“Bahçelerden erik hırsızlıklarını, Şehzade Camisi’nin içinde kira ile bisiklete binmelerini, yazın arsalarda gösteriler düzenleyen cambazları seyretmesini, sinema biletlerini, yağmurlu havalarda sinema kapılarını, “Kokusu hâlâ burnumda… Ah o meyvalı gazoz kokuları”nı, gazoz kapaklarını, kıl testereyle kesip boyadığı kontraplaktan yedi cüceler, pinokyolar, mikileri, ilkokulda buram buram deri kokan çantasını, beyaz yakasını, yarım önlüğünü, ilk gün yediği tokadı… Yeniyken bile dizleri yamalanan pantolonunu (Süvari yaması)… Komşunun “kedilerden yapılmış yumuşak evi”ni… Halk Kütüphaneleri’nde okuduğu kitapları… Bir ambalajın içinde mini mini paketlenmiş (çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane) Nestle çikolatalarını… kompostoları… “çok çocuklu bir bahçeye benzeyen” gürül gürül suları kana kana içmesini… “su gibi ömrün olsun”ları…
“O kadar arsa, o kadar çok bostan (bahçe) vardı ki yörede, otların, ağaçların kokusunu hâlâ duyar gibiyim bugün. Düşsem, bir yerim kanasa, kırmızının yanında yeşil bir leke de bulunurdu mutlaka” deyişini…
Otuz dört yıl önce, 28 Mayıs’ta yitirdiğimiz Edip Cansever’in “Gül Dönüyor Avucumda” kitabındaki “Yaşam Öyküsü”ne bakıyorum… Oralardan bakınca, aramızda yıllar, kuşaklar filan yok sanki. (Elbet vardır da… İstim üzerindeyken ben kabul etmem böyle itirazı; insicamım bozulur, anılarımı yığdığım şiirim yerle yeksan olur. Böyle mevzularda düzeltici müdahale, kibirden sonra –burun farkıyla- ikinci büyük günahtır)
Çizdiği çocukluk peyzajına beş duyumla şahidim. Çayırda-çimende “kırmızının yanında yeşil lekeli” diz-dirsek yaraları, “süvari yaması” da aynıyla vâki.
O satırları, onların getirdiği kokuları öyle(ce) almam muhayyilemin anlık lâdesi desem… Diyemem, hepsi aklımda. “Gülün (de) kokusu vardı” hem… Kokusunu duyduğumuz çağlardı onlar. Ondan unutmazdık, unut(a)madık.
Eski fotoğraflar gibi kokardı: “Lefter’deki laternacı laternanın kapağını açar, Rum sevgilisinin fotoğrafını gösterirdi. Eski resimler çıkardı, resim resim kokardı.”
Zamansız fotoğraflardı onlar, çocukluğumuzun vakitsiz fotoğrafları… Soldukça kokardı; hayat bizi lâdese getirmesin, Hades’in “unutuş çeşmesi”ne götürmesin diye.
Hürriyet, bir çocukluk imtiyazı…
Bir de “hürriyet” tabi. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi “çocukluğumu(zu)n “belli başlı imtiyazı hürriyetti”. O “hürriyet” sayesinde, “hayatı ve sokağı kazanmıştık”.
Mevzu o patikadan yürüyünce, “kuşak farkı”nı böyle satırlarda/dizelerde hissetmek zor.
Neredeyse… Hep birlikte “o kuşaklar” diye anılmak, “o zamanlı olmak” mümkün sanki. Mâkul bir illüzyonla hemen ya da kahve hatırı logaritmasıyla 41 sene sonra, mümkün.
O zamanlı olmak… Emrah Serbes’in “Hikâyem Paramparça”daki deyişiyle, “İnsan bir yerde doğdu mu oralı olmuyor, o zamanlı oluyor daha çok. Memleketi o zaman oluyor”. Öyle bakınca, herkes biraz çocukköylü, psikososyal otopsideki “diz yarası”yla herkes biraz oralı, hepimiz hemşehri.
