Cemile Bayraktar
Bir “mantık önermesi” gelir, herkesi susturur!
Zeynep haksız mı? Ülkede laikler ve dindarlar kavga ederken, kendi iktidarları için savaşırken, başörtülü kadınların ne yapması ve nasıl olması gerektiğine kendileri karar verirken, olan kadınlara olmadı mı? Sonuç itibariyle “hepiniz” aynı hizaya düşmediniz mi? Bu ülkede herkes ama herkes hayatının bir bölümünde en az bir kez, “yok birbirinizden bir farkınız” isyanını yaşamıştır. Kemalizm’in din üzerindeki tahakkümünü yaşamış bir toplumduk evet ancak buna cevap verenler de Kızıl Goncalar’a tahammülsüzlüğün de gösterdiği gibi aynı yöntemleri kullanıyor
Allah’ın gazabı kulun silahı olabilir mi?
Allah’ın gazabı da, rahmeti de, hiçbir kulun kendinden emin biçimde karar verebileceği bir alan değil. Ve “gazap” gibi, Allah ile birlikte düşünüldüğünde oldukça ürkütücü olan bir konuyu, bir silah olarak kullar arası ilişkilerde kullanmak görünürde her ne kadar “öylesine” bir durummuş gibi anlaşılsa da, aslında kulun kendisini bir anlamda, farkında olsun ya da olmasın, Allah’ın yerine koymasıdır. Kul mertebesi için bundan büyük hadsizlik de maalesef azdır.
Niye “Biz” olamadık?
Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy, Ertuğrul Özkök, Fatih Altaylı, Mehmet Y. Yılmaz, Sedat Ergin, Nagehan Alçı, İsmet Berkan, Duygu Demirdağ ile “tartışmalı” Atatürk Kültür Merkezi (AKM) binasının roofundaki içkili “Biz” adlı restoranda yemek yiyip “Türkiye Selçukluları Konya Hanedan Türbesindeki Naaşları Tanzim Projesi…”ni konuşmuş. Yemeğin fotoğrafı ortaya çıkınca “peki neden biz o masada yokuz” diyenler itiraz etti. Sinderella Külkedisi’nki gibi bir itiraz değildi, haklılık payları vardı. Ama itiraz ederken esas meseleyi kaçırmışlardı.
Hayır Ayçin Hanım, kütüphanenizi yakmanıza gerek yok
İslam Düşünce Enstitüsü’nün ev sahipliğindeki panelin konuşmacısı çevirmen, yazar Ayçin Kantoğlu’nun güzel Türkçesi, sakin üslubu, Gazze meselesini ele alışındaki hassasiyet ve samimiyet net şekilde görünüyordu. Büyük de ilgi çekti. Ama bu ilgideki abartı üzerinde konuşmamız gerek. Çünkü konuşmanın içeriğinde insanı çarpan doğru noktalar olduğu kadar, bu belagat içinde görünmeyen çok sorunlu noktalar da vardı.
Allah’a değil iktidara küsmüyor muyduk!
Türkiye’de son yıllarda yaygınlaşan bir hal var; iktidara kızıp öfkesini dinden çıkartmak. Bir başka şekilde söylenecek olursa, iktidara yönelik küskünlüğü dine yansıtmak. Tabii ki insanlar inancına söyleyecek yok. Ama bunu yapanlar bir süre sonra Türkiye’deki klasik Kemalist, laikçi argümanlarla dindarları eleştirmeye başlıyorlar. Yani aslında mevcut zehirli tartışmanın sürmesine katkı veriyorlar. Halbuki her iki tarafı da bilen insanlar olarak bu kutuplaşmanın dışına çıkılmasına katkı yapabilirlerdi. Yazık ediyorlar.
İsrail, “tarihi ayar”ın neresinde?
Evet, bir şeyler yapılıyor ama bunlar doğrudan değil dolaylı olarak yapılıyor ya da yapılıyor(muş) gibi yapılıyor. Bunda açıkçası çok eleştirilecek bir şey yok zira aksi olduğu durumlar tecrübe edildi ve olumlu değil olumsuz sonuçlandı ve buna bağlı süt üflenerek içiliyor olabilir. Sorun da zaten tümüyle burada değil. Sorun, İsrail’e giden ticari gemilere, yakıt transferi sırasında açılan sahalara ve benzerlerine sessiz kalıp, üniversite öğrencilerinin harçlığını çıkarttığı mekanlara baskın yapmakla yetinmek de değil. Sorun, pek de işlevi olamayan tavırlara aşırı işlevselmiş gibi bir anlam yüklemek ve “one minute” olmayan tavırlardan bir “one minute” çıkarmak.
