Evvela Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin (DİTAM), ardından da Democratic Progress Institute’ün (DPI), Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nu konuk ettiği iki on-line toplantıya katıldım. Böylece çok kısa bir sürede –dört gün içinde- Davutoğlu’nu iki kez dinleme fırsatı buldum.
Her iki toplantıda da Davutoğlu hem düne hem bugüne hem de yarına dair sorulara muhatap oldu. Katılımcıların merak ettiği birçok husus vardı. Davutoğlu’na aykırı sorular soruldu, çok sert eleştiriler yöneltildi. Davutoğlu bütün sorulara ve eleştirilere tek tek ve ayrıntılı bir biçimde karşılık verdi. Dolayısıyla her iki toplantı da planlanan süreyi aştı. Ancak açık sözlü muhabbetin uzamasından katılımcılar da Davutoğlu da memnun kaldı.
DİTAM’ın toplantısına dair izlenimlerimi daha önce kaleme almıştım (Serbestiyet, 6 Temmuz 2020). DPI toplantısı da, bir önceki toplantı gibi, benim açımdan çok verimli geçti. Davutoğlu birçok konuya değindi, ben de epey bir not aldım. Notlarımı iki yazıda aktaracağım. İlk yazıda Davutoğlu’nun bilhassa çatışma çözümü ve çözüm süreci hakkındaki analizinin, ikinci yazıda ise genel Kürt meselesine yaklaşımının üzerinde duracağım.
Davutoğlu’nun üç kimliği
Davutoğlu’nun bu konularda fikrine başvurulması gereken en önemli isimlerden biri olduğuna kuşku yok. Çünkü çatışma çözümü bağlamında Davutoğlu’nun birbirinin içine geçen ve birbirini tamamlayan üç kimliği var:
Birincisi, çatışma çözümüne kafa yoran bir entelektüel olmasıdır. Bir çatışmanın nedenini, taraflarını, dinamiklerini, çözümün olanak ve sınırlılıklarını, güçlü ve zayıf yönlerini tartışan araştırmalarda imzası var.
İkincisi, teorik birikimlerini sahada tatbik etme imkânı bulması ve birçok meselede arabuluculuk yapmasıdır. Bosna-Hersek’te Boşnaklar ile Sırplar arasında, Ortadoğu’da İsrail ile Suriye arasında, Filistin’de Filistinli örgütler arasında, Filipinler’de Moro Müslümanları ile merkezi hükümet arasında ve İran’ın nükleer programında İran ile uluslararası camia arasında yapılan müzakerelerde Davutoğlu arabulucu olarak mesai harcadı. Keza Türkiye’nin 2010’da, Birleşmiş Milletler’de (BM) Finlandiya ile birlikte BM Arabuluculuk Dostlar Grubu ve Barış İçin Arabuluculuk İnisiyatifi’ni hayata geçirmesinde en büyük pay, o dönem Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Davutoğlu’na aitti.
Üçüncüsü ve en önemlisi, AK Parti iktidarında Kürt meselesiyle alakalı atılan bütün adımlara birinci derecede tanıklık etmesi, bütün dönüm noktalarında etkili, yetkili ve sorumlu makamlarda oturmasıdır. Erdoğan, 2005’te Diyarbakır’daki o ünlü “Kürt meselesi benim meselemdir” konuşmasını yaptığında Davutoğlu onun en önde gelen danışmanıydı. 2009’da Demokratik Açılım Süreci ve arkasından gelen Oslo Süreci dönemlerinde Davutoğlu, Dışişleri Bakanı idi. 2013’te Çözüm Süreci başladığında, Davutoğlu yine Dışişleri’nin başındaydı. 2014’ten sonra ise Başbakan oldu ve sürecin bütün sorumluluğunu üstlendi.
Hülasa, bu üç kimliğinden ötürü Davutoğlu, meselenin bütün boyutlarına vakıf bir aktör. Onun genelde çatışma çözümüne, özelde ise çözüm sürecine ve Kürt meselesine bakışını konuşmanın, bu bağlamda, büyük bir değeri var.
İki emanet
Davutoğlu, 2014’te Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın Başbakanlığı devrederken kendisine başlıca iki emanet bıraktığını ifade etti: Biri FETÖ ile mücadelenin kararlılıkla sürdürülmesi, diğeri de Çözüm Süreci’ne sahip çıkılmasıydı. Sürecin kendisini çok heyecanlandırdığını belirten Davutoğlu, onu ayakta tutmak için çok mücadele ettiğini ve sonuna kadar arkasında durduğunu söyledi.
Süreci sürdürme iradesinin bir göstergesi olarak çok sayıda örnek sıraladı. Kendi döneminde bir yasal düzenleme yapılarak sürecin hukuki çerçeve içine alındığını ve Dolmabahçe Görüşmesi’nin yapıldığını hatırlattı. Demirtaş’ı Başbakanlık’ta ağırladığını ve HDP Genel Merkezi’ni ziyaret eden ilk ve tek Başbakan olduğunu belirtti. Başbakanlığı esnasında birçok kez belediyelere kayyum atanma önerisinin önüne geldiğini ama siyasi rakipleriyle demokratik mücadele dışında bir yolla mücadele etmeyi zül addettiğinden bunu elinin tersiyle ittiğini söyledi. 7 Haziran seçimlerinden sonra PKK “devrimci halk savaşı” çağrısı yaptığında, Demirtaş ve ekibini uyardığını ama bu uyarının bir karşılık bulmadığını ifade etti, vs.
