[16-17 Kasım 2020] Bir yandan kafam bu tür kâh iyimser kâh kötümser düşüncelerle meşgulken, bir yandan da koronavirüs korkusuyla stüdyoya gitmeyip evden, çalışma odamdan katılmayı yeğledim. Meğer böyle yapmanın şu avantajı da varmış: masanızda oturup not alabiliyor, icabında internetten kaynak dahi karıştırabiliyorsunuz. Aşağıdaki metin, dört saat süren bu hayli uzun program boyunca, kısmen sıra bende değilken, kısmen reklam aralarında tuttuğum, bazılarını da konuşup söyleyebildiğim, yer yer tekrarlı notlardan oluşuyor.
Program öncesinde, hazırlık soruları
Dünya iyiye mi, kötüye mi gidiyor? Biden’ın seçilmesi iyi oldu ama sadece ABD başkanının değişmesiyle bütün dünyanın gidişatı hemencecik değişmez. Biden’ın ve kabinesinin şahsında Amerikan yönetiminin nasıl bir vizyon ve önderlik ortaya koyacağı veya koymayacağına; en azından Batı’yı ne kadar toparlayıp toparlamayacağına bağlı.
Türkiye son bir haftadır konuşulan reform seferberliğiyle doğru yolda mı, yanlış yolda mı? Şimdilik ortada, ekonomide, Merkez Bankası yönetiminde ve para politikasında alınan en âcil önlemler dışında, sadece lâf var. İyi lâflar, olumlu bazı vaatler — ama sadece lâf, sadece vaat, sonuç itibariyle. Bu kadarıyla, bu tabii iyi bir şey. İktidarın tabii görece doğru bir yola girdiği söylenebilir. Ama nereye varacağını yaşayarak göreceğiz.
Türkiye dünyayla birlikte mi, dünyaya karşı mı ilerliyor? Hangi dünyayı kastettiğinize bağlı. Çin (Şi Cinping), Rusya (Putin), Belarus (Lukaşenko), Polonya (Duda), Macaristan (Orban), Brezilya (Bolsonaro)… Bu da bir dünya. En kötü otoriter rejimler dünyası. Bu dünyadan ne kadar farklı ve ona karşı, ondan koparak ilerlerse o kadar iyidir. Öte yandan Batı ve özellikle Avrupa, Avrupa Birliği. Bu da başka bir dünya. Bu dünyayla ne kadar birlikte yürür ve ilişkilerimizi tamir edersek o kadar iyidir.
Tarihî bir değişimin eşiğinde miyiz? Hayır, bunu söylemek için çok erken. Biden nasıl bir vizyon ve liderlik ortaya koyacak? Dünya ve insanlık konjonktürü aşan ciddî bir buhranla yüz yüze. Batı kapitalizmi buna karşı yeni ufuklara açılabilecek mi? Bunu göremiyorum. En azından henüz göremiyorum. Türkiye açısından ise, 2002-2012 arası gerçekten büyük bir dönemeçti. Önemli bir tarihî eşiği ifade ediyordu. Şimdi ise ilk ağızda tamirat söz konusu.
Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda, şimdiki reform çabası gerçekçi mi? Siga siga (çocukluğumdan kalma, çoktan kullanmadığım bir deyim; biz Girit muhacirleri, hop, durun bakalım, biraz yavaş anlamında siga siga deriz). Ortada, başlamış ve ilerleyen büyük bir reform hamlesi yok henüz. Bir değişim ihtiyacının (nihayet) kabullenilmiş olması gerçekçi. Tabii ki Türkiye’nin şu durumdan bir çıkış araması zorunlu. Ama ciddî engeller de var. En önemlisi, son beş yılda oluşan siyasal kültür ve alışkanlıklar. Tek kelimeyle: merkeziyet, hem de çok aşırı merkeziyet. İkincisi, buna denk düşen ittifaklar, MHP’yle ve ulusalcılıkla. Bunlar handikap. Birtakım reformlar olacaksa, bu ayakbağlarıyla çatışarak ve bunlardan kısmen de olsa kurtularak ilerlemek zorunda.