Ne de olsa anlatabildiğin hikaye kadarsın
Harari, İsrail-Hamas çatışmasında Netanyahu’nun popülist ve kutuplaştırıcı politikalarının olumsuz etkisinden bahsediyor. Harari’yi okuyunca İsrail’in sadece Netanyahu döneminde kötü politikalar izlemiş olduğu zannına kapılabilirsiniz. İsrail ve Filistin arasındaki son çatışmalarla ilgili Holokost benzetmesi yapıldığını görünce, aklınıza Holokost görmüş bir halkın çocuğu bir “entelektüelin” Filistin’e yapılanların da benzer bir katliam olduğundan bahsedeceğini sanıyorsunuz ama nafile; Harari, Hamas’ın son saldırılarını Holokost’a benzetiyor, İsrail’i eleştiriyor ancak sivil katliamları nedeniyle değil, Hamas’ı geri püskürtme konusundaki başarısızlıkları ve Netanyahu’nun kutuplaştırıcı, barışa yaklaşmayan, popülist politikaları nedeniyle. Dolayısıyla muhtaç olduğumuz o adalet merkezli bakışa, “entelektüellerin” bakışında bile rastlamıyoruz.
Filistin’in 11 Eylül’ü
Filistin’in birçok günü 11 Eylül iken İsrail’in bir güne sığacak 11 Eylül’ü üzerinden terör tanımı yapıp konum almak Filistinlilere yapılacak en büyük haksızlık. 11 Eylül gibi acı bir terör saldırısını İsrail için kullanmanın gafleti sadece İsrail lehine taraf olma utancıyla sınırlı değil. İsrail ve ABD’nin bir güne sığdırılmış acısının, Filistin cephesinde on yıllarca devam ettiği gerçeğinin savunulmasına neden olur. İşte İsrail’in de ona sınırsız destek vereceğini söyleyen ülkelerin de uluslararası kamuoyunun da anlamadığı, anlamak istemediği şey bu. Çünkü bu, şiddetin devamlılığının en büyük nedeni. Çünkü…
Yusuf Kerim…
Yusuf Kerim, hak ihlallerine muhatap olan mağdurlar adına birkaç kelam etmenin o günlere dönüşü sağlamayacağı bilinse de bir çocuğa veda ederken, çocuklara karşı kayıtsız kalınmamasını vurgulamak insani bir ödev manası taşıyor. Çünkü artık güvenlik politikaları, güvenlikleştirici siyaset hem iktidar hem de muhalefet tarafından birinci öncelik haline gelmiş durumda, sivil toplum kuruluşlarının ruhlarına kilit vurulmuş gibi… ama bu, bir çocuğu toprağa verirken, rahmetle kuşanmış ruhuna rahmet dilerken, “benzerleri yaşanmasın” demeye mani olmamalı, öyle değil mi?
Tutuklanma sırası kimde?
Kurana tekme atan lise öğrencisi, Atatürk’ün fotoğrafına çirkin bir harekette bulunan lise öğrencisi, camide alkol alan lise öğrencisi… Üç çocuk, üç ergen, üç saçma eylem… sadece üç. Bunlar istisna, bunlar kaide değil, görmezden gelinebilecek kadar dahi az örnekler. Ancak sanki dünya savaşı kopmuş gibi tüm ülke ayağa kalkıyor. Üç hormon mağduru ergene karşı, koskoca siyasetçiler, yaşını başını almış sanatçılar, hukuk, gazeteciler ayağa kalkıyor. Ama nasıl kalkıyor? Birkaç istisna hariç, üç ergene karşı üç binler, üç milyonlar, tutuklansın, sınır dışı edilsin, linç edilsin eşliğinde ayağa kalkıyorlar. Beddualar, hakaretler, küfürler havada uçuşuyor. Şimdi, bu üç ergen hatalı, yanlış, kusurlu peki onları tutuklamaktan, sınır dışı etmeye, küfürlere boğmaya kadar ileri giden yetişkinler ne, çok mu masumlar?
