Faysal Soysal’ın ilk uzun metraj filmi Üç Yol’da (2013) başroldeki Bünyamin (Nik Xhelilaj) karakterine vicdan azabı geçmişten miras kalmış gibiydi. Sadece bugün yaşadıkları ile ilgili değildi onun ızdırabı, şahit olduğu, bildiği fakat güç yetiremediği, aciz kaldığı olaylar (toplu mezarlar, kadın intiharları) karşısındaki mecburi ‘seyirci kalmak’tan besleniyordu kasvetli ruh hali. Benzer bir durum Soysal’ın ikinci uzun metraj filmi Ceviz Ağacı’nda da var. Filmde bir edebiyat öğretmeni, aynı zamanda yazar olan Hayati’nin (Serdar Orçin) insan ilişkilerini tıkayan, yazma tecrübesini sekteye uğratan, hayatını adeta donma noktasına getiren de yine benzer bir ruh hali. Hayati’nin babası 12 Eylül darbesinde bir hapishanede gardiyandır ve en yakın arkadaşının işkence görmesine, gözlerinin önünde öldürülmesine sessiz kalır. Geçmiş adeta Hayati’nin ayağına dolanmış gibidir. Türkiye prömiyerini 56. Antalya Film Festivali’nde yapan, geçtiğimiz günlerde 39. İstanbul Film Festivali’nde izleyici ile buluşan filmin bir sonraki durağı Eylül ayında gerçekleşecek olan 31. Ankara Uluslararası Film Festivali.
Üç Yol’da merkezi bir rol biçilen intihar fikri Ceviz Ağacı’nda da var. Hayati çocuk iken babası bu vicdan azabını taşıyamaz ve intihar eder, arkadaşının gözlerinin önünde öldürülmesine ses çıkaramamak, hakikati dile getirememek, tüm olanlar karşısında suskun kalmak belli ki bir zehir gibi akmış ve birikmiştir içinde. Hayati’nin ise intihar etmiş bir babanın oğlu olmaktan gelen keder yapışmıştır yakasına, bu sebepten omuzları hep düşüktür. Aynı okulda görev yaptığı Yaprak (Sezin Akbaşoğulları) ile evlenir ama ilişkileri yürümez. Yaprak’ın ifadesiyle Hayati’nin “pısırıklığının, korkaklığının, mıymıylığının” ardında da muhtemel ki bu vicdan yükü vardır.
Hayata bir türlü tutunamamıştır Hayati. Filmde öne çıkan edebi referanslardaki karakterler ya da yazarlarla hep bir ruh akrabalığı içerisindedir. Seyirde ilk gördüğümüz sahnede kitaplar içerisindedir, kucağında Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken’i vardır ki kitaptaki karakterden mülhem Hayati de filmin sonunda işlemediği suçu üstlenecektir. Odasında ortalığa saçılan kitaplar arasında Hasan Ali Toptaş’ın Harfler ve Notalar’ı, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, İsmet Özel’in Erbain’i de göze çarpar. Filmin bir noktasında da Sadık Hidayet’in Kör Baykuş kitabı belirir perdede. Genç yaşta intihar ederek hayata veda eden İranlı yazar Sadık Hidayet’in bu romanının konusu gibi açılış cümlesi de Ceviz Ağacı’nın derdine dair izler taşır: “Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.”
Hayati’nin babasından kendine miras kalan bu yaralar hayatını adeta kemirmektedir. Fakat her ne kadar mizacıyla pasif bir kişilik izlenimi verse de bu yaralarla barışmak, onları iyileştirmek için çaba sarf eder karakterimiz. O sebepten babasının ölüm sebebini eşeler durur, ölmek üzere olan annesine, babasının yakın arkadaşına, bilgi alabileceği herkese sorar. Kapısını çaldıkları başta savuşturmak istese de sorularının cevabını bulacak, buldukça acılarından arınacaktır.
Filme ismini veren, hikâyenin merkezinde duran ceviz ağacına gelecek olursak. Soysal’ın esin kaynaklarından, Necip Fazıl Kısakürek’in Bir Adam Yaratmak piyesinde önemli bir yer işgal eden incir ağacından bahsedebiliriz. Bir Adam Yaratmak’ta incir ağacının kesilmesini istiyordu anne, bu ağaca kendini asan babası ile oğlunun aynı kaderi yaşamasından korktuğu için. Ceviz Ağacı filminde de Hayati’nin annesi ağacın kesilmesini söyler sürekli, karşısında her hali, davranışı ile babasına dönüşen, muhtemel ki yazgısı da onunkine benzeyecek olan oğlunun haline dönüktür iç sıkıntısı. Fakat Hayati’nin ağaca yüklediği anlam farklıdır, onun yazamama halini, tıkanmışlığını resmeder bir nevi. Film boyunca sürekli su taşır ağaca, sürgün verdiğini gördüğünde sarılır, heyecanlanır. Filmin sonunda, artık yazabildiğinde ise ceviz ağacı yeşerecektir.