Ekonomide ve hukukta ne değişmeli? Demokrasi ve özgürlükler için ne değişmeli? Böyle tek tek alanlara eğileceksek, ekonomide rasyonelliğe ve uluslararası piyasaların varolmanın açık bir ekonomi (artık tekrar kendi içine kapanması imkânsız bir ekonomi) açısından icaplarını gözetmek şart. Hükümet sisteminde, ya parlamenter sisteme dönülmeli. Ya da başkanlık sistemi yumuşatılmalı; en azından, nihaî formülasyonuna giden yolda, son anda empoze edilen bütün aşırı merkezîleştirilmeler kaldırılmalı; başkanlığın yetkileri azaltılmalı; Meclis güçlendirilmeli; gene son anda yokedilen denge ve denetleme mekanizmaları geri getirilmeli. Hukukta, bütün adalet ve yargı kurumlarının özerkliğine, siyasetten mutlak bağımsızlığına dönmek; kuvvetler ayrılığını restore etmek şart. En basiti, Anayasa Mahkemesi kararlarına derhal, kayıtsız şartsız uyulması ortamına geçmek şart (ki bu olmazsa, başka her şeyden şüphe ederim). Fakat hepsi için, öncelikle siyasetin, son beş yılda oluşan siyasal kültürün değişmesi cepheleşmenin sona ermesi şart. Kutuplaşmayı organize eden ve kurumlaştıran, dolayısıyla ekonomiyi de, hukuku da araçsallaştıran cepheler çözülmek zorunda.
Türkiye’nin hem güçlü hem özgür bir ülke olması nasıl sağlanabilir? Aslında hiç zor değil. İktidar halen aşırı agresif bir dış politika ile birçok belâyı kendi başına açıyor. Sonra da büyük bir güvenlik sorunumuz var diye “güvenlikçiliği” gerekçelendirmeye, hak ve özgürlüklerin kısılmasını ise mazur göstermeye yöneliyor. Örneğin Kürt sorunu çok büyük ölçüde ideolojik bir sorun; Türk milliyetçiliğinin yarattığı ve abarttığı bir sorun. Bu noktaya varması kaçınılmaz değil. Değildi. Böyle sübjektif değil de objektif ölçüler içinde, Türkiye’nin özgürlük ve demokrasi zemininde çözülemeyecek hiçbir güvenlik sorunu yok. Yeter ki, ölçülü ve hakkaniyetli bir yurtseverlik konsensüsü, bir demokratik yurtseverlik konsensüsü oluşabilsin.
Doğu-Batı dikotomisi, aşırı Batılılaşma, yerlilik ve millîlik gibi kavramlar ile reform tartışmaları nasıl değerlendirilebilir? Bu Doğu-Batı dikotomisi de son yıllarda aşırı ölçülerde ve yapay biçimde pompalandı. Kemalizmin siyasî vesayeti ve otoriter laikçiliği kaldırıldıktan sonra, Türkiye’nin yoktu Batı kültürü ve mirasıyla öyle uzun boylu alıp veremediği. Kamusal alandan İslâmofobik ayırımcılığı kaldırmak ve gerisini yumuşak, aşağıdan yukarı sosyo-kültürel dinamiklere bırakmak gerekirdi. Ne ki, katı ve dogmatik bir İslâmcılık duramadı yerinde. Habire intikamcı bir Batı düşmanlığını pompaladı ve halen de pompalıyor (son dramatik örneği İstanbul Sözleşmesi tartışmaları oldu). Bu yolla, “mahalleler arası” akışkanlığı önlemeye çalışıyor. Bu nefret söyleminin resmî teşvik ve himaye görmemesi, başlı başına bir reform alanı olmalı.
Program başladıktan sonra
İlk turda, Özden Zeynep Oktav’ı dinlerken: Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri ve ekonomik durumu, hemen 2005’ten itibaren mi kötüleşti? İslâmofobi yüzünden derhal “kur saldırıları” mı başladı? Trump, evet, böyle bir tehditte bulundu — ama 2016’da başkan seçildikten de hayli sonra. Bir, bunu tehdit düzeyinde dahi, el çabukluğu marifet, nasıl 2005’e taşıyabilirsiniz? İki, Türkiye’nin dış dengeleri böyle hayalî bir “üst akıl” ve “ultra-emperyalizm” (Kautsky) mega-komplosu yüzünden bozulmadı ki. Bu tamamen uydurma. 2015’ten itibaren yanlış ekonomi politikaları döviz kuruna güveni sarstı. Demokratik istikrarını yitiren bir ülkeden yabancı yatırımcılar kaçarken, asıl yerli tasarruf sahipleri TL’yi terkedip dolar almaya koyuldu.
