Referandum metni; o günkü koşullarda, askeri ve bürokratik vesayetin meclisi ve yürütmeyi zapturapt altına almaya çalıştığı dönemde; meclis tarafından oylamamız için önümüze konan demokratikleşme yönünde adımlar içeren bir anayasal değişiklik bütünüydü. Kendisinden sonraki demokratikleşme hareketlerinin de önünü açacak sarsıcı bir etkiye sahipti. Hatta sadece o günkü sistemi değil, onun muhalifi olma iddiasındakileri de sarstı.
2010 öncesi nasıl bir dönemdi?
Kafa karışıklığı belki de en çok, bugünkü iktidarın otoriterliğine bakıp geçmişten gerekçeler yaratmaya çalışıldığı için oluyor. Elbette çok fazla gerekçe bulabiliriz ama 2010 referandum metni bunların arasında değil. Önce biraz 2010 öncesine bakmak gerekiyor.
AK Parti, 3 Kasım 2002 seçimlerinde %34,29 ile iktidar oldu. 2002 öncesinde ülkedeki demokrasi standardını unutunca ve bugünün bilgisiyle geriye bakınca anakronik bir özür peşinde koşmak kolay olabilir. Ama işler öyle değildi.
AK Parti iktidara geldiği ilk günden itibaren krizler başladı. Bülent Arınç’ın Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olmasıyla “türban krizi” haberleri o dönemin Hürriyet, Milliyet gibi ana akım gazetelerini süsledi. Bugün akıl almaz ve uçuk gibi görünse de daha ilk hafta, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i uğurlamak üzere protokole Bülent Arınç’ın eşiyle birlikte gelmesiyle “kamusal alan” tartışmaları başladı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ile kuvvet komutanları, meclise ziyarete gittiklerinde Bülent Arınç’ın odasında sadece 3 dakika kalıp çıkmışlardı.
Genel Kurmay Başkanının Abdullah Gül’ü “irticayı cesaretlendirmekle suçladığı”, Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un vatandaşlardan “irticayla mücadele edelim” diye yardım istediği tarihler çok eski değil. Bir yandan asker-siyasetçi kavgaları devam ederken bir yandan ise Avrupa Birliği uyum süreci içerisinde çok sayıda reform yapılıyordu. (Detayları için: https://serbestiyet.com/yazarlar/ak-partinin-sessiz-devrimi-cocuklarini-yerken-6591/ )
Eşi başörtülü olduğu için Abdullah Gül’ün adaylığı da yine “kamusal alan” tartışmasını devam ettirdi. Partiye kapatma davası açıldı. Askeri müdahale denendi. 27 Nisan’da açık açık dönemin iktidarının “hataları” sıralanıp “Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir” dendi.
Seçilmişleri, on yılda bir asker tarafından hizaya çekilen ülke için alışıldık bir olaydı. Ama bu sefer karşılarındaki toplum sessiz kalmayacak bir çoğunluk çıktı. AB reformlarından vazgeçmeyen bir iktidar ve grafiği her seferinde toplumun farklı kesimlerinin geniş bir koalisyonu ile o parti lehine arttıran bir kitle…
12 Eylül 2010’a geldiğimizde
12 Eylül 2010 metni, kamuoyunda çok yankı uyandırmayan ancak dönemin bakanları tarafından vurgulanan ikinci kez açılan parti kapatma hazırlıklarının ardından başlayan bir referandum taslağı. Yani burada; siyasetin ve siyasetçinin kendini baskıya karşı güvence altına alma gayesinin de olduğunu kabul etmek gerekir. Hatta eğer mecliste yeterli oyu alabilseydi iktidarın getirdiği hükümler arasında olan parti kapatmayı zorlaştıracak düzenleme de referandum metninde yer alacaktı. Ve belki bugün HDP üzerinden yürütülen tartışmalar da gündemimize hiç gelmeyecek, Devlet Bahçeli öfkesini evde kendi odasında gidermeye çalışacaktı.
Böyle bir siyasi ortamdan geçerek askeri vesayeti, bürokratik oligarşiyi ve jüristokratik müdahaleleri azaltma gayesiyle Avrupa Birliği’nin de tavsiyelerine uygun olarak oluşmuş bir değişiklikler bütününden bahsediyoruz.
Başlangıçta; maddelerin tamamını tek tek yazıp “hangisi daha kötü” diye sormaya niyet etmiştim. Ancak bunun bir faydası olmayacağını biliyorum. Çünkü yetmez ama eveti günahkâr ilan edenlerin büyük bir kısmının hakikatle ilgisinin olmadığını biliyorum. Bir ruh haliyle kavga edildiği için tartışma çoğu zaman içerikten bağımsız yürütülüyor.
Sadece küçük bir düzenlemeyi hatırlatmak istiyorum: Bugün ülkede küçücük bir hukuk kırıntısından bahsedebiliyorsak, Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvurularla ilgili olarak verdiği kararlar üzerinden konuşabiliyoruz. İşte o Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu, 12 Eylül 2010 referandumunun ürünüydü. İdeal olmasa da şu anda yargıdaki pek çok bireysel haksızlığı önlemeyi başarabilen Anayasa Mahkemesi’nin gücü işte o günden geliyor. Bu madde ekseninde düşündüğümde ‘Yetmez ama Evet’e lanetler yağdıran, her fırsatta başımıza gelen tüm kötülüklerin müsebbibi gösteren öfkeli oligarşi taraftarlarının yanına cumhurbaşkanını da eklemek mümkün olabilir. Zira hem kendisi hem küçük ortağı hem de bakanları sık sık Anayasa Mahkemesini ve başkanını tehdit ediyor; kararlarını tanımadıklarını ilan ediyor.
