Bir kaç günlüğüne Akyaka’ya geldim. Muğla-Marmaris yolunun tam ortasında kalan bu ilginç yere girer girmez, ahşap-taş karışımı mimarisi, rengarenk bahçeli evleri ve bakımlı küçük otelleri herkes gibi beni de etkisi altına aldı. Bildik tatil yerlerine benzemiyordu. Deniz kenarı değildi bir kere. Buradaki insanların deyişiyle, “deniz üstü”ydü. Sırtını dağa, yüzünüyse bereketli Gökova’ya dönmüş bu huzurlu yamaçtaki beldenin bitmeyen esintisini, yemyeşil ve masmavi sularını, ormanını, sebzesini-meyvesini ve insanlarının cana yakınlığını (girdiğim bir marangoz atölyesinde atölyesinin dağınıklığı nedeniyle özür dileyecek kadar hem de!) uzun uzun anlatmak gerekir belki fakat beni bunlardan önce ve öte etkileyen şey, söylediğim gibi, bütün ticarileşmesine rağmen belirli bir özü koruyan mimarinin ardındaki sır oldu.
Çok geçmeden kalacağım evi bulmak için sokaklara bakınırken Nail Çakırhan ismini gördüm. Ve birden hatırladım Nail Çakırhan’ın hikâyesinin belli bölümlerini… Mimarlık eğitimi almadığı halde Ağa Han ödülü alan ilk kişi diye kalmıştı aklımda. Mektepli mimarların onun başarısından çok da hoşlanmadığını, ödülün politik nedenlerle verildiğini düşünenler olduğunu okumuştum. Muğla evini yeniden yorumlayarak kendi evini yapma macerasını ve arkeolog eşiyle yaşadıklarının detaylarını tam olarak hatırlamasam da son derece ilginç bir hikâye olarak kodlamıştım zihnime; bir gün bakılması gerekli bölüme ayırmıştım. Çok geçmeden “Çakırhan’ın ruhu sinmiş buraya” dedim kendi kendime. Buranın sırrı, Nail Çakırhan’ın kendi kendisine giden yolunun buradan geçmiş olması. Şansa bakın ki sokağın başındaki evini gördüm az sonra, birkaç bina ötesinde kalıyordum.
***
Ertesi sabah uyandığımda, üstad İsmail Kara’nın “Cumaalık” adıyla ara sıra yaptığı gibi dergilerde çıkan bir yazısını yolladığını gördüm e-postamda. Ne yazarsa yazsın, bir vesile bulup mutlaka Nurettin Topçu’dan da bahsedeceğini bildiğim ve ahlak denilen şeyin şahsında ete kemiğe büründüğünü düşündüğüm bir isimden gelen bu postayı da hep yaptığım gibi bekletmeden okudum; heyecanla ve saygıyla. “Dünyayı Güzelleştirme İhtirası” başlıklı, Dergâh dergisinde yayımlanan bu yazı, İsmail Kara’nın Turgut Cansever’le ilk karşılaşmasından başlamak üzere artarak devam eden yakınlığını, onun mimarlık anlayışının bu toprakların derinlerine inen köklerini, Batı’yı ve Doğu’yu kendi içinde birleştirebilen sezgilerinin düşünce halinde mimariye yansıtılma biçimlerini ve bunun kendisinde ve çevresinde yarattığı heyecanı anlatıyordu. Onun kendinden eminliğinden, bütümn bir hayat boyu yaptığı hazırlığından, mimariye bakarak koca bir tarihi yorumlayabilir oluşundan ne denli etkilendiğini yazıyordu.
Hiç almadığı bir dergiyi bir gün tesadüfen satın almasıyla karşılaştığı bu büyük isimle sonradan tanışıp onun çeşitli işlerine kıyısından köşesinden dahil olan Kara şöyle anlatıyordu Cansever hakkındaki hissettiklerini: “Dünyayı yeniden imar ve inşa etmeye hazır filozof bir mimarla, umur görmüş, aktivist bir mütefekkirle karşı karşıya olduğumuzda şüphe yoktu. Sanki tarih, geçmiş, bugün, gelecek bütün kuvvet ve zaaflarıyla onun sırtında, omuzlarındaydı. Yığılmış, çetrefil bir hal almış aktüel meseleler de öyle… Mesuliyet idraki yüksek bir insan olduğu her halinden belliydi. Ağır yükleri, problemleri, zorlu tecrübeleri, başarısızlığa uğra(tıl)mış teşebbüsleri ileriye doğru atacağı adımlar için kafasında bir imkân, bir çıkış yolu, hatta bir ümit haline getirmeye niyetlenmişti.”