İlk turda, Binnaz Toprak’ı dinlerken: “Bunlara reform denmez” mi? Reform illâ geniş demokratik katılım ve tartışmayla mı olur? Yok canım. Pekâlâ yukarıdan aşağı da olur. Tanzimat reformları nasıl oldu? Cumhuriyet reformları nasıl oldu? İyi ve ideal reform başka; reform olup olmadığı başka.
İkinci turda, Ali Çarkoğlu’nu dinlerken: Benim 1920’ler ve 30’larda demokrasiden kaçış ile bugün demokrasiden kaçış arasındaki karşılaştırmamı hem destekledi, hem de önemli bir farkın altını çizdi. Eskiden demokrasi nasıl kayboluyordu, şimdi nasıl kayboluyor? Geçmişte, örneğin “iki savaş arası” dönemde (1918-1939) askerî ve/ya monarşik bir darbe yapılıyor, ya da iç savaş çıkıyor, sonuçta demokrasi vahşet ve şiddetle yok ediliyordu. Şimdi ise öyle olmuyor. Seçimlerin olması gerektiği kabul ediliyor. Ama seçimlerin etrafındaki bütün diğer demokratik kurum ve süreçler adım adım çekilip alınıyor. Hukuk, medya, temel hak ve özgürlükler geriletiliyor, kaldırılıyor. Tenceredeki kurbağa gibiyiz. Su tedricen ısınıyor ve biz yavaşça haşlanıyoruz, farkına varmadan. Illiberal democracy bu demek… Güzel bir açıklama. Tabii katılıyorum.
İkinci veya üçüncü turda, “beka” konusunda: Ali Çarkoğlu yapaylığına işaret etti, bu “beka” söylemi ve politikasının. Ben de ekleyeyim: Türkiye’ye yönelik bu korkunç, bu müthiş, bu dehşetengiz tehditlerin ne kadar objektif, ne kadarı sübjektif? Örneğin Kürt sorunu ne ölçüde ideolojik? Düşmanlık kaçınılmaz mı? Ya da temelinde, ne ölçüde Türk milliyetçiliği var?
Zeynep Oktav’ın “beka” konusundaki ısrarına karşı: Pardon ama, “beka” mı, “yarar” mı? İkisi aynı şey mi? Beka deyince, akla bir ölüm kalım mücadelesi geliyor. Buna karşılık ülkeler (ulus-devletler) tabii kendi çıkar ve yararlarını kollar. Ama bıçak kemiğe dayanmamışsa, bunu “yumuşak güç” kullanımıyla ve uzlaşma kapısını daima açık tutarak yaparlar. Doğu Akdeniz dediniz. Doğu Akdeniz’de Türkiye hangi yaşamsal tehditle yüz yüze ki? Burada bir yarar ve çıkar meselesi var, enerji kaynakları konusunda. Bunu bir “beka” sorunu gibi göstermek, çok büyük bir abartı ve demagojik bir karakter taşıyor.
Bu “beka” söyleminin ne kadar sübjektif bir tercih olduğunu şöyle de anlatabilirim. Cumhur İttifakı 31 Mart 2019 yerel seçimlerine “beka” söylemiyle geldi. Ne alâkası var diyeceksiniz ama öyle geldi işte. Geriledi. Pek çok büyük kenti kaybetti. YSK’dan İstanbul seçiminin yenilenmesi kararı çıktı. 23 Haziran’a gidilirken, AK Parti büyük ölçüde terketti “beka” söylemini. Buna karşılık MHP “beka” davulunu çalmaya devam etti. Sırf bu örnek dahi, “beka”nın bir zaruret değil ideo-politik bir tercih, bir politika tercihi olduğunu göstermeye yeterli.
