Başlıktaki bu cümle, Stefan Zweig’ın nasıl olduysa atladığım ama yakın zamanda biraz zaman geçirmek için girdiğim bir kitapçıda altın bulmuş gibi sevinerek aldığım Émile Verhaeren: Modern Bir Şairin Portresi kitabından (Can yayınları, 2019, çev: İclal Cankorel).
Bütün Zweig kitapları gibi bu da son derece etkileyici ve bütün Zweig portreleri gibi bu da üzerinizdeki etkisi geçen zamanla birlikte derinlere inecek türden bir çalışma. Ve derinlere indikçe her defasında yeniden okumak isteyeceğiniz bir zamansızlıkta.
Kitabı soluksuz okurken bir yandan da sürekli olarak Zweig’ın kalemini eşsiz kılanın ne olduğunu düşündüm. Galiba işin sırrı, onun saf düşünceyle duyguyu aynı anda, ayrıştırılamaz bir kimya içinde vermesinde gizli. Yalnızca duyup yalnızca düşünmekle sınırlı kalamayacak kadar bütün varlığıyla kendini eserine katmasında, eseriyle arasındaki mesafeyi yok edecek derecede kendisini unutuşunda, duyguların düşünceyi havalandırıp kanatlandırarak düzyazıyı şiire dönüştüren coşkulu hazzında saklı. Bir simyacı gibi sıradanlıkları altına dönüştürmesinde ve insanın iç dünyasıyla dış dünyası arasındaki ayrımı bütünüyle ortadan kaldırmasında…
Zweig okumak, okuduğunuz eserin parçası haline gelmek, tamamlanmak, kendinizi büyümüş ve güçlenmiş hissetmek demek. Karakterler çok gerçek ve bir o kadar ölümsüz. Zweig kitapları, sürükleyici bir mecerayla ağır başlı bir bilgeliğin, uçarı heveslerle derin ızdırapların ve geçici hazlarla bitmeyen tatminlerin birleştiği, bunalıp ferahladığınız, coşup rahatladığınız ama her defasında gerçek bir sanat eseriyle karşılaşmaktan, onunla lişkiye geçmekten gelen o yaratma hazzının parçası olduğunuzu hisssettiğiniz derin bir tecrübe. Sonsuzluğu tattıran, küçüklüklerden uzaklaştıran bir ruh hali. Zweig, ruhun derinliklerindeki çelişkilerin üzerine giden ve bu sayede insanın karanlık yanlarından aydınlıklar üreten bir usta.
Verhaeren’e gelince, son derece ilginç bir şair; bir hayat şairi. Biraz Alman, biraz Fransız ve biraz Flaman, yani Belçikalı. Zweig’ın deyişiyle, “tutkulu Fransa ile ağırbaşlı Almanya arasında” gidip gelen bir Belçikalı ya da.
Büyük ideallerini hareket haline dönüştüremeyen her insanda olduğu gibi derin bunalımlar yaşar Verhaeren. Hiçliğin ve anlamsızlığın karanlığına savrulur. Hayattan kaçarak ve dünyayı redderek kurtulacağını zanneder çelişkilerinden ama her kaçış denemesi aynı zamanda kendinden de bir kaçış olarak güvensiz ve emniyetsiz bir yere sürükler. İnsanlardan uzaklaşırken insandan da uzakta kalmıştır oysa gerçek bir şair için tek bir esin kaynağı vardır: insan.
1900’lü yılların başlarında, küçük evlerde, uzak köylerde ya da Paris ve Brüksel gibi zihninin merkezi şehirlerin yakınlarındaki banliyölerde yaşamış olan bu sıradan ve mütevazi adamın acıları hayatının sıraadanlığından beklenmeyecek denli büyük olmuştur hep çünkü hayatı hücrelerine kadar hissetmekte ve çılgınca alt üst olan yeni dünyanın olan biteninden sadece kendi adına değil tanıyıp tanımadığı herkes için etkilenmektedir. Yalnızca izleyicisi olabildiği dünya ruhunu ezmekte ve kendi hayatının aktörü olamadıkça bunalımı derinleşmektedir.
Bu dönemi şöyle anlatır Zweig: “Hayatının bu yıllları Verhaeren’in dibe vurduğu, yaşam duygusunun krizli yıllarıdır. Böyle depresyon durumlarında hastalar dünyadan koparlar, insanlardan, ışıktan, gürültüden, kitaplardan, dış dünyayla her türlü temastan kaçınırlar çünkü dış dünyanın acılarını ancak artıracağını ve hiçbir şeyin yaşamlarını zenginleştiremeyeceğini içgüdüleriyle hissederler. Dünyayı sessizleştirmeye, renklerini soldurmaya çalışırlar, yalnızlığın monotonluğuna gömülürler. Bu ‘beklenmedik yorgunluk’ morale de sıçrar, hayatın anlamını bulamadığı için arzular söner, tüm değerler yıkılır, idealler en korkunç bir nihilizme dönüşür.” (s.65).
Verhaeren’in etkileyici yanı, büyük idealleri uğruna hayattan ve insanlardan kaçmakla dünyayı olanca sefaleti, gürültüsü, kirliliği, modern alt-üst oluşları, trenleri, gemileri, köylüleri, hazları ve ızdıraplarıyla üstlenme arasında gidip gelen bir şairin genellikle olanın aksine ikinci yolu seçerek kaderini en çılgın derinliklerine kadar neşeyle ve cesaretle karşılamasında yatar. İnsanlardan kaçsak da onlardan kurtulamayacağımızı, fiziken yalnız kalsak da zihinsel olarak yalnız kalmak diye birşeyin olmadığını, insanların içimize yerleştirdiklerinden uzak kalamayacağımızı yaşayarak öğrenmiştir. Sonsuzluk kapısının anahtarı, kaderi kahramanca, neşeyle ve sevinçle karşılamakta gizlidir ve şiir, gerçekten gerçek üstüne kanatlanan, sonsuzluk hissini bu dünyada tatmanızı sağlayan şeydir.
