16 Nisan 2017'de "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" adlı yeni düzene geçilirken, temel endişelerden biri, “sistemin siyasi partileri tamamen etkisiz hale getirebileceği” şeklindeydi.
"Başkanlık sistemi"nin temel özelliklerinden biri olan yürütmeyasama ayrılığının ortadan kalkmasından ve yürütmenin yasama üzerinde üstünlük sağlamasından endişe ediliyordu.
Bu ihtimal gerçeğe dönüşüyor. Meclis'te en çok milletvekiline sahip olan partinin genel başkanı, aynı zamanda Cumhurbaşkanı. Varolan Siyasi Partiler Kanunu'nun sağladığı imkanlarla, bütün milletvekili adaylarını danışarak belirleyebiliyor. Bundan sonra çıkarılacak kanunlar üstünde de benzer bir imkan ve etkiye sahip.
Bu tablo, ister istemez siyasi partiler düzenini yalnızca iktidar partisi değil, muhalefet açısından da pasif hale dönüştürüyor. Muhalefet imkanları, partiler açısından, giderek daralıyor. Başkanlık, bir anlamda “siyasi partiler düzeni”ni ortadan kaldırıyor.
Denge ve denetim
"İşlerin daha hızlı yürümesi", bu sistemi savunanların temel gerekçesi. Bu nokta elbette tartışılabilir. Ancak, demokratik bir rejimdeki başkanlık sisteminin, kendine özgü denetleyici, dengeleyici kurumları vardır, alışkanlıkları vardır. Kendine özgü bir ritmi vardır.
Yürütmeyi denetleyebilecek iki temel kurum, yasama ve yargıdır. Yasama, ancak yürütmeden bağımsız olabildiği oranda, denetleme görevini yerine getirebiliyor. Aynı şekilde, yargı; siyaset yani yürütme karşısında bağımsızlığını koruyabildiği oranda, tarafsız kararlar verebiliyor. İşte bütün bu açılardan denge ve denetim mekanizmaları zayıflamış durumda.
Bu dönemeçte, iktidar partisi olsun, muhalefet partileri olsun, tüm partiler, çıplak gözle görülebilir düzeyde bir varoluşsal krizle karşı karşıya. CHP'deki lider krizi, HDP'nin sıkışmışlığı, AK Parti'nin "metal yorgunluğu"; güncel ve geçici bir sıkıntıdan çok, dayanılan yapısal/sistemsel bir duvara işaret ediyor.
Denge ve denetim açısından rol oynayabilecek siyasi partiler(iktidarmuhalefet ayrımı olmaksızın), gereken yasal değişiklikler de gerçekleşmediği için, giderek etkilerini daha da yitiriyorlar. İmkan ve güçleri, sistemsel olarak sınırlı. Tabii bunların arka planında kendi iç özelliklerinden kaynaklanan ciddi zaafları da var.
Değişim krizi mi?
Bu tabloyu, bir "değişim krizi" olarak görmek de mümkün.
Asıl kritik sorun, sistemin ana sigortasını oluşturması gereken "denge ve denetim" mekanizmalarının ve (sert) “kuvvetler ayrılığı”nın (artık) var olmaması.
Önümüzdeki dönemde bunların reel sonuçlarını daha fazla hissedeceğiz. Belki de çözüm bulmak için yeni tartışmalar yapmaya başlayacağız.