Halk “beka” söylemine inanıyor ve destekliyor mu? Hayli şüpheliyim. Bir fikre inanmak başka; söyleyene inanmak ve güvenmek başka. AK Parti 2002-2012 arasındaki ilk on yılında askerî-bürokratik vesayet rejimini yıktı. Bütün Türkiye için iyi oldu. Bu çerçevede, kendi temsil ettiği ve zaten güçlü sosyo-kültürel bağlar kurmuş olduğu kitleyi de inanç ve ibadet özgürlüğüne kavuşturdu. Bu başarılar kolay kolay unutulmaz, unutulmuyor. 2015’ten bu yana “dış tehdit” ve “beka” söylemleri ön plana çıkmakta. Bu son dönemde yapılan seçimlerde, AKP tabanının büyük bölümü gene iktidara oy verdi. Fakat acaba özel olarak “beka” fikrine mi oy verdi? Yoksa, tarihsel-kültürel “ezikliği” içinde, bağlandığı lideri ve partiyi mi desteklemeyi sürdürdü? Ben ikincisine ağırlık tanıyorum.
Göç ve göçmenler sorunu
Popülist otoritarizmin dinamikleri: Türkiye ile Avrupa ve Amerika’yı farklı değerlendirmek lâzım. Batı’da popülist otoritarizmin en büyük dayanağı göçler, yani göçlere ve göçmenlere (veya, yerli bile olsa, dinî “öteki”lere) duyulan tepki. ABD’de Müslümanlar ve Hispanikler. Avrupa’da Kuzey Afrikalı (Arap), Siyah Afrikalı ve Orta Doğulu (Türk ve Arap) Müslümanlar. Günümüzde ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, (Fransız-Alman, Türk-Yunan vb) eski milliyetçi antagonizmalar üzerinden değil, bu yeni “öteki”likler üzerinden kuruluyor.
Biz demokratlar enternasyonalizm ve hümanizm öğütleyip geçiyoruz ama kabul edelim ki bu etik tavır halletmiyor meseleyi. Bir kere olay çok büyük boyutlarda. Tek tek ülkelerin ve Batı Avrupa örneğinde neredeyse bütün bir yarı-kıtanın etnik, dolayısıyla kültürel profili değişiyor. Bizim bugün Avrupa dediğimiz demografi 4.-9. yüzyıllar arasında Kavimler Göçüyle, Germen ve Slav kabilelerinin masif yer değiştirmesiyle oluştu. Germenler kabaca Batı Avrupa’nın, Slavlar kabaca Doğu Avrupa’nın etno-lingüistik haritasını şekillendirdi. Bir Ortaçağ örüntüsü, bir Ortaçağ nüfus deseni meydana geldi. Arada küçük değişimlerle birlikte, kabaca İS 1000-1950 arasında sürdü ve 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar geldi.
Fakat işte şimdi, Ortaçağın şafağında kurulan bu demografi, Kavimler Göçü kadar önemli ve çarpıcı diyebileceğimiz büyük bir değişime uğruyor. ABD eskisi kadar Beyaz bir Amerika değil artık. Avrupa da eskisi kadar Beyaz ve Hıristiyan bir Avrupa değil. Kısmen Siyah, kısmen kahverengi, kısmen de beyaz fakat Müslüman. Hani o deyiş var ya: “Dilleri var ‘bizim’ dile benzemez; dinleri var ‘bizim’ dine benzemez; huyları var ‘bizim’ huyumuza benzemez.” Bu yüzden hem dışlanıyor hem kendilerini kapatıyor, hem gettolaşıyor hem gettolaştırılıyorlar. Siyasal düşünüşünü çok beğendiğim Etyen Mahcupyan’ın ifade ettiği gibi, liberal demokrasi birey haklarına alışkın ama grup haklarını ne yapacağını bilemiyor. İdare edemiyor bu ilişki ve çelişkileri. Karşılıklı muazzam bir yabancılaşma ve tedirginlik vücut buluyor.