Mülteci meselesinde toplum alarm veriyor, duyuyor musunuz?
Suç, bir etnik gruba ya da toplumun “yabancılarına” has değil, suç bireysel, suçları Suriyeliler, Türkler ya da Afganlar işlemiyor, suçlular işliyor. Milyonlarca insan içinden suç işleyenlerin çıkması o etnik grubu külliyen suç makinesi yapmıyor. Ancak bugünlerde bunu anlatabilmek çok zor. Zira…Ekonomik sorunlarla patlama nokrasına gelmiş, ifade hürriyeti, demokrasi sorunlarıyla sağlıklı iletişim kuramayan bir toplum var. İnfaz düzenlemeleriyle suçlular dışarıya çıkarıldı. “Bizde öyle bir şey olmaz” eşiği çoktan aşıldı. Perşembenin gelişi çarşambadan belli oluyor.
Mesele Ayasofya değil, sen hala…
Karar gazetesi kültür sanat editörü Şule Demirtaş, Ayasofya’nın çok değerli bir sanat eseri olduğunu, ibadete açıldıktan sonra da korunması gerektiğini, çorap kokmaması gerektiğini, bir mabet olduğunu ancak Kabe, Kudüs gibi ilahi boyutu olan bir kutsal olmadığını yazdı. Normal şartlarda çok şaşırtıcı, Türkiye şartlarında oldukça olağan görülen bir biçimde yazı sonrası Şule Demirtaş linç edildi. Başörtüsü ona hatırlatıldı. Birilerinin işlerine geldiğinde başörtülü olmanız sizi dokunulmaz kılıyor, ters bir şey söylediğinizde ise en ağır ifadelerin muhatabı olabiliyorsunuz. Toplu taşımada başörtülü kadınlara “başını aç burası Türkiye” diye bağıran az gelişmiş türü kınayan kitle, başörtülü bir kadın diledikleri gibi konuşup, yazıp, davranmayınca küfürlerle, başörtülü kadınları hedef alabiliyor E sizin kınamaktan neredeyse hasta olduğunuz o saldırgan tipten farkınız ne?
Öteki mi lazım?
Şampiyon voleybol takımı oyuncuları, özel yaşamları, cinsel tercihleri ile gündemde değil. Hepimiz onları spordaki başarılarından tanıyoruz. Ancak garip gelse de, onları sürekli olarak LGBT konusuna iten, sadece onunla anan kesim, aynı zamanda LGBT karşıtı olan kesim. Ve bu kesim, sırf birilerini hedef gösterip, kendi varlıklarını devam ettirebilmek için karşı oldukları LGBT’nin PR’ını yapıyor. Cinsel tercih nedeniyle hedef aldıkları kişilerin böyle bir konuyu gündeme getirmek gibi bir çabası yok bu nedenle, “ihtiyaca binaen” kendileri getiriyorlar çünkü onlara bir öteki lazım. Telefon ekran fotoğrafı yapılacak kadar muhteşem bir görsele, fırsat bu fırsat nefret kusayım diyerek topun yerine fes yerleştiriyorlar. Gururumuz voleybol takımımızı kavgaları için araçsallaştırarak, emeklerine hakaret ediyorlar. Yine fırsatçılık bitmiyor çünkü bunlara da bir öteki lazım.
Alimin ölümü: Hüseyin Atay (1930-2023)
Önceki gün 93 yaşında hayatını kaybeden Kelam profesörü Hüseyin Atay’ın çalışmalarını en doğru özetleyen cümle “Kuran’ın ve Allah’ın ne dediği üzerine çalıştı.” Mezhep imamlarını yok saymamakla birlikte o, geleneğin, ulemanın ne dediği değil, Kuran’ın ne dediği üzerine çalıştı. Onu tartışmalı yapanın bu olması ne garip değil mi?
