Ana SayfaManşetİlaç alınır, çay içilir…

İlaç alınır, çay içilir…

Modacı, stil ikonu George Bryan Brummel, Mrs. Darcey’nin “Bir fincan çay alır mısınız?” sorusunu biraz kibirle, sert yanıtlıyor: “Madam, bir ilaç alınır, ama bir çay içilir...” Ki zaten bitki, onun deyişiyle “zerzevat” çayının yeri de mutfak değil ecza dolabı.

“Bitki çayı, meyve çayı, söyle bana nerden aldın o tatları”… Aroma İmparatorluğu’nun topraklarında, o alanı da poşetleyen çayların iktidarında, bu bilmecenin çözülmesi zordur sanıyorum. O nedenle yine tarihine inmek lazım. Ki, “aynıyla vâki metodu”yla kolayca hallettiğim bir iş.

Bitki çayına dair ilk hayret ve mesafem, gençliğime, üniversitede asistanlığımın ilk yıllarına rastlar. Bir hocamın, sadece cine, votkaya bandırılan nane dalı-yaprağından, sap kerevizli Bloodymary kaşığından aşina olduğum benzer bir “şey”i sıcak suya sallandırdığını gördüm. Merak ettim… Lüzumsuz, anti-akademik bir merak olmasın diye, o dönemde Merkez’le Periferi’nin geçimsizliğiyle ilgili pek güncel bir sorunun arasına sıkıştırarak öğrendim. 

Adaçayıymış… O zamanlar tozu, poşeti filan değil bizzat kendisi. Kıvıl kıvıl… Ada’ya uzak Ankaralı çocukluğumla kökünü, leblebi kadar soğanını yediğimiz Ankara Çiğdem’ini, kuzukulağını filan biliyordum da… Hatta Ada Tavşanı bile mümkün de, Adaçayı? O kadarını soramadım.

Benimkisi o günlerde illâ görerek edinilen bilginin eksikliği… Çok eskiden, çocukluğumda kuş çoktu da, burunları büyümediğinden olsa gerek Kuşburnu da yoktu mesela. İleriki yıllarda Kuşburnu durma azalan kuş sayısını geçerken, Adaçayı da tavşanından hızlı üredi.

Çayı buzla da içiririz

Hayırlı da oldu böyle çaylar. Çeşitlilik iyidir. Bu süreçte siyah çayın bünyeye zararlarından dem vuranlar, tiryakiye yeşil çay içirmeyi bile başardı. Hatta siyah çay demode oldu bazı çevrelerde… Böyle radikal değişimlerden yüz (fırsat) bulan markalar da, “Biz bunlara çayı da soğuk, buz gibi içiririz” diyerek kolları sıvadı, o ayrı.

“Hepsinin yeri ayrı”, diyeyim. İlk paşa çayımdan bu yana yıllar, 20.’den 21.’ye yüzyıl geçti. Neler neler değişti de, değişmeyeni bulmak ana meşgalesi oldu bazı insanların. Değişmenin ve yitirmenin çarpışması, bir varoluş mücadelesine dönüştü kimi mevzilerde… “Siper savaşı”nda özlemler, “yeni”nin değil “eski”nin, geçmişin hayaline savruldu.

Değişim bir zorunluluk… Lâkin insan için devamlılık da önemli. Kuşkusuz bu ihtiyaç, değişime yabancı kalmayı, karşı durmayı da gerektirmiyor, her değişimi alkışla, davul-zurnayla karşılamayı da… “Plazalarla, Loftlarla hayat değişiyor, çağın gereği bu, artık burada ağaca, yeşile, köşedeki 100 yıllık ‘harap’ binaya yer yok” gibi bir “değişim”in sineye çekilmesi nasıl imkânsızsa, tada, lezzete dair “imha edici” değişmelerin etkisi de benzer. Seçeneklerin çoğalması başka şey, demleme bir çay içmek istediğinde önüne sadece bardak poşeti, sallama çay çeşitlerinden ibaret bir “seçenek”in konması başka…

Belki değişim ve devamlılığa dair en arızalı, tipik örnek, Gökçek döneminde Ankara’da, bilhassa Bahçelievler ve Emek’te tüm cadde-sokak numaralarının, isimlerinin rastgele değiştirilmesi… Yeni oyun için sokak numaralarını, isimlerini iskambil destesi misali iyice karıştır, sonra dağıt. Politik taciz, art niyet ve inat dışında bir “yarar” sağlamadığı açık olan bu değişimin sonuçları, “hafıza mekânları” nezdinde hâlâ kaos…

Ecza dolabındaki çay

Meşrubatın tarihinin, evriminin kuytularında dolaştığım yazı dizisinin 16. bölümünde de değişim kaçınılmaz. Bir kısım meşrubatlar sağlığa zararlı diye -haklı olarak- eve sokulmazken, bir kısmı da sağlığa yararlı ya da “az zararlı” varsayımıyla hayata katılıyor. O denklemin içinden okuyarak, araştırarak çıkmak mümkün. Ama kiminin temelinde açık ya da örtülü reklamlar, trendler, kiminde de sosyal medya malumatfuruşluğuyla devşirilen “yenilikler” de var. Bu karambolde tüketicinin işi de, bilinci de müşkül.

