Bugünün kamu kurumlarındaki yüksek beygirli (¹) makam arabası ihtirasını, “hususi oto”daki müteharrik (hareket halindeki) itibar sevdasını düşününce söylemeye biraz çekinsem de… Bilhassa spor otomobilleri, keskin, sportif hatlı “coupe (iki kapılı)” modelleri, olmadı arkası küt “hatchback”leri oldum olası severim. Merakım, ilgim hep kuytusunda durur hayatımın.
Çocukluğumun ilk hatıralarıarasında en neti, üç tekerlekli kırmızı bir bisiklettir mesela. Belleğimi en başına sardığımda, anneannemin aldığı o küçücük bisiklet gayet nettir de, onun güzel yüzünü fotoğrafların yardımıyla canlandırırım. Bilgi gibi hatıralar da maddeleş(tiril)ince, şekil, renk, ses, kokusuyla somutlaşınca kalıcılık kazanıyor, hıfzetmesi öyle kolaylaşıyor. Hafıza mekânları/nesneleri de oralardan alıyor “kutsal”lığını…
Satın alınan mutluluğa dair siftahımı da o bisikletle hatırlıyorum. Ayağını yerden keser! Muhtemelen kırmızı renk de öyle yer etmiştir hayatımda. Kırmızı yarış arabası deyince akla gelen tek isim Enzo Ferrari (²), olayı 90 yıl önce çözmüş zaten: “Bir çocuktan araba resmi yapmasını isterseniz, mutlaka kırmızıya boyar.”
İlk arabama ise beni önünde bir Mustang’den edinilmiş orijinal markası, arkada gazoz kapağından sinyalleri, VİTA tenekesinden plakası, sigara yaldızından nikelajlarıyla tornetim yaklaştırmıştı. Ful aksesuardır, yakından bakarsan… Esasında piyasaya ilk çıkan “yarı yerli” Anadol’ları, Murat 124’leri düşündüğünde, tornetimin donanımı onlardan aşağı kalmaz. Ayrıca çıkma rulmanlarını (bilyeli tekerlek) saymazsak, o otomobillerden daha yerlidir.
Çarpışan oto ve mahalle Grand Prix’leri
Yürümeyi öğrendikten bir süre sonra, ilk zorlu direksiyon eğitimimi Lunapark’ta -babamın kucağında da olsa- “çarpışan otolar”da yaptığımı söyleyebilirim. Zaten “Türkiye Trafiği” de ilhamını, genini o pistten alır. Lunapark hevesim, artarda iki turla o bölümde yatışırdı. İlk kazasını, babasının yaptığı gokartta dört yaşında atlatan Formula1 efsanesi Michael Schumacher’ı, altı yaşında kendi gokartıyla yarışan Lewis Hamilton’ı o nedenle pek gözümde büyütmem. Hepimiz ana-baba kucağından yarışçıyız.
Yani beş aşağı, yirmi beş yukarı benzer sayılır ilk direksiyon serüvenlerimiz. Hem “ben bence” asıl mahâret (züğürt mahâreti), ilk yarışlarını, mahalleler arası Grand Prix’lerini upuzun ana caddede, yere Formula1 araçlarından daha yakın tornetle, yokuş aşağı yaşamaktır.
N’apalım, her konuda olduğu gibi altyapı, tesis yokluğu işte; bilgimiz-görgümüz-tahayyülümüz anca Anadol kadar. Ankara’da “Formula Racing School” vardı da biz mi gitmedik? Gokartı, Formula’yı bırakın… Evlerinin önüne yanaşan, her akşam oraya park edip de mahalleye itibar kazandıran, mahalleliye “mevzu” yaratan “hususi otomobil”ler bile parmakla gösteriliyordu çocukluğumda.