“Siz yok mu, sizin her yeriniz şaşırıp kalmaya istekli /Bir bakın, uyanıp kalkınca çocuk olmalarım var benim” diyor ya Cansever, ondan işte. Çocukların “mâkul, anlaşılır, tatmine dayalı rüyalar” gördüğünü savunan Freud ne derdi bilmem ama… Bence rüyalar kısa pantolonludur ve sabahlar/uyanmalar oradan kalma… “Islak rüyalar” da, gözyaşı dâhil.
Şurası kesin; “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk /Hiçbir yere gitmiyor.”
Gitmiyor da, bir sabah uyandığında sanki birdenbire çekmeceye kilitleniyor o gerçek çocukluk, o gerçek oyunlar… Çarşamba oynuyorsun son oyununu, Perşembe yok. Bir dünya kapanıyor yahut öyle hatırlıyorsun. Cuma günü okula, baba terzisinden vatkalı gidiyorsun.
Duyguları(n) kalıyor… Hayatın boyunca “yetişkinler”den saklamaya, üzerini örtmeye çalıştığın koşturan duyguların. Çocuk aklı işte. Ve anılar kalıyor… Kalıyor da, “anılar, anılar, belki hepsi bir kelime”.
Kedisi yavrulayınca lohusa şerbeti dağıtan Nigâr Hanım
Her çocukluğun ergenliği, gençliği, yetişkinliği var elbet. Yani kronolojik olarak, yoksa süzme çorbadan mercimek ayıklanmaz…
Cansever bir koşu büyüyen ama çocukluğunu da elinden tutup gezdiren insanlardan. (Ama her gittiği yere götürmez)
Aşkla ilkokul son sınıfta tanışıyor. Önce Güler’e, sonra Nebahat’a âşık oluyor, birinin bacağını sıkıyor. Okul tatil olunca babasının dükkânında çıraklık günleri başlıyor. Nefret ediyor… Para kazanmaya başlayınca soluyor nefreti.
İlkokulla birlikte “Koca kafa Edip” nakaratları da geride kalıyor. İkinci Dünya Savaşı, karartma günleri… Fatih’te yeni bir ev, artık masada yenilmeye başlayan yemekler… Yirmi kedisi olan, kedileri yavrulayınca -kızamık şekerinden- lohusa şerbeti dağıtan Nigâr Hanım, ölü helvaları…
Şiir, ortaokulla başlıyor. O döneme dair anıları daha silik. Fatih Camisi’nin arkasındaki Gelenbevi Orta Okulu… (“Hilâl gözle değil, hesapla ölçülür” deyince Şeyhülislam’dan “resmi azar” işiten ve o üzüntüyle beyin kanaması geçirdiği rivayet edilen Gelenbevi İsmail Efendi’nin ismi nasılsa bir okulda kalmış) Yeditepe’de Nisan 1954’de yayınlanan söyleşisinde orta ikide, 13 yaşlarında, annesinin Bursa’ya gitmesi üzerine bir “gurbet şiiri” yazdığını söylüyor. İlk şiiri… Bir çocuk dergisine gönderiyor, yayınlanıyor. Ciltlettiği Hayat Ansiklopedileri… Martılar, iyot kokuları… Yenikapı’da, kömür iskelesinde, donla öğreniyor yüzmeyi. İlk radyo, ilk pikap, Münir Nurettin, Safiye Ayla, Müzeyyen Senar.
İstanbul Erkek Lisesi… Öğle arasında dışarı çıkmak yasak. Ekmek karnesini unuturlarsa, bahçe penceresinden ayva ve leblebiye tâlim… Onuncu sınıfta ilk Genelev. (“Her şair gitmiştir de, bir Cansever gitmemiştir”, gelirdi bana. Napsın, arkadaşları hayta…) Tevfik Fikret etkisi ve biteviye şiir… ABC Kitabevi’nin müdavimi; Klasikler’den çıkan hiçbir kitabı kaçırmıyor. Kitapçıda çalışan kız ona kitaplar ayırıyor. Bir defasında Sait Faik’in Medarı Maişet Motoru”nu veriyor, “Sakın kimseye söyleme benden aldığını, kitap bugün toplatıldı çünkü” diyor. (¹)
Bir İkindi Üstü Ömer’i terk etmek…
Sırada yarıda bırakacağı Yüksek Ticaret Okulu var. Ve babasının Kapalı Çarşı’daki halı, hediyelik eşya dükkânının anahtarlarını eline tutuşturması…
On dokuz yaşında ilk şiirlerini topladığı ama daha sonra hiç barışamadığı “İkindi Üstü” kitabı basılıyor. Ömer Edip Cansever ismiyle… Kısa süre sonra o kitapla birlikte “Ömer”i de geçmişinde bırakıyor. (Kitabıyla geçimsizliği o kadar koyu ki, Mehmet H. Doğan’a gönderdiği biyografide “İkindi Üstü”nü –mecburen- anarken, parantez içine “o kitap sende yoktur inşallah” dileğini iliştiriyor.