Kendi yaşamında parya
Türkiye gibi bir yerde en korkulası durum zannediyorum ”kavgayı bırakalım” teklifidir. Çünkü ülkede aşırı derecede politize olmuş kesimler için kavga, varlık sebebi, yaşam biçimi. Teoman, sadece kavgayı bırakalım demekle okları zaten üzerine çekecekti, çünkü Türkiye’de sulh gibi bir ihtiyaç sosyal, tarihi, siyasi kodlar nedeniyle yenilgi gibi anlaşılıyor. Kendimiz olduğumuz, buna bağlı olarak güçlü hissettiğimiz tek yer cephe, Ama aslında olan şu; kendimizi çoğu bir bilgisayar oyunu kadar bile gerçek olmayan savaşlara hiç farkında olmadan kurban ettik. Sakarya gibiyiz artık, ayağa kalkamıyoruz. Bu, kendi yaşamında, kendi yurdunda parya olmak değildir de nedir?
Aile, kiralardan da korunacak mı?
İktidar sık sık “aileyi korumak”tan bahsediyor. Hatta bu uğurda İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçildi. Ama ailenin durumu şu durumda hiç iç açıcı değil. Her gün ev sahibi tarafından taciz edilen kiracı ailede huzur mu kalır? Bir ailenin en elzem ihtiyacı ve korunağı olan konut konusunda o aile sürekli tacize ve şiddete uğruyorsa ve o ailedeki çocuklar buna şahit oluyorsa o aile net şekilde korunmuyordur. E, hani aileyi koruyacaktık?
İran sineması, İran rejiminden büyüktür!
Bugün İran’la ilgili en güçlü şey nedir diye sorsanız, Ayetullah Hamaney, uranyum zenginleştirme projesi, velayeti fakih doktrini vesaire değil Mecid Mecidi, Asgar Ferhadi, Abbas Kiyerüstami gibi yönetmenlerin isimleri filmleri, filmlerinin oyuncuları sayılır. Çünkü İran baskı rejimine rağmen İran’da radikalleşmemiş ancak haklı muhalefetini en zarif yöntemle dile getirmiş bir İran sineması var. Ama İran ve benzerleri için aslolan İslam değil rejimdir. İslam orada sadece bir bahane. Bugünün dünyasında İran gibi kötü bir rejime meşruluk kazandırmak için dini baskı unsuru olarak kullananlar, hem kendileri kaybedecek hem de dindarlık oranları düşecek, zaten de düşüyor.
Türk-İslam sentezi sürüm 2.0
İktidara yakın, sürekli polemiklerin içinde olan imam Halil Konakçı bir sohbetinde Hatay’ın Arapların da toprağı olduğunu, Türkçe ezan okutulan dönemde Fransızların Arapça olması gereken ibadet diline muhalefet etmemesine mukabil, o dönemin yöneticilerinin Müslüman halkın inançlarına aykırı olsa da “zorla” Türkçe ezan okuttuğunu söyledi. Konakçı’nın ifadelerinde hakaret yok, Hatay’ı Araplara vermiyor, Fransız sömürgeci güçlerini savunmuyor, yalan söylemiyor, o işgalcinin yapmadığının yapılmış olmasına hayretini dile getiriyor. Konakçı, görüp görebileceği en sert tepkilerle karşılaştı. Bugüne kadar siyasi, sert diline ses çıkarmayan Diyanet soruşturma açtı. Demek ki kadına, sanata, muhaliflere dokunmak kabul edilebilir ama milliyetçi hassasiyetlere dokunmak bugünün Türkiye’sinde çok ciddi yaptırımları beraberinde getiriyor.
Sorun saatlerde değil, Diyanet
Sanırım Diyanet de cumaya katılımın azaldığının farkında ve bu nedenle son cuma hutbesi cuma namazına katılım üzerineydi. Cuma’ya katılmayı teşvik ediyordu. Eğitim ve çalışma saatlerinin cuma namazına göre ayarlanması gerektiğini söylüyordu. Peki sorun saatlerde mi? Diyanet, esas şu soru üzerine düşünmeli: Dinin emirlerini anlatırken, hutbeden hakkı ve sabrı tavsiye ederken, bu hutbelerin muhatabı sadece toplum mu yoksa, devleti yönetenler de muhatap mı? Aşırı politize olmuş, haftada bir manevi rahatlamaya ihtiyaç duyan insanlar, huzur değil gerilim hissedeceği için Cuma’ya gelmiyor olabilir mi?