Bana göre, 21. yüzyılda insanlığı tehdit eden en büyük iki sorundan biri çevre ve küresel ısınma ise, diğeri işte bu göç ve tetiklediği ırkçılık sorunları. Özel olarak demokrasinin yaşayabilirliği ile, göç sorunu çok daha yakından ilgili. Çünkü otoriter eğilimli popülist demagoglar en çok bu fidelikten besleniyor; ırkçılığı, milliyetçiliği, yabancı düşmanlığını ve İslâmofobiyi kendilerine malzeme yapıyor. Karşılığında İslâmî terör de habire kan döküyor, can yakıyor, toplumsal dokuyu tırmalayıp yırtıyor, düşmanlığı tırmandırıyor. Gelişmiş Batı ülkelerinin, bu feci gidişten kaynaklanan neo-faşizm tehlikesini çok ciddiye alması lâzım. Bu tehlike ancak yeni bir Toplum Sözleşmesi anlayışıyla önlenebilir. Bunun hem ekonomik hem kültürel boyutları olmalı. Her iki açıdan, kapitalizmin kârlarından çok daha büyük bir kısmı Refah Devletinin yeniden ihya edilmesine; 1930’lardan çok daha kapsamlı bir New Deal programına; 1945 sonrasından çok daha kapsamlı bir Marshall Planı’na hasredilmeli.
Peki Türkiye? Türkiye’nin sağ popülizme kayıp otoriterleşmesinin farklı bir dinamiği var. Göçlerle ilgili değil. Evet, bize de birkaç milyon Suriyeli sığınmacı geldi gerçi. Ama küçük ölçekte yerel ırkçılıklar üretmekle birlikte, ülke çapında etkili olmadı. Çünkü iktidarın “beka” söyleminin bir parçasını oluşturmadı.
Kaymanın Türkiye tarihinin sosyo-kültürel fay hatlarından kaynaklanan, bize özgü ve çok daha derin kökleri olduğu kanısındayım. AK Parti 2002’de ilk seçimini kazanıp hükümet kurduğunda, bu toplumun laik-solcu-Kemalist mahallesi tarafından özcü, huysuz, lâf dinlemez bir düşmanlıkla karşılandı. O zamanki ılımlılığı, açıklığı ve demokratlığının kıymeti bilinmedi. Kısmen devrimcilikten türediği ve ona benzediği, ama gerçek anlamıyla devrimci de olmadığı için benim devirmeci diye adlandırdığım bir yaklaşım hâkim oldu. 2002-2012 arasında bu devirmecilik hiç peşini bırakmadı. Bıktırdı, bezdirdi, habire ötelere itti AKP’yi. Ne yaptıysa laikçilere yaranamadı. 2007’de, cumhurbaşkanlığı seçimleri, “nitelikli çoğunluk” maskaralığı ve kapatma dâvâsıyla ciddi devrilme korkuları yaşadı. Ardından 2013 yazının Gezi olayları, gene 17/25 Aralık 2013’ün Gülenci yolsuzluk tezgâhı, 1-19 Ocak 2014’teki MİT tırları skandalı, 2015 Haziran seçimlerindeki yenilgi ile, bu devrilme korkusu yeni boyutlar peydahladı. 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle doruğa ulaştı.
Bence AK Parti iktidarının giderek otoriterleşmesinde öncelikle bu iç faktörler etkili oldu. Hayır, dışarıdan bir “işgal” söz konusu değil kanımca. Evet, Batılı devletler özellikle Erdoğan’dan hoşlanmamaya başladı bir noktadan sonra. Evet, 15 Temmuz 2016’da devrilseydi sevineceklerdi muhtemelen. Evet, 15 Temmuz’da Gülenciler belki Batı ülkelerini işe bulaştırmayı umuyorlardı bir noktadan itibaren. Ama bu, söz konusu Batı ülkelerinin kendilerinin aktif darbe ve işgal hazırlıkları içinde olduğu anlamına gelmiyor. Yabancı istihbarat örgütlerine kefil olacak değilim kuşkusuz. Ama şunu görüyorum: “beka” söylemi gibi bu “işgal” teorisi de “dışarıya” karşı sürekli milliyetçiliğe başvurmanın aracına dönüştü. Doğu Avrupa’da, faraza Ukrayna’da yaşananları Türkiye için kalıcı bir tehdit modeli gibi kurguluyor. Onun için her taşın altında, Büyükada’da küçük bir insan hakları aktivistleri toplantısında, yolu hasbelkader İstanbul’dan geçen (ve aslen de İstanbullu) Henri Barkey’de, Osman Kavala’da, Enis Berberoğlu’nda, hepsini kâh PKK kah FETÖ ile iltisaklandırmaya kalkarak sürekli darbe-işgal ve casusluk girişimi arıyor.