Hızlı toplumsal değişmeler, ondan hızlı “kârdanadamlar”,  “Huylu İnsan”ın değişen öncelikleri, alışkanlıkları, kuşkusuz çayı da etkiliyor. Zamanın kullanımı, boş zaman yaratma ihtiyacı, yaşam biçimi de, çayın zaman içinde yeniden tanımlanmasını yaratıyor. Çeşidi, kullanımı, sunumu bir yana, hatta sunumundaki dilini, lisanını bile…

Modacı, stil ikonu George Bryan Brummel, Mrs. Darcey’nin “Bir fincan çay alır mısınız?” sorusunu biraz kibirle, sert yanıtlıyor: “Madam, bir ilaç alınır, ama bir çay içilir…” Ki zaten bitki, onun deyişiyle “zerzevat”çayının yeri de mutfak değil ecza dolabı.

İştaha biber sürmek

Bitki çaylarının faydası, “eczası” deyince aklıma nane-limon, ıhlamur, daha ötesi “Detox çayları” filan geliyor. Detox meselesini ilk duyduğumda, “ox”lu kelime haznem Sheltox’tan ibaret olduğu için mesafeli durmuştum biraz.  O zamanlar sinekle düelloda kullanılan tüm böcek öldürücülerin ismi, o markanın adıyla “Sheltox”du esasen. Sonra öğrendim ki, “Sinek ve sivrisineklere Sheltox’la ‘Şşşşş’ deyin” sloganındaki gibi detox da toksik maddelere “Şşşşş” diyormuş.

Üstelik onu “DD” olarak uygulamak da mümkün; detox+diyet… Detoks yaparken kilo da veriyorsun. O günlerden gazeteci, televizyoncu Mesut Yar’ın hikâyesini hatırlıyorum: “Samandağ biberi” diyetiyle tam 40 kilo verdim. Biberi aldım, ısırdım ve… O an küçük çaplı bir felç geçirdiğimi düşündüm. Benim gibi acı düşkünü bir damağı bile hissiz bırakacak kadar acı bir biberle karşı karşıyaydım. Ağızda tuhaf bir yanma hissi bırakıyor, bir saat kadar…” İyiymiş. Biraz “Çok yemek yersen, kilo alırsan ağzına biber sürerim”i çağrıştırsa da, damaktaki bir saatlik cehennem ne ki… Mesela üç öğün çiğköfteyle de detoks+diyet olabilir mi, Google’a bakmak lazım. (Ve baktım; yaklaşık 123 bin sonuçla, varmış tabii…)

“ABD’de icat edilen ifrit”

Bitki çayı öyle çeşitlendi ki… Bir zamanlar papatya yolarak “Seviyor-sevmiyor” falına bakanlar, yaş kemale erince doğasever bir tavırla papatyayı da “içilen bitki familyası”na alıp çay falında karar kıldılar sanıyorum. (Doğa ya çocukken, ya da insan toprağa yaklaştıkça hatırlanıyor, seviliyor bazen.) Faldaki bu değişim, bitkilerin medyumlardan daha isabetli tahminler yaptığının ortaya çıkmasıyla da ilgili tabii.

Çayda fast-drink değişim, demleme çayı kaldırdı çoğu ortamdan. “Poşet çay, plastik bardak-tabak ve naylon çorapları yaratan bir yüzyılın tipik ürünüdür” diyen Reimertz, haksız değil: “Şirketlerin poşet çaya utangaç bir biçimde ‘demleme poşeti’ demeleri işin aslını değiştirmez. Bu ifritin ABD’de icat edildiğini öğrenmek kimseyi şaşırtmayacaktır.”

Yazar Marcel Proust da poşet çayı “en nefret verici reform” diye nitelendirerek, tırmandırıyor meseleyi. Benim de yine o kral vecize geliyor aklıma: “Sallama çayın muhabbeti de sallama olur…” Biraz konuğu da bir “sallamama” hâli var sanki alınganına: “Poşet çay sevmiyorsan, sana bir Oralet karayım istersen…”

Hayatı salla, çayı demle

Bu arada “demlik poşeti”nin, demleme işlemi öncesinde ve sonrasında bir dizi pratikliğini es geçmemek lazım. Çayı demliğe koyarken sağa-sola dökülmemesi, ölçü standardı, saklama, istifleme kolaylığı, demleme süresinin nispeten azlığı, finalinde demliği yıkama, süzdürme, dökme meseleleri ortadan kalkıyor. Bu yönleriyle de çay içene zahmetsiz bir tercih imkânı sağlıyor.