Bir başörtüsü meselesi: Örtüye veda
Başörtüsü inancın konusuyken, diğer yönüyle bireysel bir tercihken bu kez toplumun, siyasetin nesnesi ve ülkede neredeyse nefes alan her canlının üzerinde yorum yapabileceği bir konu haline geliyor. Başörtüsü uzun yıllar boyunca yasaklanarak kadınlar için çok ağır, taşıması zor bir “yük” haline getirildi. Sonra dindar kesim tarafından siyaset arenalarında bir savaş aracı olarak kullanılarak başörtülü kadınların yükü artırıldı. Buradan bakınca, “bu kadınlar başını niye açıyor?” gibi bir soru sormak, abesle iştigal olabiliyor. Çünkü o artık Allah’ın emri başörtüsü değil, garip biçimde, başını örtmeyen yığınlar tarafından ağır bir yük haline getirilmiş bir nesne!
Maddi yoksulluğa manevi reçete!
Maddi yoksunluğu olan kesimlerin maddi halleri bir dönem düzelmiş olsa dahi şimdilerde oldukça bozulmuş durumda ancak onlar kendilerini hiç “bozmuyor”, aynı istikametteler. Bunda şüphesiz, “haline şükret” gibi “sorunlu” bir teselli geleneğinin payı var. Ama asıl pay maddi yoksulluğun merhemi olarak manevi tedavi sunulması. Buradaki maneviyattan kasıt birilerinin tekrarladığı gibi sadece din değil. Gidilmemiş Ayasofya, binilemeyen TOGG ama en önemlisi seçim zamanları olsa dahi ülkenin yöneticisi tarafından “görülmek”, mesela kendisine kötü davranan devlet görevlisi memuru CİMER-BİMER’e şikayet edebilme kudreti. Bunlar, maddi yoksunluk içindeki insanlara, manevi bir güç hissettiren etkili motivasyonlar. Çünkü halen bir yerlerde o dar gelirli insanların “düşünemeyen” kesimler olduğu üstenciliği maalesef yaşamaya devam ediyor. Onunla vedalaşmadan seçim kazanmak, en azından dar gelirlinin oyunu almak zor.
Bir seçim kazanıldı ama bir seçim kaybedildi ve kaybedilmeye devam ediyor
Anlıyorum ki, bu seçim, evet bir yönüyle, iktidar ve muhalefet arasında, iktidarın kazandığı bir seçimdi. Ancak aynı seçim aynı zamanda Türkiyeli Müslüman dindarların kendi içlerinde de yaptığı bir seçimdi ve o seçim tümüyle kaybedildi, kaybettik. Şimdi artık devreye müjdeler ve ganimetler değil, külfetler girmeye başlayınca, sanki siyasi bir yönetime değil de -haşa- Allah’a eleştiri getiriliyormuş gibi susturma amaçlı “sus ve haline şükret, bak daha beteri var” anlayışı devrede. Yani din en azından bir süre daha kaybetmeye devam edecek.
Bir sekülerleşme sebebi: Siyasi dindarlık
İslam, insana inmiş yaşam biçimi, yaşanılabilir bir formken maalesef fıkıhla dondurulunca yaşanılamaz hale geliyor. Müslümanlar mecburen ve doğal olarak ve hatta olması gerektiği gibi dünyevileştiler ama dini bu hayata dahil edemediler. Bunun nedeni de dini yaşanılamaz, aşırı derecede yüksek ve bir o kadar geride bırakmalarıydı. Hayat ileri doğru devam etti ama dini kendi elleriyle dondurdukları için din geride kaldı. İddia ediyorum ki, bu tavır en aşırı sekülerleşme örneğidir. Aslında faiz tartışması bunun son örneği.
Kılıçdaroğlu neden istifa etmemeli?
Metroda, sosyal medyada AK Parti seçmenine hakaret edip, halkı aşağılayarak iktidarın oyunu arttırmasına neden olanların Kılıçdaroğlu’nun emeklerine zarar vermesine gönlüm razı değil. Bu nedenle kısa vadede pragmatik bir kazanç sağlamasa da uzun vadede -en azından şimdilik- Türkiye için bir çeşit normalleşme emaresi sayılabilecek bir biçimde siyaset yapan Kemal Bey’in, CHP’li olmayan kesimleri, CHP’ye oy verecek hale getirmesi siyasi bir figürün ölçülebilen başarısıdır. Hiçbir şey için değilse bile sırf bu nedenden ötürü Kemal Bey, CHP’nin başında kalmalıdır. En azından ben böyle düşünüyorum.
