok fazla söylenip duran kafalarımızın ifade haklarına saygı göstermek için daha fazla vakte sahip olmanın, böylece dolaylı da olsa, içimizde bir sakinleme hissetmenin getirdiği bir ayrıcalığımız da var.
Evet, bazı sabahlar kafam karmakarışık uyanıyorum. Sanki hiç uyumamışım, sanki uyku, yapması gereken derleyip toplama işini hiç yapmamış, tam tersine her şeyin iyice karışmasına sebep olmuş. Her zaman endişeli bir karışıklık değil bu, zaman zaman neşeli bir heyecan bile taşıyor. Ama her halükârda yorucu… İçinden tamamen çıkmak mümkün değil, bunu zaten istemiyorum da. Fakat birbirine garip bir şekilde sıkı sıkı bağlanmış akıp giden bu düşünceler duvarında bir boşluk açıp hava almak lâzım. İşte, sabahın erken saatlerinde daha yavaş akan zaman sayesinde, bunu bile sakinlikle karşılayıp, gerekli önlemi alabiliyoruz.
Bu aşamada iki önemli iş var: Birincisi, günün “mana ve ehemmiyetine uygun” bir müzik açmak. İkincisi, çay demlemek.
Ocaktaki çay yavaş yavaş demlenirken, ısrarlı bir ev toplama işine girişip, bazı konuların “ucu açık” kalmasına ısrarla özen göstererek rahatça fikirler arasında geziniyorum, toparlanmaya başlıyorum. Bazen “hiç olmayacak” saçma bir fikrin izini sürüyorum, kendime pek de itiraf etmeden. Her zaman korunması gereken “akıllı” ben ve hayâl kurmadan yapamayan, dengeyi kaybetmekten çekinmeyen “hayâlperest” ben karşı karşıya… Son zamanlarda ikincisine iltimas geçiyorum. Fayda hesabı yapmamak, “neyse o” deyip bırakmak hoşuma gidiyor. Akıllı olmanın sıkıcılığından da, koruyormuş gibi yapıp da hayattan elimizi ayağımızı çektirmesinden de kurtulmuş oluyorum. “Gelsin, hayat bildiği gibi gelsin/ İşimiz bu, yaşamak…”*
Erken kalkmanın bana kazandırdığı bu vakit sayesinde gereklilikler ve mecburiyetlerin ağırlığını küçümsemeye de alıştırıyorum kendimi. Bu durumda akıl biraz ağırlığını kaybediyor ve hayâller ile sorunsuz geçinip gitme yolunu seçiyor! Yoksa, geç kalkıp, hızla günün ortasına dalmak, her iki tarafta da ciddi pasif agresyonlara sebep olabiliyor. Ne de olsa herkes ya da herkesin içindeki farklı yanlar sesini duyurmak ister. Sesini duyuramayanlar, kendilerini yiyip bitirirken diğerlerine de zarar verirler.
Netlik aramanın, belirsizlikten, dolayısıyla hayâl kurmaktan kaçınmanın zamanımızın hastalığı olduğunu biliyoruz artık. Herkesin karnı tok, sırtı pek, herkes en güvenli alanda hareket etmeye çalışıyor. Bol bol meşguliyet icat ediliyor, boşluğa yer yok. Gerçek bir boşlukla karşılaşmak neredeyse imkânsız. Boşlukta, kontrol dışı düşüncelerin veya hayâllerin kafamıza doluşması tehlikesi var.
Önceden özene bezene kurgulanmış sürprizsiz ve risksiz alanda dolaşıp durmak için didinenlerin, şekilleri farklı olsa da içerikleri aşağı yukarı aynı olan yöntemleri var.
Kimi en baştan, hiçbir şeyin olumlu gitmeyeceğine kendisini ve çevresindekileri inandırıp, “rahat” etmeyi tercih ediyor. Ölümü gösterip bazen sıtmaya, bazen de doğrudan ölüme razı etmek… Meraksız yaşamak, kesinlikte huzur bulmak, iyi kötü her türlü ihtimale sırtını dönüp, muhtemel hayâl kırıklıklarından kaçınmak… Bu mantıklı tabii, biraz ucuna bucağına bakılırsa, bunu felsefi bir temele oturtmak da mümkün. Boşuna söylemiyor antik çağdan bu yana birçok felsefeci: Acılardan kaçınmanın en pratik yolu, beklentileri sıfırlamak. “Hayat bildiği gibi gelmesin, nasıl geleceğine olmasa da getirdiklerinin arasından neleri göreceğime bizzat ben karar veririm” diyorlar.