Yine 19’unda Mefharet Erk’le evleniyor. Erk, gazeteci, yazar Sevim Dabağ’la kısa söyleşisinde “Çok erken yaşta evlendik. (…) Belki beraber büyüdük; onun deyimiyle belki de bir sardunya büyüttü bizi” diye anlatıyor, ölene kadar, 39 yıl süren evliliklerini. (2)
Sözüm meclisten dışarı… Burada bir parantez, iki paragraf açmam gerek. “Birlikte büyüdük” evliliklerin (belki “ergen-reşit kertmesi” diyebilirim) önemli bir bölümü, büyümeyi “akıl-mantık mertebesi” olarak tanımlıyor/hedefliyor olmalı. O hedefle, kemâle eri(şi)nce, evliliği her sarsıntıda “Yahu akıl var, mantık var” şiarıyla ömür boyu götürmek (de) mümkün.
Bu durum için de “erişimsel mantık evliliği (muvâsalat-ı mantık izdivacı)” uslamlamamı fevkalâde uygun gördüğümü belirtip, gerisini muğlak bırakmaktan yanayım.
Ruhi Bey’in annesi, kimin annesi?
İkinci paragrafım ise “bizi sardunya büyüttü” vurgusuna dair. Cansever’in unutulmaz şiir kahramanı “Annesiz Ruhi Bey” düşüyor aklıma; “Büyük bahçelerin küçük içinde /Saksılardan birinde /Gördüm de /Uyurken uyandırılmış gibi /Beni bir sardunya büyüttü belki de…” Cansever’in annesinin adı Pembe… Sanki Edip, pembe sardunyalardan doğurmuş annesinin adını.
Aslında “sanki”ye gerek yok. Evet mutlaka o, öyle doğurmuş; “Gelsem gelsem bir solgunluktan gelirim /Kızgın bir sardunyanın üstelik üvey çocuğu /pembe pembe azarlanırım” diyor ya şiirin devamında… Mehmet H. Doğan’a gönderdiği–kendi kaleminden-biyografisinde, annesi Pembe Cansever’e ayırdığı bölüme bakalım şimdi: “Annem sık döverdi, babamsa yılda bir iki kez. Tavanarasına kaçardım, merdivenlerden yorulur, yetişemezdi bazen annem. Bir keresinde yetişti, dama çıkacağımı anlayınca korktu ve vazgeçti. Umutsuzlar Parkı’nda yazmıştım bunu sanıyorum…” Tesadüf müdür bunlar, değildir şiirde. Şiirde tesadüf olmaz, şairin elinden döküldüğü an “tesadüf” vasfını yitirir ve artık ona “mutlak” deriz şiirin içdenizinde.
Çocukluk, sokaklar, sardunyalar, “her yanı çocuklar gibi gülümseyen” ya da içini öyle çeken şiirler… Oralardan gelip geçen hayatlar… Canseverli günlerle, sokaklarla, “sardunya renginde ve sardunya tadında” şiirle sürdürmeye çalışacağım bir süre yazılarımı.
(1) 1970’lerin başında Mehmet H. Doğan’a gönderdiği uzun otobiyografiden…
(2) İki kız, bir erkek çocuk annesi, sekiz torununanne-babaannesiMefharet Cansever 2017 Şubat’ında öldü. Aşiyan’da Edip Cansever’le yatıyor.
KAPAK FOTOĞRAFLARI: İlk kare, dört kardeş: Ayten Böke, Edip Cansever, Edibe Aykaç, Perihan Öğüt. İkinci kare: Eşi Mefharet Cansever’le birlikte.