En azından, Türkiye’nin iç dinamikleri ile dış gelişmeler buluşmadı mı bir noktada? Ha, evet, buluştu tabii. Öyle bir kesişme meydana geldi gerçekten. Batılı ülkelerdeki gelişmeler sonucu, özellikle de 2016’da Trump’ın başkan seçilmesinden itibaren, uluslararası hukuk, kurumlar ve kurallar dağılma gösterdi. Orta ve küçük boy ülkelerin fırsatçılığını frenleyen bir şey kalmadı. Özden Zeynep Oktav, bu koşullarda Türkiye’nin kendi başına hareket etmesinin “zorunlu” olduğunu söyledi. Mecbur kalmak mı, istifade etmek mi, örneğin Libya’da, örneğin Doğu Akdeniz’de, örneğin Azerbaycan’da, pek emin değilim doğrusu.
Serap Yazıcı’yı dinlerken: Aslında tek bir mesele var:yargının siyasetten bağımsızlığını restore etmek.
Son tur; sonuç bölümü
Özetlersek, Türkiye’de ne olmalı bundan sonra? Orasını siyasetin seyri belirleyecek; dolayısıyla öngörmeye ve muhayyel bir Reform Bakanı gibi uzun reçeteler yazmaya kalkışmaktansa, olası engellere eğilmeyi tercih ederim. Bir. Buraya niçin ve nasıl gelindi? İktidarın son dört yıldır izlediği çizgi, ekonomi, hukuk ve dış politika alanlarında duvara tosladığı için gelindi.
İki. Buraya geliş nerede, ne zaman hissedilmeye başladı? Bunun sadece son haftanın, Berat Albayrak’ın istifasını izleyen birkaç günün eseri olması imkânsız. Hazine ve Maliye Bakanı tam bilemediğimiz bir takım kavgalaşmalar sonucu istifa edecek; ardından para politikası değişmekle kalmayacak; aynı zamanda Adalet Bakanı sesini yükseltip hukuk reformunu gündeme getirirken aynı zamanda AYM’nin mutlak üstünlüğünü vurgulayacak; Cumhurbaşkanı Erdoğan grup konuşmasında aynı platformu daha da açacak; gene Erdoğan, daha Berat Albayrak’ın istifası öncesinde büyükelçilerle yaptığı toplantıda, Türkiye’nin uluslararası kuruluşlar nezdindeki itibarına yeniden kavuşturulması hedefini koyacak… Bunların hepsi ansızın düşünülmüş ve gündeme getirilmiş olamaz. Evveliyatı olmalı. Demek, katılık ve değişmezlik görüntüsünün ardında, sathın altında bir şeyler hafiften kaynıyordu, belki AKP içinde, belki cumhurbaşkanlığında. Çeşitli rahatsızlıklar birikti ve son on günde açığa çıktı.
Üç. Nereye kadar gidebilir? İki önemli engel görüyorum. (a) Alışkanlıkların ölü ağırlığı. Aşırı merkeziyetçi bir sistem kuruldu. Her şey en tepeye yığıldı. Bu, kendi davranış biçimleri ve hayatta kalma kültürünü yarattı. İnsiyatif ve çalışkanlık diye bir şey kalmadı. Mahkemeler hukuk alanının dışına ve üstelik de tek mercie bakar oldu. Medya keza tek mercie bakar oldu. Şu son istifa olayında gördük bunun garip sonuçlarını. En basit haber 27 saat verilemedi. Hayatın her alanına konformizm yön veriyor. Peki bu nasıl değişecek? Diyelim ki bir takım reformlar başladı, yukarıdan aşağı. Halen üzerine ölü toprağı serpilmiş haldeki kadrolarda; cansız, isteksiz insan malzemesinde canlanma nasıl gerçekleşecek?