Allı-dallı, grapon güllü at arabaları
Emek eski 60. Sokak’taki bizim mahallede iki araba vardı mesela. Birisi tüccar Mahir Bey’in eski, toparlak, yeşil Consul’ü… Diğeri, ismi namının gölgesinde hiç anılmayan/bilinmeyen Doktor’un dillere destan-dedikodulara fistan Mercedes’i…
Mahir Bey’in arabasının kapıları -belki imalattan- kilitlen(e)mezdi. Şans eseri kilitlense de, sıkıca vurduğunda camları aşağı düşer, elini içeri sokar kapısını açardın. Geceleri doluşup, vitesi boşa alarak salıyorduk arabasını yokuştan da, mahallesinin çocuklarını tabancayla kovaladığında can havliyle vaz geçtik bu çapulcu keyfinden.
Diğer “araba”lardan söz edersem… Yollarda Körük (tek atlı), Fayton (çift atlı), iki kişilik Landon (Kupa) atlı arabalar, “turistik” kullanımları dışında yoktu çocukluğumda. Ama “nakil vasıtaları ve müteharrik makineler”i kapsayan Trafik Kanunu’nun cevazıyla, Başkent’te at arabaları her semti yorgun dıgıdık dolaşıyordu.
Başta odun-kömür, eşya nakliyatının yanında, hemen her gün mevsimine göre zerzevat, meyve, karpuz-kavun taşıyanlar, bilhassa yukarı aşağı salınan kafası grapon kâğıdından yapılma çiçeklerle, renkli çaputlarla süslü “sütçü beygirleri”, sıradan sokak manzaralarıydı. Özellikle Ulus’ta, güllü-dallı desenlerle bezeli ahşap römorkunda çoluk çocuk aile nakil vasıtası olarak da göze çarpıyordu.
“Gazi’nin Lincoln”u-Koç’un Ford’u
Benim ömrüme yetişmeyen Ankara’nın ilk otomobillerini ise Dr. Yalçın Ergir’in “Düş Hekimi” kitap serisinde buluyoruz: “İkinci Meclis Binası’nın önünde Gazi’nin Lincoln arabası beklerdi. Az sayıdaki taksinin numarası (plakası) başında daha 06 olmadan sadece T ile, hususi araçlarınki ise H ile başlıyordu. Ulus Meydanı’nda iki hususi araç görülürdü. Biri Vehbi Koç Apartmanı’nın önündeki tel tekerlekli bir Ford, öteki de İş Bankası Genel Müdürü’nün otomobiliydi.
Hacı Bayram’da Dr. Hüseyin Ertuğrul’un tenteli, tel tekerlekli 1927 model Ford’u, Etlik’te de Bursa Mebusu Muhittin Baha (Pars) Bey’in tek kapılı otomobili zihinlerde yer etmişti. Benzin 1928’den itibaren İş Bankası ve Meydan Palas’ın yanında, kollu tulumba ile çekilen iki galonluk cam şişelerle vasıtalara satılırdı. Asfalt 1933 yılına kadar sadece Baş Vekâlet önünde (eski Maliye Bakanlığı), o da binanın uzunluğu kadardı.”
Ankara’da İngiliz polis arabası
Kendi film kesitlerime dönüp, ergenliğime gidersem… Babamın ilk arabasını, 1949 model siyah Austin A40 Devon’u bugün gibi hatırlıyorum. Ankara’da tekti belki de. Yerden epeyce yüksek tasarlanan ama biraz minyon, tombalak-göbekli hatlarına uyan yuvarlak farlarıyla, orta direk aile babası gibi dururdu.
Ancak kendi halinde, munis karakterinde yanıldığımızı TRT’nin ilk yabancı dizilerinden siyah beyaz “Dial 999 (999’u Çeviriniz)”u seyrettiğimizde anladık. İngiltere yapımı polisiye dizideki polis arabalarının hepsi, aynı yıl-aynı model siyah Austin A40 Devon’du. Suçlular yavaş, usul usul kaçıyordu o zamanlar anlaşılan. (Fotoğraf: 1949 Austin A40 Devon.)