Yazının ilerleyen kısımlarında bir vesile Nurettin Topçu’yu hatırlayacaktı ama belki asıl alıntıladığım bu bölümdeki “mesuliyet idraki”yle hatırlamalıydı (eminim hatırladığına!). sonrasında şöyle devam edecekti İbn Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem’i ve Gazalî’nin İhyâ’sını hep el altında tutan Galatasaray mezunu bu az bulunur kişiliğin portresinin detaylarına: “Evrenselle mahalli olan, tarihte olanla bugün olan, teori ile pratik yan yana, iç içe durabilecek, belki konuşabilecek hale gelmişti. İmkânsızlıklara ve haksızlıklara varan hayatının zorlukları ümidini biliyor, kahredici bazı şahsî tecrübeleri adeta seyrüsülûkun tamamlanması için lüzumlu mistik bir kaynak, bir ihtiras, bir ızdırap haline dönüşüyordu.”
Bu yazının benim açımdan en can alıcı ve vurucu kısmınıysa şöyle anlatıyordu Kara: “Fakat onu fikren derinleştiren, fiilen tahkim eden şey okuması ve düşünmesinden daha ziyade muh- temelen yapmasıydı, her halükârda yapmaya azmetmesi, bütün ciddiyetiyle büyük denemelere teşebbüs etmesiydi… O aynı zamanda bir hareket ve mücadele adamıydı. Mesleği de bunu gerektiriyordu.” (Bu satırları yazarken Nurettin Topçu’yu hatırlamamış olamaz!)
İsmail Kara’nın bu cümleleri bir anda Turgut Cansever’le Nail Çakırhan arasında, bu iki uzlaşmaz ruhta kendiliğinden kurduğum bağlantıyı açıklar gibi oldu. O kadar da uzak dünyaların insanları değillerdi belki de. Her ikisi de düşündüklerini ve doğru bildiklerini yapmak ve denemek zorunda olan insanlardandı. Çok hata yapmış olmalılardı bu yüzden. Çok acı çekmiş olmalılardı. Bu hataları ve denemeleri her defasında kendi kendilerine yaklaştırmış, derinlerdeki öze doğru içsel bir yolculuğun gerekli gücünü sağlamış olmalıydı.
Bu düşüncelerle Nail Çakırhan’ın enteresan hikâyesine yakından bakmak istedim. Tesadüfen, Akyaka’yı Sevenler Derneği’nde uzun yıllar bulunmuş tecrübeli bir mimarla konuşma fırsatı buldum. Varisleri olmadığı için (en azından Türkiye’de olmadığı için diyelim!) bu tartışmalara konu evi artık bir bakıma “sahipsiz”di. Anahtarı yakınlardaki bir otelin lobisindeydi. Şansınız varsa ve otel görevlileri fazlaca meşgul değillerse, otelin sahibi iyi günündeyse içini görme şansınız oluyordu ama bu şansı yakalasanız da evin bakımsızlığı canınızı fena halde sıkıyordu. Böylesine önemli bir kültür varlığının ve öyle veya böyle çevresini epeyce etkilemiş bu kendine özgü yapının kapalı kalmasını açıklamak hayli zordu.
Bunun önemli nedenlerinden biri, asıl adı Nail Vahdeti olan Çakırhan’ın dediğim gibi hayli tartışmalı bir karakter oluşuyla ilgilidir. Daha açığı, siyasi çizgisi ve alışılmadık görüşleridir. Daha lise yıllarında yazdığı bir şiir nedeniyle kadınlara hakaretten yargılanır (İstanbul sözleşmesi olmasa da böyle şeyler olabilir!). Sonrasında, müstebitlerden, derebeylerden söz ettiği bir başka şiiri yeniden başına dertler açar. Atatürk’ü kastettiği düşünülür ve Atatürk’ün “Bırakın çocuğu, ayıptır!” talimatıyla salıverildiği söylenir. Çünkü gerçekte de o Muğla’daki ağalık düzenine ve ağalara kendince baş kaldırmaktadır. Sonra Nazım Hikmet’le yolları kesişir. O kadar kesişir ki birlikte birkaç yıl koğuş arkadaşlığı yaparlar. Hukuk fakültesine girer ama yapamaz. Kaydını Tıp fakültesine aldırır, yine olmaz. En son felsefede karar kılar. Uğruna hapislerde yattığı ama ne olduğunu da tam olarak bilemediği sosyalizmin nasıl bir şey olduğunu öğrenmek için kaçak yollarla Sovyetler Birliği’ne gider. Komintern’le ilişki kurar ve Moskova’da Puşkin Meydanı’na yakın bir yurtta üç ay Rusça öğrenir. Moskova Doğu Halkları Üniversitesi’ne girer. Orada iki buçuk yıl sosyalizm ve ekonomi görür. Stalin, Tito, Hoşimin, Kruşçev, Dimitrov gibi önemli siyasetçilerin bazılarını görür. Bazılarıyla tanışma fırsatı bulur. Öğrenimi sürerken bir yandan da uygulamaları yakından görmek ister ve kendi isteği üzerine Moskova yakınlarında bir tekstil fabrikasına gönderilir. Fabrikada çalışan kadınlardan biriyle evlenir (Ne hayat ama!) Çok geçmeden İkinci Dünya Savaşı patlak verince hükümetin emri üzerine sekiz aylık hamile karısını bırakarak (yasal varisi belki de bugün Rusya’dadır yani!) Türkiye’ye dönmek zorunda kalır. Döner dönmez kaçak yollarla gittiği için yargılanır ve hafif bir cezayla kurtulur.