(b) İttifaklar sorunu. İktidar bir elini MHP’ye ve ulusalcılığa kaptırdı. Türkiye iki cepheye bölündü. Daha doğrusu böldürüldü ve öyle bölünmüş, kutuplaşmış tutulmak isteniyor. Belki bunun daha doğru adı cepheleşme değil trolleşme olabilir. Her iki sosyo-kültürel mahallenin, laikçilerin ve dindar-muhafazakârların, CHP’ye ve AKP’ye oy verenlerin çoğunlukları itibariyle, derin bir düşmanlık olduğu; cepheleşmenin tabana kadar indiği kanısında değilim. Her iki mahallenin arasına bir trolleşme bandı giriyor ve o kesim habire köpürtüyor kutuplaşmayı. Dolayısıyla en gerekli adım, bu trolleşme-cepheleşmenin son bulması. Siyasetin cepheleşmekten kurtulması. Fakat en zor mesele de bu. Anti-cepheleşme nasıl gerçekleşecek?
Çünkü dört. Mevcut kutuplaşma ve cepheleşmeden, keskin düşmanlıklardan çıkarı olan kesimler oluştu, kök saldı. Örneğin MHP. Örneğin Pelikancılar. Şu anda, ilginçtir, ikisi de sessiz. Ama nereye kadar? Bu da beni tekrar, değişim fikrinin ne zaman başlamış olabileceğine götürüyor. Daha önce de söyledim veya imâ ettim; yerel seçimler dönemi, 31 Mart – 23 Haziran 2019 dolayları kritik bir eşik olmuş olabilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan önce “beka” propagandasından vazgeçme sinyalleri verdi. İstanbul seçiminin yenilenmesi konusunda da o kadar istekli görünmedi. 23 Haziran’dan sonra ise, “Türkiye ittifakı” tarzı cümleler kurmaya başladı, ama Devlet Bahçeli’nin şiddetli tepkisi karşısında geri çekildi. Bugün gelinen yerden dönüp geri baktığımda, bu emareler sanki daha fazla anlam kazanıyor. Hem şüphe ve arayışların başlamasına, hem de büyük bir bariyere işaret ediyor.
Ali Çarkoğlu’nu dinlerken: Derin bir duygusal düşmanlık ve yabancılaşma tabanda mevcut, her iki mahallede kuvvetle mevcut diyor. Şüpheliyim. 23 Haziran seçimlerinde oluşan 800,000 oy ya da 9 puanlık fark, önemli bir akışkanlığı yansıtmıyor mu?
Dünyada ne olabilir? Biden seçildi, iyi oldu. Trump yenildi; Amerika’nın ana akım neo-faşizminin bu ilk büyük yükselişi geri püskürtülüyor. Ama Trumpçılık ayakta. Dahası, çağımızın bu Geç Dönem Kapitalizmi, çevre, küresel ısınma, göç ve ırkçılık gibi devâsâ sorunlar karşısında vahim bir miyopluk sergiliyor. Hükümetler, şirketler, iş insanları, medya, kanaat önderleri, think tank’ler, aydınlar… bir araya gelip yeni bir Toplum Sözleşmesi yaratabilecek mi? Hep aynı fikri tekrarlıyorum: insanlığın yeni ve çok daha hapsamlı bir New Deal’e; yeni ve çok daha kapsamlı bir Marshall Planı’na ihtiyacı var.
Zeynep Oktav’ı dinlerken: Nasıl karıştırıyor ve bulandırıyor meseleleri! Tutarsızlıkları birbirine teyelliyor; bir fikirden zıt ve başka bir fikre geçiveriyor. Hem Trump bize Amerika’nın gerçek yüzünü gösterdi diyor, hem de Trump’ın kazanacağını umuyordum… Ardından, nitekim kazandı sayılır diye de ekliyor. İyi bulandırıyor doğrusu.
Son aklımdan geçen: Siyasî iktidarın neden fikrî iktidar olamadığı ve olamayacağı, neden kültürel hegemonya kuramadığı ve kuramayacağı apaçık ortada. (Ve bunun Osmanlıdan süregelen kesintisiz bir devamlılıkla hiç ilgisi yok, Etyen Mahcupyan inatla anlamasa da.)