Yerden yüksekliğinin yanında, arkaya-öne çekilemeyen ve elbette yukarı-aşağı ayarlanamayan sabit yüksek koltuklarıyla, yanından geçen arabalara bugünün SUV’larını, ciplerini kıskandıracak kadar tepeden bakardı. İnanmazsınız, kimin aklına geldiyse bir de açılır sunroofu vardı arabanın. Koltuğa basıp oradan kafanı çıkardığında, apartmanların birinci katındaki dairelere göz atardın. Bu arada -bugün de efsanesini koruyan- İngiltere’nin belki de tek şirinliği Mini Cooper’ın, 1959 yılında “Austin Mini/Mini Morris” markası altında üretildiğini hatırlatmalıyım.
Patlamayan ilk tüplü araba
Aldığında 20 yaşındaydı Austin. Ama fazla üzmezdi; gündelik-haftalık-aylık arızaları ülke ortalamaları kadardı. Ama kışları hariç… Kaloriferi pek çalışmaz, tamire de gelmezdi zira. Dert değildi, babam küçük tüplü bir ısıtıcıyı arka koltuğun önüne sabitleyerek en soğuk günlerde öyle çözdü problemi. İlk “tüplü araba”ydı bir bakıma… Hiç patlamadı.
Otomobiller için Çorum Kaloriferi, daha doğrusu “araba sobası” henüz icat edilmemişti o yıllarda. Hemen her marka otomobile monte edilebilen kaloriferi, prototipini Demircilik ve Ateş Tanrısı Hephaistos’tan alıyordu muhtemelen. Ejderha ağzıyla gerçekten bunaltırdı bineni.
Bir süre sonra fabrikadan sıfır aldıkları Renault 12’lerine bile Çorum Kaloriferi’ni monte ettirdi insanlar. Eh, bencil Avrupalılar, sattıkları ülkenin Anadol Anadol şartlarını ve orijinal tasarımına olmazsa olmaz ekleyecekleri “yurdum çözümleri”ni hesaba katmıyordu o zamanlar. (Bkz: 2004 yılında Ferrari’sine tüp taktırmaya kalkan Türkiyeli işadamı.) Önce ısınacaktın arabana; Serçe Serçe, Şahin Şahin, Kartal Kartal.
“Babam Sağolsun”un İtalyancası
Austin’e bir süre sonra inme inince… Babamın ikinci arabası -biraz model büyüterek- yine İngiliz 1957 Zephyr oldu. Birkaç takside de görülen örneğiyle, tavanı beyaz altı açık yeşil, önü boydan boya nikelajlı, farları gözkapaklı, içi biraz daha ferah bir otomobil. Ayda birkaç kez tamire gittiğini hatırlıyorum. O zamanlar da iyimserdim anlaşılan.
Sonra 1959 model, iki yahut halk arasındaki deyişiyle tek kapılı, direksiyondan (koldan) üç ileri bir geri vitesli, altı bordo, tavanı beyaz Opel Record yanaştı evimize… Babamın arabalarının tümü gencecikti bir bakıma, hep 20 yaşındaydı. (Otomobilin gerçek yaşını da köpeklerin insana kıyasla ortalama yaşı gibi yedi ile olmasa da, dörtle-beşle filan çarparak buluyorsun sanıyorum.) Bir süre sonra önce direksiyonunu, sonra arabayı tümüyle bana bıraktı.
İlk arabam, ilk “Babam Sağolsun”umdu… Arabaların, minibüslerin, kamyonların arkasında sık gördüğüm “Babam Sağolsun”, bana hâlâ o(nunla) günleri, mutlu ama yokluğunda hüzünlü hatıralarıyla yaşatır. “Babam Sağolsun”un en ilgincine ise geçen gün Etlik’te rastladım. Ankara plakalı bir Volkswagen Caddy’nin arkasında İtalyanca: “Grazie Mio Padre”… Ülkesi yoktu herhalde baba sevgisinin.