Bir süre sonra arkeolog Halet Çambel ile evlenir. İşsiz bir adamdır. Eşinin Adana Karatepe’de yabancılarla birlikte yaptığı kazılara katılır. Kazıda çıkan arkeolojik buluntuların restorasyonu, korunması ve sergilenmesi için geniş bir alanın saçaklıkla örtülmesi gerekmektedir. İşe başlayan müteahhit bırakıp gitmiş, yerine yenisi bulunamamıştır. Ve evet, saçaklığın Avan projesini Turgut Cansever yapmıştır. İşi yürütmek Nail Çakırhan’a kalır. Oysa hiçbir teorik bilgisi ya da tecrübesi yoktur. Mimarlık eğitimi almamıştır, o güne kadar çivi bile çakmamıştır. Kitaplar okumaya başlar, ustalarla konuşur ve son derece başarılı bir uygulama çıkarır ortaya. Bütün bu süreçlerin sonunda Türkiye’nin ilk açık hava müzesi ve ilk geniş saçaklı “çıplak beton” uygulaması ortaya çıkar. İş bu kadarla kalmaz: kazı evi, karakol, orman bölge şefliği binaları, bölge yatılı okullarının inşaatı gelir ardından.
Turgut Cansever’le karşılaşması bununla da bitmez. Sonradan bu kez Cansever’e Ağa Han ödülü getirecek olan Türk Tarih Kurumu binasının inşaatını gerçekleştirir. Ardından, Alman Lisesi’nin yapımı gelir. Aynı yıl, Halet Çambel Ergani’de Chicago Üniversitesi işbirliği ile kazıya başlamıştır. Orada da bir kazı evi yapar, kazılara yardım eder. Katkılarından dolayı eşiyle birlikte Chicago Üniversitesi’nin davetlisi olarak Amerika’ya çağrılır. Üstelik süresiz vize verilmiştir. Gidemezler. Yoğun çalışmalardan yorgun düşmüş, sağlığı bozulmuştur. 1970’te Doktor tavsiyesine uyarak eşiyle birlikte Akyaka’ya yerleşirler. Burada iki dönümlük bir arsa satın alır ve işte o meşhur ödüllü evlerini yaparlar. Cansevervari bir biçimde Ula’nın geleneksel evlerindeki mimariyle günümüz koşullarını insanla çevreyi buluşturan, estetikle düşünceyi iç içe geçiren mütevazi bir ağırbaşlılıkla başını öne eğip toprakla bütünleşen bu küçük ev çok sevilir ve peş peşe gelen talepler bugünkü Akyaka’nın ardındaki sırlardan biri olur.
Son derece enteresan bir hikâyenin ardındaki bu adam, okuldan yetişme bir mimar, iyi eğitimli bir bilgin ya da politik çizgisi alışıldık kalıplara uygun biri değildir belki ama -bu kez Nurettin Topçu’yu anan ben olarak!- düşündüğünü yapan, bildiğini uygulayan bir “yapıcı” olarak mimarinin harekete geçmiş, insansılaşmış halidir. Bu gibi insanlar kaçınılmaz birer “hayat aktivisti”dir. Geçmiş ve gelecek bugün hareket halinde ve hayat sürekli bir oluş içerisinde kendi biçimini bulma arayışındadır ve mimari, bunun belki de en önemli dışavurumu olarak Çakırhan gibi, Cansever gibi sanatkârların ruhundan dışarı taşmak ihtiyacındadır. Nail Çakırhan ya da Turgut Cansever gibi insanlar, her şeyden önce kendi hayatlarının mimarı oldukları için mimarideki arayışları kendilerinden başlayıp kendilerinde biten felsefi ve mistik, şiirsel bir yolculuktur. Bu isimleri kilitli kapılar ardında kalmaktan kurtardığımızda, kendimizi de kurtarmış oluruz bu yüzden ve politik görüşlerini tarihe bırakarak ele aldığımızda kilitli meselelerimizin de anahtarlarını bulmuş oluruz. Daha önemlisi, her ikisini de aynı anda sevebilir insanlar haline gelebiliriz belki ve bu sayede mimarlık eğitimi almaksızın kendi evimizi inşa edebilir hale gelebiliriz.