Bazı başka “acıdan kaçınma erbabı” ise olan bitenin iyi olduğuna inandırıyor kendini. Öğrenilmiş çaresizliği bir avantajmış gibi sunmak ya da aksini yapma seçeneğinin olmadığı yerde kabullenmenin geçici huzuruna teslim olmak. Tevekkülsüz kader anlayışı. “Zaten elimizden başka ne gelir ki?”
Her iki durum da, netlik, kesinlik ararken, tersine, buğulu bir camın arkasına geçip hayatı görmeye çalışmak gibi geliyor bana. Buğuyu silmek, hatta pencereyi kapıyı açmak ve dışarı çıkmak mümkünken, parmağını kıpırdatmamak… Belki de benim düşündüğümden daha çok boyutu olan seçeneklerdir bunlar. Korkuyu açıklamak, öyle her zaman kolay değil. Kaldı ki, korkarak korunuyoruz birçok tehlikeden. Ama her şeyin aşırısı da zıddına dönüşüyor işte kendini göstere göstere. Kesinlik için ölüp bitmek, çevresindeki her şeyi bulanıklaştırıyor.
İnsan ne zaman hayâl kurmaktan vazgeçer? Ne zaman hayatın buğulu bir camın arkasından da olsa, uzaktan göründüğü kadar olmasıyla yetinmeye başlar? Bunun için, kuşkusuz, okulları bitirmek, iş güç sahibi olmak, evlenip çoluk çocuğa karışmak gibi kırılma noktaları vardır. Yorgunlukların üstüne, insan kendini ve hayatı çözmüş hissetmeye mecbur hisseder belki, gerçekleri görmek istemedikçe, hayâlleri de kendisine fazla görmeye başlar. Hayâl kurma cesareti sessizce tuzla buz olur. Artık şaşırmak istemez, her şeyi gizemsiz de olsa kontrol altında görmeye dar atar kendisini.
Lisede bir öğretmenimiz vardı. Şimdiden bakınca hepimizin gülümseyerek hatırladığı bir şahsiyet. Tüm öğrencilerin tek tek “nasıl” ve “ne” olduğunu, çalışıp çalışmadığını her daim bir bakışta bilebileceğini düşünürdü. Hâl böyle olunca, sözlü sınavlar da, sadece birer şekilden ibaret kalırdı. Tahtaya kalkarsınız, sorduklarına cevap vermeye çalışırsınız. O ise, verdiğiniz ya da veremediğiniz cevaplara hiç takılmaz, kafasında zaten var olan notu basar: “Sen zaten, genelde pek çalışmıyorsun canım, otur, iki!” Sorulara verilen cevapların ne önemi var? Çalışıp çalışmadığımızı öğretmenin nereden edindiği belli olmayan net ve kesin kanaatinden daha iyi gösterecek değiller tabii!!!
Biz, bunu komik bulur, geçerdik, öğretmenin hakkımızı yediğini de aklımızdan geçirmezdik. Çünkü hayat o kadar güzelken, sınırları belli belirsiz de olsa hayâller o kadar büyükken, gençlik iyimserliği öylesine hüküm sürerken, böyle önemsiz bir konu hiçbirimizin aklını çelemiyordu.
Şimdi bu öğretmenin biz öğrencileri ile ilgili ön yargılarıyla, hayâl kurmaktan korkanların hayatla ilgili ön yargılarını, birbirine benzetiyorum: Ya bu sefer çalıştıysak? Veya ya hayat öyle değilse?
Bize her biri ayrı ayrı garip gelen ön yargılı öğretmenleri hayâl kurmaktan korkanlarla baş başa bırakalım, yazının sonuna 19. yüzyılın ilk yarısından romantik Fransız şair-yazar Alfred de Vigny’nin şu sözünü alalım:
“Başarılmış bir hayat, olgunluk çağında gerçekleşen bir ergenlik hayâlidir.”
Kabul ediyorum, “başarmak” ile “hayat” birlikte, kulağa çok hoş gelmiyor. Hayat daha çok başaramadıklarımızla ilgili bir şey. Ama bu cümlenin hayâller bağlamında okunması da mümkün. Yeni yetmeyken, korkusuzca hayâlperestken ya da şimdi, yettiğimizi sandığımız bu yaşımızda hayâl kurarken, önümüze iyi şeylerin başımıza gelmesini de içeren bir imkânlar seti koyuyoruz. Gerçekleşse de gerçekleşmese de, iyimserliği üstümüze siniyor. Aslında o kadar korkacak bir şey yok yani. Ondan sonrasında, hayat bildiği gibi geliyor zaten. Cirmi kadar yer yakan kesinlikler için kocaman hayâllerden vazgeçmeye, başarılmaya değebilecek bir hayatı göz ardı etmeye hiç gerek yok.
* Sezen Aksu (Tabii ki)