Uzun yolda otobüse “yakın taciz”
Molalarda kaputunu açıp soğuttuğunda, yolda suyunu-yağını eklediğinde her yere giderdi o Opel. İlk şehirlerarası gece yolculuğumuzda bir otobüsün arkasına takılıp/yapışıp öyle erebilmiştik menzilimize. Zira 6 voltluk farları dibini bile aydınlatmıyordu. Yollar desen o yıllarda zifirî karanlık, ampulün amblem olmasına 30 yıl filan var.
Birlikte Afyon’da mola verdiğimizde “yakın taciz”imizin nedenini elbette anlamış, muhabbetle, gülümseyerek el sallamıştı otobüsün şoförü bize… Sık sık sanayiye, tamire gittiğimizden ustalarla, çıraklar da hep el sallardı gördüklerinde. “Araba geyiği” ceylandı o zamanlar.
Sonrasında onun takasıyla, üzerine az ekleyerek bir süre spor, olmadı sportif hatchback otomobiller geçti hatıralarımdan. Spor(tif) araba deyince gözünüzde büyütmeyin. Eğer öyle ya da böyle herhangi bir araba alacak kadar gücünüz-fırsatınız varsa, “emekli spor arabalar” gerek ilginin azlığı, gerekse kamuoyu itibarında “tek kapı” dezavantajlı piyasasıyla kolay erişilebilirdi. Yürüyorsa alındırdı mesela, gerisi “sanayi”ye emanet… “Gençlik başımda duman” bir yerli otomobilin fiyatı bile, emekli hatta orta yaşlı spor(tif) arabaların üstündeydi o yıllarda.
“Ondan al, buna uydur” Oto Sanayi
Yolları 80 yaşında İskandinav bir yelkencinin azametiyle gezinen 18+ yaşındaki otomobiller, bilhassa tevellüdü 1940’lara ulaşan “Amerikanlar” doldurunca, arıza ve tamir günlük hayatın bir parçası olmuştu elbette. Ama çaresi bulunmuştu hemen. Yerli yorumuyla “Ondan al, buna tak-uydur” Oto Sanayi, “her derde deva”ydı o zamanlar.
Biraz okusalar, merak salsalar, ilk kalp naklini bile onlar yapardı yeminle. Otoysa oto, sanayiyse oldukça yerli sanayi… Düşünsenize… Örnekleri parmakla sayılan, insanların evinin önüne nereden, nasıl göçtüğü meçhul her türlü arabayı gerçekten tamir ederlerdi. Bırakın parçalarını, o otomobillerin çoğu artık fabrikasında bile üretilmiyordu.
Yetmişli yıllarda sanayiye gidip “1949 Austin rot başı ve istavrozu istiyorum. Hani şu dizideki, İngiltere’de polis arabası olanlardan…” dediğinizi hayal edin. Neyse ki elektronik, computerize değil mekanikti arabalar. Ne yapsınlar, onun parçasını öbürüne nakleder, o da olmadı tornanın büyüsüyle uydururlardı her parçayı birbirine. 2012 yılında Ankara Hürriyet Gazetesi’nde “Birlikte Tarih Yazalım” çağrısıyla hayata geçirdiğim sözlü tarih dizisinde okurumuz Mehmet Kına şöyle anlatıyordu “Ankara Oto Sanayi”sini:
Onardığı parçayla anılan ustalar
“Yıl 1946. Babam ve savaş yıllarından 52 arkadaşı bugün Ankara Roma Hamamı’nın kalıntılarının arkasındaki Yeni Sanayi Çarşısı’nı kuruyorlar. Babam Makasçı İhsan Usta (Kına), Şevroleci Bacaksız İbrahim, Dodgeci Sülü Usta, Fordçu Cafer, Boyacı Necati Tereyağoğlu, Otomatikçi Necati-Fethi Sonsoy, Lastikçi Ahmet Öztekin ve Otomatikçi Mehmet Acıduman… (Bu mevzuda Bahçelievler Karakol Durağı’nın arkasındaki efsane Karbüratörcü Nejdet (Demirdirek) Usta’yı mutlaka eklemeliyim.) Hurda araçları ne yapıp edip yürütüyorlar. Hatta lastik permiyle satılırken yani yokken, içine üstüpü doldurarak araçları yürüttüklerini biliyorum.