Rüya ya da hayal ile gerçeğin yer yer iç içe geçtiği filmde bir gece yarısı bir kadın cinayeti işlenecektir. Hayati, şahitlik edeceği bu cinayeti engelleyemez. O da tıpkı babası gibi şiddetin farklı bir türü ile burun buruna gelmesine rağmen sesini çıkaramayıp köşesine sinmiştir. Faulkner’in dediği gibi “geçmiş ölü değildir, geçmemiştir bile.” Filmin hem senaryo mantığını hem de sinematografisini etkiler bu fikir. Lineer bir çizgi üzerinde ilerlemez, hayallere, rüyalara sıçrar, hepsi birbiriyle iç içe geçmiştir. Geçmiş sürekli ân’a sızar, kimi zaman kapanmayan bir dolaptan düşen eski kıyafetlerle kimi zaman da kitap arasından çıkan yıpranmış bir fotoğrafla ve tabii ki en çok da rüyalarla. Geçmiş ile bugünün iç içeliğinin bir başka ifadesi, kimliklerin de iç içe geçmesidir. Soysal’ın ilk filmi Üç Yol’da bir noktadan sonra Bünyamin, ağabeyi Yusuf’a dönüşüyordu. Ceviz Ağacı’nda da Hayati’nin hayatına iyimserliği ve neşesiyle bir serap gibi giren, arkadaşı Ahmet’in eşi Serap unutamadığı eski sevgilisine benzer ve yer yer ona dönüşür. Hayati bazı sahnelerde babasının kıyafetleri içerisindedir, aynada, su aksinde babasının yüzünü görür. Ben ile başkası, an ile geçmiş arasındaki sınır filmde sürekli belirsizleşir.
Hayati işlemediği bir cinayeti üstlenerek vicdanını sağaltmayı tercih eder, filmin çözülme sahnesi diyebileceğimiz babanın hayali ile karşılaşmanın ardından Hayati artık çocukluk tasalarından sıyrılarak bir nevi yetişkinliğe adım atar. Hayati’nin çevresinde bir türlü anlaşılamayan, işlemediği bir suçu üstlenme kararına da ‘intihar’ın başka bir biçimi diyebiliriz ki söz konusu sahnede babasının seneler önceki intihara gidişi gibi çıkar, evin kapısından. Yıllardır sırtına kambur olandan, babasının hayaletinden böylece bağımsızlaşır. Fakat onun bu radikal eyleminde babasınınkinde olduğu gibi bir bitiş değil tam tersine yeni bir başlangıç vardır.
Acıya maruz ya da seyirci kalmak
Ceviz Ağacı filminin, tıpkı başkarakteri Hayati gibi sırtında çok fazla yükü var. 12 Eylül’ün açtığı yaralar, kadın cinayetleri, bir yazarın tıkanmışlığı/iktidarsızlığı… tüm bu meseller gibi diyalogların yoğunluğu, edebi referansların çokluğu ve karakterlerin, hikâyenin taviz vermeyen ciddiyeti de ister istemez filmin hazmını güçleştiriyor. Hâlbuki kısmi bir eksiltme ile film çok daha rahat soluk alıp verecek, izleyici ile daha güçlü ilişki kurabilecek bir atmosfere sahip.
Filmin atmosfer kurma başarısına burada ayrıca değinmekte fayda var, özellikle görüntü yönetimi, sanat yönetimi, ses tasarımı ve müzik kullanımındaki titizlik şüphesiz burada etkili.
Ceviz Ağacı’nda 12 Eylül’de şahit olduklarına dayanamayıp intiharı tercih eden bir gardiyanın oğlunun anlatılıyor olması, filmde Oğuz Atay’dan İsmet Özel’e, Necip Fazıl Kısakürek’e, Sabahattin Ali’ye, Orhan Veli’ye yapılan göndermeler ile geniş bir skalayı içine alan tutumu da ayrıca dikkate değer. 12 Eylül’e dair filmler şimdiye kadar daha çok solcuların bakış açısı ile sinemaya yansıtıldı, Ceviz Ağacı bu mağduriyetlerin sadece bir tarafla sınırlı kalmadığını, çok daha geniş alana yayılan bir acı silsilesine dönüştüğünü resmediyor. Siyaset her ne kadar kutuplara ayırarak, bir tarafa yüklenerek diğer tarafı sağaltsa da gerçekte durum öyle değil. Acıya maruz kalan kadar seyirci kalan da bu haksızlık girdabının içine çekiliyor. Yakın tarihe baktığımızda bir bumerang gibi bu şiddetin, haksızlıkların her dönemde farklı bir kesimi vurduğu gün gibi ortada. Susanların da yakasına yapışan, nesilden nesile aktarılan ve üzerimizden yıllar geçse bile silkeleyemediğimiz, kanıksadığımız kronik bir travma bu. Günümüz Türkiyesi için de durum pek farklı değil, korku, haksızlıklar karşısında susmuş olmanın verdiği kolektif suç ortaklığının ağırlığı yakın dönemde çekilecek filmlerde, yazılacak edebi metinlerde daha çok karşımıza çıkacaktır.