Kutsal vatandaş efsanesinin sonuna geldik
Kutsal vatandaş efsanesinin sonunun gelindiğini, almak istediğimiz temel ihtiyaçlarımıza ve onları almamıza imkan vermeyen yetersiz bütçemize baktığımızda görüyoruz. Yetmiyor, bu pür melal halimiz içinde bir de bizimle dalga geçildiğini görüyoruz.
Bir oy benim partime, bir oy toplumsal öfkeye
Bir oy bana, bir oy toplumsal öfkeye siyasetini güdenler, her durumda “ülkem ve milletim adına” demelerine rağmen bunu ülke ve millet adına olmaktan çok imtiyazlı kesimler için yapıyor ve bu yaptıklarından imtiyazlı zümreler kazanç sağlayıp zarar görmedikleri için de çok rahatlar. Bu toplumu oluşturan her bir vatandaşın zarar görme ihtimali ve onları pek de düşünmeyen yöneticilerinin varlığı hepimiz için endişe verici, bu yüzden rahat davranamıyoruz.
Din ve siyaset: Bir ses kaydının düşündürdükleri…
Ses kaydını elbette doğrudan buraya yazmayacağım ancak o ses kaydını dinleyeli bir hafta olmasına, düşüncemin merkezinde bu ses kaydı vardı. Zira seçim, Türkiye seçmeninin ideolojik tutumu konuşulurken merkezde bir yerde hep din vardı. Siyaseti bir kenara bırakmak kolay da inanan bir insan olarak gözlerinizin önünde dinin, siyaset gibi neredeyse hiçbir sabitesi olmayan bir kurum tarafından parça parça tüketilmesine şahit olmak gerçekten çok ağır. En azından ben ve benim gibi bir azınlık için.
Toplumsal anksiyete
Neredeyse bir asırdır korkutularak yönetilen, korkutularak biçim verilen; bir dönem laik çevrelerin, şimdilerde ise muhafazakâr kesimlerin korkutularak konsolide edildiği bir ülkeyiz biz. Uzun süreli korkular sonuçta toplumsal bir anksiyeteye sebep oluyor. Sürekli olarak kötü bir şeyler olacağı, ülkenin elden gideceği, terör gruplarının ülkeye zarar vereceği zannı üzerinden politize ediliyoruz. Sürekli kaygılıyız, sürekli endişeliyiz, oldukça da öfkeliyiz. Hep bir düşmanımız var; o düşman bazen yabancı bir ülke, bazen iç tehdit, -garip gelse de- bazen siyaseten ayrı düşündüğümüz en yakınlarımız, ailemiz bile olabiliyor. Sizce bu normal mi?
Başörtüsü saçı mı örter yoksa her şeyi mi?
İktidar yanlısı olunca başörtülü, iktidar yanlısı olmadığınızda başörtülü olsanız da başörtüsüz muamelesi görüyorsunuz. Başörtüsünün bir değer olduğuna inananlar, başörtülü kadınlar kendi tasarrufundan çıkınca, hiç imtina etmeden, “yazık o başındakine” diyebiliyor. Demek ki neymiş, mesele başörtüsüyle alakalı değilmiş, mesele başörtüsünü diledikleri gibi kullanabilme imtiyazıyla alakalıymış, aksi olsa hakaret edebilirler miydi?
Hakkım helâl olsun, hattâ Allah razı olsun
Alevi, CHP’li bir siyasetçinin “helalleşelim” söylemine toplumsal barışı hiçe sayarak sırf siyasi faydacılık için intikamla mukabele edilmesine bozuldum. E hani Ayşe Hanım da, AK Partililer de başörtüsü sorunu çözülsün istiyordu, alın size fırsat ayağınıza geldi, bu sorunu bitirelim, helalleşelim diyor ama siz “yok hakkım helal değil” diyorsunuz. Böyle mi çözülecek bu hem siyasi hem de toplumsal sorun? Başörtüsü sorununu çözmek istediğinize emin misiniz, ben çözmek istediğinizden artık emin değilim, kavgayı devam ettirmek isteyen bir haliniz var.