[15-16 Ağustos 2019] Günümüz tarihçiliğinde imparatorluklar yeni ve büyük bir çalışma alanı. İnsanlık zaman içinde, zigzaglı bir şekilde de olsa küçük birimlerden daha büyük birimlere doğru ilerliyor. Başka her şey eşit olmak kaydıyla, geniş topraklar sınırlı topraklara kıyasla daha avantajlı (çünkü daha kalabalık bir köylü nüfus, dolayısıyla daha fazla “vergilendirilebilir artı-ürün,” ya da başka tür doğal kaynak zenginlikleri, ayrıca savaş açısından savunma derinliği vb anlamına geliyor).
Madalyonun tersinde, tarihin şafağında büyük birimleri yönetmek çok daha zor. Ulaşım ve iletişim teknolojisi çok geri; mesafeler çok uzun; yerel heterojenlikler (diller, etnik-dinî gruplar, aşılmaz gözüken coğrafyalar) çok fazla; ticaret örüntüleri henüz zayıf; ödeme araçları kısıtlı (para uzun süre nâmevcut); kültürler-arası tercümanlık ve bilgi taşıyıcılık kapasitesine sahip kişi, veya gruplar son derece nadir (ve dolayısıyla kâh casus, kâh tacir, kâh danışman olarak paha biçilmez değerde). Ordular ve bürokrasiler kırılgan; ideolojik aidiyetler sathî; devlet tecrübesi (örneğin “ortalama vergilendirme” ya da “köylüyü yiyip bitirmeme” yaklaşımı) ancak adım adım teşekkül ediyor. Onun için, bağımsız klanların av alanlarından, kabile federasyonları ve konfederasyonlarının daha geniş “il” veya “yurt”larına; oradan kent devleti ve tarımsal hinterlandına; oradan ulus-devletlere; nihayet ya çok büyük ulus-devletlere (ABD, Çin, Brezilya, eski-yeni Rusyalar), ya da ulus-devletler arası birleşme ve ortak yönetişim arayışlarına (Milletler Cemiyeti, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği) geçişimiz binlerce yıl boyunca ve o kadar zahmetle ilerliyor.
Bu çizgi üzerinde imparatorluklar, başlı başına bir fenomen. Her devlet bir imparatorluğa dönüşemiyor. Dahası, imparatorluklar da (a) başta küçük, zamanla büyüyor; (b) başta kısa süreli, zamanla dayanıklılık ve kalıcılık kazanıyor. Mezopotamya’ya sıkışmış bütün o Elam, Akkad, Babil, Asur 1-2 imparatorlukları hem (bugünün gözlükleriyle baktığımızda) ufacık, hem de varlıkları 50-100-150 yıldan ibaret. Medler 200 yıl ama çok gevşek; bir kabile konfederasyonu düzeyini pek aşabilmiş değil. Dolayısıyla ilk ciddi imparatorluk Persler (Ahemenidler). Hem tek bir coğrafî nişe kapanmış değil (İran artı Mezopotamya artı Anadolu), hem de çok daha örgütlü; dolayısıyla 200 yıllık bir istikrarı temsil ediyor (550-330, İskender gelip çatıncaya kadar). Bu arada Eski Yunan şehirleri ise, “küçük ve çok” (small and many) paradigmasına hapsolmuş bencillik ve kıskançlıkları içinde, bir noktadan sonra gelişemiyor ve Makedonya’ya kolay yem oluyor. Derken Roma çıkageliyor ki, muazzam bir sıçrayış: (Bizans’ı saymasak bile) kabaca bin yıl ve bütün Akdeniz havzası. Bu yüzden, hafıza ve muhayyilelerde o kadar yer ediyor; bu yüzden, ister sonraki bütün Germen veya Slav kökenli Ortaçağ krallıkları, ister Osmanlılar, ister modern İngiliz emperyalizmi, kendilerini şu veya bu ölçüde Roma’nın devamı veya meşru halefi gibi göstermeye çalışıyor. 1453’ten sonra II. Mehmet, elkâbına bir de Kayzer-i Rum ünvanını eklemek ihtiyacını duyuyor.
Peki, insanlık tarihinde zaman zaman zuhur eden bu imparatorluklar, görece kısa veya uzun yaşamları süresince ne yapıyorlar da bu kadar geniş toprakları ve değişik kavimleri, insanları ve kültürleri bir arada tutabiliyorlar? Her şey fetih ve askerî üstünlükten mi ibaret? Yoksa başka faktörler de söz konusu mu? Bundan herhangi bir ders çıkarılabilir mi, insanlığın geleceği açısından? Başka bir ifadeyle, istilâ ve işgal, baskı ve zulüm, eşitsizlik, ırkçılık ve sömürü gibi unsurlardan tecrit etmek mümkün olsa, imparatorlukların “olumlu” tecrübeleri var mı, daha âdil ve barışçı bir dünya hükümeti projesine taşıyabileceğimiz? Ya da hangi “emperyal” liderler ve politikalar görece başarılı, hangileri başarısız oluyor? İşte sözünü ettiğim yeni nesil imparatorluk etütleri ve literatürü, biraz bu sorunlarla, biraz da dağıldıklarında geriye ne kaldığı (veya kalmadığı) ile uğraşıyor.