Tadı bana pek uymuyor… Kamyonum olsa arkasına yazar mıydım bilmiyorum ama: “Hayatı salla ama çayı demle birader.” Sonra da benim için özenle demlenen tavşankanı çayı, “Sağolun ama ben artık çay sevmiyorum” diyerek geri çevirirdim. Hayatta hiçbir şeyi “kendim için” istemedim ki… Bir şey istediğimde, herkesin zaten -kesinlikle- onu istediğini/isteyeceğini varsayıyorum. Gönlümü rahatlatırken, ısrarıma, inadıma bir nebze “diğerkâmlık” serpiyor. Bir nevi iktidar felsefesi yani…  

Tavşanın suyunun suyu

Yeri gelmişken “sallama, hazır çay” meselesinin tarihine biraz değineyim de, aromanın ve ilk kez Oralet’le tanıştığımız “granül”ün bıdık kurnazlığı aklımızın bir kenarında dursun. “Suda çözülen çaylar”, “suda çözülen” Oralet’ten 20 yıl önce, 1940’da ortaya çıkıyor.

Bu yöntemde “kokulandırılmış (aromalı) granüllerin üzerine sıcak su dökülüyor, karıştırılıyor”. Artık karışan, çözülen-çözülmeyen neyse… Buyrun size sallama çayın, poşet içinde gizlice çözülen atası… Bir de renklendirme meselesi var kuşkusuz. İlk çıktığındaki “tel zımbalı” versiyonları sağlığa ilave bir şeyler zımbalıyor muydu bilmiyorum.

“Huylu İnsan” türünün bir dalının, sağlığını ağaca çıktığı “an”lara, ömrünü mümkünse hiç ölmeyeceği zamanlara dönüştürme reçetelerinin, sallama çaya bitki çayı poşetlerini de eklemesi normal. Ama bence, ne idüğü muamma süreçlerden, aromalardan geçerek poşetlenen bitki kurucuğunun suya sallandırılmış hâli, “tavşanın suyunun suyu” biraz.

Yeşil çay ve demokrasi

Kuşkusuz dalından-tanesinden demlenen bitki çaylarıyla, poşetli, sallama bitki çayları aynı şey değil. Bizzat dalı-yaprağından demlenenlere, yeşil çaya filan pek bilmediğim için sözüm yok ama… Murat Belge’nin epey var: “Yeşil çay dendiğinde dünyada bir şey anlaşılıyor. Türkiye’de başka bir şey… Türkiye’deki ‘yeşil çay’ ne kadar dünyadaki ‘yeşil çay’sa, Türkiye’deki ‘demokrasi’ de o kadar dünyadaki ‘demokrasi’…” 

Bu hâliyle bizdeki yeşil çayın, poşet bitki çaylarının Stephan Reimertz’den ödünç aldığım espriyle bana, Japonya’da çay kurallarına da yansıyan İkebana’dan çok Ikea’yı anımsattığını söyleyebilirim. İşlevsel ama herkesi tatmin eder mi, tartışmalı.

Siyah-demleme çay sadakatinin kara sevdası hâlâ yabana atılmaz. Herkesin çay keyfi, seçtiği çay çeşidi, bardak tercihi, ona ayırdığı-ayırabileceği zaman kendine. Niyetim kimsenin zevkine, keyfine, çayına limon sıkmak değil. Haddim de değil… Afiyette olsunlar, yeter. Ağız tadı, nihayetinde ağzımızın tadıdır… Kulağımızın arkasıyla birlikte -çünkü bazen sigara, kalem filan sıkıştırılıyor- o da bize kalsın.

Neyse, zaten saçılı duran mevzuyu iyice dağıtmayayım. Gazoz gibi bu mevzuyu da çeşidi, “nesi var-nesi yok”uyla sündürmeyeceğim. Ama dedim ya, şezlongumdan kalkıp biraz tarihine inmeliyim. “İçen İnsan”ın seçeneklerinin böylesine çeşitlenmesi, bazen -karşılıklı- zıtlaşması, insan ilişkilerine, etkileşime-iletişime ve giderek son ikisinin “…sizlik” ekiyle olumsuzlaşmasına da yol açabiliyor.  Bir de “Sizinle bir kahve içelim” meselesi var ki… O da gelecek haftaya.

BİR ŞİİR/BİR DİZE

DÜŞÜNÜ UNUTMUŞ, KENDİSİ KALMIŞ…

“Her şey öyle tamammış ki bir anlaşılması kalmış /Biri mi tanıştırmış onu ne kendi düşüyle /Öyle ki, kendisi gitmiş, düşüyle başbaşa kalmış. (…) /Her şey uzunca bir yolculukmuş ve anlatılmış /Belki bir çay molasında. Belki /Gözleri takılmış da kırık bir kayığa /Sazların arasında /Birinden birini pek anlamamış /Boyası dökülmüş bir kayık olmuş bütün anlatılanlar /Ne çıkarmış /Bırakmış kayığını son durakta. /Kente karışmış /Düşünü unutmuş bu kez de kendisi kalmış.” Tangolar kendisiymiş”, Edip Cansever, İlkyaz Şikâyetçileri. 

- Advertisment -