Normalde içine düştüğü büyük depresyon döneminin bir şair için yaratıcılık açısından tükeniş anlamına gelmesine rağmen içindeki karışıklığı ve ruhsal krizin nedenlerini anlamak için olağanüstü bir çaba harcayarak ve gördüklerini sanatsal bir biçimde kelimelere dökerek çıkar düştüğü bu kuyudan. Verhaeren eserlerinin en derin anlamı da zaten “hiçbir şeyden kaçmamak, her şeyi kabullenmek ve yaratıcı coşkun bir zevke dönüşene kadar yüceltmek, her yeni acıyı uysallıkla karşılamak”ta (s.71) gizlidir. Verhaeren, hayatıyla, acıların ve ıstırapların sanatın gücüyle yenilebileceğini göstermiştir.
Nihayet içine düştüğü derin krizden çıkar. Kendinden ve hayattan kaçmak yerine tam tersine kendisini bütün varlığıyla hayata katar. Bu baş döndürücü, şarhoş edici dünyanın dışarıdan bir izleyicisi, olan bitenin dışarıdan betimleyicisi değildir artık. Giderek içeriye, derine ve daha derinlere nüfuz ettikçe sanatının kanatlandığını hisseder. Mısralarının ateşi hayatın yakıcılığında pişer ve insan ruhunun durmaksızın yenilenen dönüşümünün sanatsal ifadesi haline gelirler. En derin yalnızlıktan doğan en derin bilgelik için insanlardan kaçarak değil onlara koşarak yalnız kalacaktır artık.
“Modern yaşamın ritmi heyecanlı bir ritimdir. Şehir ve insanları asla tam gevşemez. Dinlenirken bile hala gizli bir hırsın huzursuzluğu, bir pusuda bekleyiş, kaynayan sinirli ve hafif ateşli bir gerilim hissedilir.” (s.109). Ancak bu hiç de sebepsiz değildir. Bu huzursuzluk bizatihi yaşamın kendisinin ritmidir. Duyguların hiçbir zaman dinlenemeyişi gibi modern şehrin insanı da dinlenmeksizin bitmeyen huzursuzluğunun peşinden koşmaktadır. Çünkü tıpkı Dostoyevski’de olduğu gibi insan ancak suçunu itiraf eder ve kendi arzusuyla acı çekerse kurtulur. Huzursuzluktan kurtulmak için onun peşinden gitmek gereklidir. İnsanın yapması gereken şey, huzursuzluğundan kaçmak değil onu itiraf etmek ve acı çekme cesaretini göstermektir. Verhaeren, bunun şiirini yapar. Dünyayı ne kadar pis ve kirli bir görüntüye sahip olursa olsun seyretmek değil hissetmek, hayranlıkla onun ritmine ayak uydurmaktır yaşamın amacı. “Tüm gelişimimizin nedeni ancak mümkün olduğunca çok şeye hayran olmak, mümkün olduğunca çok şeyi anlamak, mümkün olduğunca fazla şeye duyguyla yaklaşmak olabilir” (s.178).
Dünyayı hissedebilmekse herkesin kolaylıkla yapabileceği bir şey değildir. Hatta en zor şey hissetmektir belki de çünkü hissetmek için yaşamış olmak gerekir. Başkalarından güç ya da destek alınarak yapılamayacak bir şey varsa o da bütün yoğunluğuyla yaşamak ve hissetmektir. Verhaeren’in hayatı bunu sağlamıştır; onun şiirleri hayatının ta kendisidir: “Verhaeren’in şiirlerinin biçimi, ritmi, fikri, felsefesi, mimarisi, bunların hepsi uğraşla elde edilmiş, tutku ve inatçı bir iradeyle yaratılmıştır ve öyle olduğu için de canlı ve güçlüdür. Verhaeren, başkalarından değil, sadece kendi yaşantısından, ağır ağır, sebatla ve güvenle ders alan kişilerden birisidir. Böyle kişiler bir kere elde ettiklerini asla yitirmezler, unutmazlar; doğadaki cisimler gibi gelişirler, ağaç gibi kademe kademe güç kazanırlar ve her yıl daha da büyüyerek hep daha geniş bir bakışla ufukları aşarlar ve göğe yaklaşırlar” (s.162).
Bütün bunlar, kendinden memnun olmayı getirir. Daraltıcı dünyalarında acıyı üstlenmek yerine saf dışı ederek kendilerine uygun bir dünya yaratma arzusundaki kararsız ve cesaretsiz insanlar için Verhaeren’in hayatı ve şiiri, sıradan bir insanın büyük ideallere tutunarak büyümesi değil büyük ideallerin sıradan bir insan ruhunun parçası haline gelerek yücelmesinin sanatıdır. Tam da bu yüzden bizim gibi ülkelerde ne kadar çok okunursa o kadar yararlıdır.
Ondan bir dörtlükle bitirelim:
Yürüyorum haavayı ve yeryüzünü sevmek gururuyla,
Sonsuz ve çılgın olmak yolunda,
Ve dünyayı ve her şeyi birleştirmek için
Yaşamın ilk sarhoşluğuyla.