İleri tarihlerde benim de şahit olduğum Zeki Müren, Emel Sayın, Berkant, Serpil Örümcer, Ahmet Gazi Ayhan gibi birçok sanatçı Ankara’daki konserlerinin tarihini babam İhsan Kına’dan otolarının tamiri için aldıkları randevuya göre ayarlardı. O zamanın Çorum valisi, babamla işi olsun olmasın her Ankara’ya gelişinde bize Çorum Leblebisi getirirdi.”
O yıllara gidince, o günlerde eski ama itibarlı, günümüzde artık klasik otomobiller bence zaman tünelinin değişmez “vasıta”larından birisi. Bilhassa bir zamanlar günlük hayatta pırıltılı salınışıyla “Amerikan arabaları”… Onlarla devam edeceğim gelecek pazar; aşk-macera-polisiye-gerilim o markanın altında…
(¹) “Merkez Bankası değil yarış kulübü” Kamu kurum ve kuruluşlarındaki“Yüksek beygirli” olarak anılan beygir gücü ve motor hacmi yüksek makam arabası sevdası, Fatih Altaylı’nın 30 Eylül 2021’de yayınlanan “Tenezzül” yazısına da konu oldu. Sayıştay raporundan aktarılan bilgilere göre, Merkez Bankası’nın aylık 15-30 bin lira arasında kira ödediği 39 lüks makam aracının fiyatları 1.2 milyon ile 2.2 milyon arasında değişiyor. Üstelik makam araçlarının 21’i, Audi’nin büyük motorlu, yüksek beygirli (245 beygir) modellerinden seçilmiş. Motor büyük, beygir gücü yüksek olunca yakıt harcaması da, arabanın fiyatı/kirası da tavan yapıyor tabii. Altaylı “Zannedersin Merkez Bankası değil, yarış kulübü” cümlesiyle bu tuhaflığın altını çiziyor.
(²) Mussolini’den Ferrari’ye Kraliyet Nişanı İtalyan yarış pilotu, Scuderia Ferrari’nin (Ferrari Takımı) kurucusu Enzo Ferrari, ilk Ferrari’yi 1929’da tasarlamış. Yasal olarak yarış pisti dışında kullanımına izin verilen Ferrari’nin ilk seri üretimi ise 1947 yılında başlıyor. Birinci Dünya Savaşı’nda orduya katılan Enzo Ferrari, ilk aylarını cephe gerisinde atları-katırları nallayarak geçirmiş. Grip salgınına yakalanınca ayrılmış ordudan.
İtalya’da faşizmin yükselişe geçtiği yıllarda Mussolini’nin gözüne giren Enzo Ferrari, , İtalya Kraliyet Nişanı’yla şövalye unvanını alıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda da silah endüstrisine giriyor. 1956 yılında oğlu Alfredo (Dino)’nun 24 yaşında şüpheli ölümünün ardından fabrikada yaşamaya başlıyor. Devir hâlâ mafya devri; Dino’nun Sicilya Mafyası’na borçlarını ödemediği için zehirlenerek öldürüldüğü iddialarının üzerine gidemiyor. Ardından Ferrari’nin -oğlunun tasarladığı- “Dino” serisini üretiyor. Ancak tüm ısrarlara karşın otomobilde Ferrari’nin adı/amblemi yok, sadece Dino markası yer alıyor. (Fotoğraf: Benito Mussolini 1930’larda yarış arabasında… Arkasında yarış tulumuyla Enzo Ferrari.)