Dengeyi bozan 2013 yazı
Davutoğlu, ülke dışındaki çatışmaların çözülmesinde belli bir başarı elde ederken ülke içindeki sürecin arzu edilen neticeye ulaşmamasından derin bir üzüntü duyduğunu belirti. Ona göre, sürecin bozulmasını tek taraflı bir bakışla değerlendirmekten imtina edilmeliydi. Süreci bozan hem iç hem de dış faktörler söz konusuydu. Altını çizdiği dört nokta vardı Davutoğlu’nun:
• Arap Baharı dalgasının yayıldığı ve IŞİD’in ortaya çıktığı 2013 yazı, sürecin üzerine oturduğu dengeleri bozdu ve tarafların beklentilerini değiştirdi.
• 7 Haziran’da iktidarın Meclis çoğunluğunu kaybetmesi ve hükümet kurmada bir belirsizliğin ortaya çıkması, HDP ve PKK tarafından bir fırsat olarak görüldü.
• FETÖ’nün devletin kritik noktalarını tutan unsurları, çözüm sürecini doğrudan baltaladı.
• PKK’nin başta 6-8 Ekim olmak üzere kamu düzenini bozan eylemleri, sürece çok büyük bir zarar verdi: Sürece verilen genel toplumsal desteğin düşmesine yol açtığı gibi olaylardan en büyük zararı gören Kürtlerin bir bölümünü de sürecin karşıtı haline getirdi.
Psikolojik bariyerleri aşmak
Davutoğlu, çözüm sürecinden çıkardığı dersleri de üç başlık altında topladı:
Birincisi, çatışmayı sonlandırmayı hedefleyen bir sürecin en önemli anahtarı, psikolojidir. Psikolojiyi düzeltmeden herhangi bir mesafe kat edilemez. Gerek toplumda ve gerek taraflar arasında güvene dayalı bir psikolojiyi hakim kılmadıkça, başarıya ulaşılamaz. Tarafların toplumdaki farklı hassasiyetleri gözetmesi, sorumlulukla konuşması ve her bir lafını tartıp ölçüp öyle kullanması gerekir.
Süreci yönetmekle yükümlü olanlar, psikolojiyi yönetmekle ve muhatapları bir diyalog atmosferi içinde tutmakla da yükümlü olurlar. Çünkü psikoloji bozulduğunda, tarafların tavırları menfileşir ve keskinleşir. Hava dağıldığında çözümü savunanların sayısı azalır, sesleri de daha az çıkar. Mesela 2013’te barış istediğini söyleyenler 2015’te radikalleşmişti.
Davutoğlu bu meyanda, bugün Türkiye’de en acil ihtiyacın psikolojinin mutlak manada düzeltilmesi olduğunu vurguladı. Ona göre, öncelikle insanları sakinleştirmek, birbirleriyle konuşur hale getirmek ve sükûneti sağlamak lazımdır. Aksi takdirde psikolojik bariyerleri aşmak mümkün olmayacaktır.
Muhatabı tekleştirmeden netleştirmek
İkincisi, muhatabı netleştirmektir. Eğer tarafların birinde bir fluluk varsa, süreci rayında tutmak zorlaşır. 2013-2015 sürecinde devletin karşısında farklı muhataplar vardı ve bunlar arasındaki iletişim devletin bilgisi ve kontrolü altında sağlanıyordu. Muhatapların fazla olması, bir taraftan muhataplar arasında bir rekabete sebep oldu diğer taraftan da devlet içindeki bazı odakları bu rekabetten yararlanma teşebbüsüne itti. Bu da süreci kırılganlaştırdı. O nedenle muhatabı belirgin kılmalıdır; muhatabın gücü olmalı ve başkaları tarafından kolaylıkla manipüle edilememelidir. Ayrıca muhatabı netleştirirken tekleştirmeden kaçınmaya azami özen gösterilmelidir.
Üçüncüsü, kamu düzeninden asla taviz verilmemelidir. Bir sürecin olgunlaşması ve nihayete varması, kamu düzeninde herhangi bir sorun yaşanmamasıyla doğrudan irtibatlıdır. Eğer düzen ihlal edilir ve kamuoyuna korku egemen olursa, orada hiçbir süreç yürütülemez. Yürütülse bile buradan bir neticeye varılamaz.
Velhasıl eğer gaye çözüme varmak ise, o takdirde bir sürecin mutlaka sağlıklı bir psikolojiyle kuşanması, açık muhataplara sahip olması ve sağlam bir kamu düzeniyle yol alması gerekir.
Gelecek yazıda Davutoğlu’nun Kürt meselesindeki perspektifini anlatmaya çalışacağım.