Referandum metni her derde deva değildi, o günkü hayırcıların “gelir dağılımındaki adaletsizliği giderecek mi, çiftçinin sorununu çözecek mi, Alevilerin Kürtlerin sorunlarını çözecek mi” gibi argümanları da “hayır” için değil “yetmez” için epey anlamlıydı. Kategorik reddediş ile bakmıyor olsalardı bunu da görebilirlerdi. Eksik çok şey vardı ve o yüzden “yetmez”di. Fakat sağladığı iklim çözüm sürecinin en büyük yapısal taşlarındandı belki de. Ve o gün evet oyu kullanan %58’in nedenlerinden biri teklifin demokratikleşmede geriye değil ileriye taşıyacak maddeler içermesiydi. Çeşitliliği de buradan geliyordu. Yoksa Mithat Sancar’ın, Mansur Yavaş’ın, Adalet Ağaoğlu’nun aynı yerde durmasının başka nasıl mümkün olacağını düşünebiliriz ki zaten?
Ezberlenmiş cümlelerle, jenerik alıntılarla konuşmayı sevenler için yapılabilecek pek bir şey yok. Fakat geniş bir kitlede haklı bir itiraza sebep olan 2010 referandumu ile değişen HSYK maddesinin üzerinde durmakta yarar var. Değiştirilen yapı ile esasen yürütmenin HSYK üzerindeki etkisi kırıldı. Ancak tartışma yaratan ve sonradan Fethullahçıların yargıda yapılanmasının önünü açan mesele, yüksek yargıya üye belirleme yönetimiyle ilgiliydi. İktidar partisinin teklifinde yargı mensuplarının oylamada tek tek kişilere oy vermesi öngörülmüştü. Böylece bir grup toplu halde oylanmamış ve daha demokratik bir temsil sağlanmış olacaktı. Ancak o günün ana muhalefet partisi bu maddeyi Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı ve Anayasa Mahkemesi yetkisi olmaksızın kendini siyasi iradenin yerine koyarak yeni bir madde yazdı. Buna göre oylama blok liste üzerinden yapılacaktı. O günkü ana muhalefet partisi bundan pek de rahatsız olmadı, çünkü blok listenin kendilerine yakın olduklarını düşündükleri grupların önünü açacağını düşünmüştü. “Biz de üyelerin seçim şekline itiraz ediyorduk, seçim şekli bizim istediğimiz şekilde oldu” diyerek esasen iktidarın istemediği, kendilerinin istediği sonucun gerçekleştiğini ifade etmeleri bu yüzdendi
Blok liste usulüyle seçimin gerçekleşmesi, grup halinde daha büyük güç olduğu anlaşılan Fethullahçıların yargıda yapılanmasının önünü açmış oldu. Yani o güne döndüğümüzde iktidarın teklifindeki oylama usulü buna izin vermeyecekken CHP’nin Anayasa Mahkemesine iptal başvurusu sonucunda ortaya çıkan madde ile başka bir yapılanmanın zemini sağlandı. Muhtemelen o günün siyasi iradeye muhalif tahakkümcü aklı, kendilerinin yüksek yargıda egemen olacağını düşünerek bu değişikliği yapmayı öngörmüştü. Ama parti binasında yapılan hesaplar hayata uymadı. Sayelerinde çoğulcu bir yapıyı öngören meclisin teklifine aykırı olarak tek tip yapılanmanın önü açıldı. Sonrası ise malum.
Demokratikleşme çalışmalarına kimin yaptığına bağlı olarak kategorik karşı çıkanların “haklı çıktık” diye bugün söyledikleri sözler “haklı” değil ne yazık ki. Paket, gerek demokratikleşme iradesini taşıyan bir iktidarı destekleme gereği ve gerekse de içeriği bakımından desteklenmeliydi ve alternatifi oligarşik vesayetçi bir sistemin olduğu gibi devam etmesinden başkası değildi.
İşte bu nedenle yukarıda değindiğim “ruh hali” ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Bir görüşten ve onu destekleyen mantıklı argümanlardan çok bir ruh haliyle uğraşıyoruz bu tartışmada. Bu yüzden de şimdi “yetmez ama evet dediniz”cilerle sağlıklı bir sonuca ulaşmak da çoğu kez mümkün olmuyor. Ama bu ruh haline teslim olmamak gerek; çünkü nefretten yeni ve adil bir sisteme geçiş mümkün değil. Ve fakat şu fotoğrafta gördüğünüz kadar farklı insanın bir araya gelmesiyle bu mümkün olabilirdi. Nitekim o günün evet oyu sahiplerinin büyük kısmı yine muhalefette ve yine demokratikleşme için mücadele ediyor.
AK Parti 2010 referandumunda bugüne kadarki tüm seçim ve referandumlar arasında tarihinin en yüksek oyunu aldı. Destekleyenleri ona “yetmez” diyerek hak ve özgürlüklerin daha fazla genişlemesini talep etti. Bugünkü muhalefetin yapması gereken de bu. Kitleleri demokratikleşme yönünde, özgürlükler yönünde “daha fazlasını istemeye” yöneltmek. Yeter ki siyasetin gündemi bu olsun.
Şimdi bugünden geriye bakıp anakronik değerlendirmeler yapanlar, sosyolojiyle de siyasi tarihle de akıl dışı bir kavga yürütüyor ve bizden de aynısını bekliyorlar.
O gün zamanının gerisinde olup jakobenliği talep edenler, iktidarı ve meclisi daha fazla demokrasiye zorlasaydı, ona daha geriden değil daha ileri bir noktadan muhalefet etseydi, belki tarih bambaşka gelişirdi.
Kim bilir…