Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIİkinci Cumhuriyet’: İttihatçı bir ‘dava siyaseti’

İkinci Cumhuriyet’: İttihatçı bir ‘dava siyaseti’

Türkiye muhtemelen henüz adı konmamış bir ‘İkinci Cumhuriyet’e geçecek ve siyaset o çerçeve içinde yeniden oluşacak. Bunu değiştirebilecek olan tek durum muhalefetin alternatif bir hikaye oluşturması, bunu bir ‘dava siyaseti’ kıvamına getirmesi, gerçekçi ve inandırıcı bir ideolojik söylemle halkın karşısına çıkmasıdır. Farklı ve dinamik bir dünya analizi, Türkiye’nin bunun içindeki yeri ve doğrultusu, geçmişin ve geleceğin bu çerçeve içinde yeniden yorumlanması, buradan hareketle ‘sürdürülebilir’ kimlik ve vatandaşlık tanımlarının yeniden yapılması…Bunları yapmak yine de seçimi kazandırmayabilir. Ama en azından İttihatçı tasavvur başıboş bırakılmamış olur.

Seçim sonuçları muhalefet cenahında yaygın bir karamsarlığa neden oldu. Kötü yönetim yüzünden ne yaşanırsa yaşansın ve muhalefet ne yaparsa yapsın, iktidarın yine de kazanabileceği sindirilmesi güç bir kabul…

Serinkanlı bakıldığında meselenin Kılıçdaroğlu’nun adaylığı olmadığı açık. Çünkü eğer öyle olsaydı Millet İttifakı’nın toplam oyu Kılıçdaroğlu’nun aldığı oydan fazla olurdu. Oysa ikisi aynı… Diğer deyişle kaybeden bir bütün olarak muhalefetin kendisi.

Yine serinkanlı kalacaksak (7 Haziran Perspektif söyleşisinde söylediğim üzere) esas soru ‘iktidar niçin kaybetmedi’ değil ‘muhalefet niçin kazansın ki’ olmalı. Buna verilen cevaplar iktidarın ne denli kötü olduğunu anlatıyor, ancak muhalefetin lehine pek bir şey söylemiyordu. Muhalefet kazandığında iktidarın yanlışlarını sürdürmeyeceği varsayılıyordu ama muhalefeti bizatihi beğenmemiz için fazla bir neden bulunmuyordu.

Kısacası eğer iktidar bazı yanlışlarda ısrar etmiş olmasaydı muhalefetin zaten pek şansı yoktu ama yine de aradaki farkın bir önceki seçime göre küçülmesi beklenirdi.  Ne var ki o yanlışlara rağmen iktidarın toplam oyu neredeyse sabit kaldı.

Çünkü iktidarın seçmene hitap eden bir ‘hikayesi’ vardı. Türkiye’yi bugünün dünyasında ve geçmişten geleceğe uzanan bir tarihsel bakış içinde yeniden tanımlayan bir hikaye. Yaşanan sıkıntıların farklı şekilde anlamlandırılmasını teşvik eden ve böylece kabullenilmesini, hatta sahiplenilmesini sağlayan bir hikaye…       

Buna göre yakın tarihte Türkiye’nin hakkı yenmiş, Batılı ülkeler tarafından önü kesilmiş, bağımsızlığı engellenmişti. Şimdi dünya değişmiş ve Türkiye’ye ‘kendisi olma’ şansını yeniden tanımıştı. ‘Türkiye Yüzyılı’ bu imkanın pratiğe dönüşmesi için tutulacak yolun adı, varılacak hedefin vizyonuydu.

Türkiye bir anlamda 20. Yüzyılın başına, Cumhuriyet’in öncesine dönmüştü. Bu bir yeniden inşa, tabiri caizse ‘Cumhuriyet’in ikinci kez şekillenip yerleşmesinin de hikayesiydi. Dolayısıyla İttihatçılığa yaslanan bir ideolojik tutumu seslendiriyordu. Laiklik ve milliyetçilik içerik değiştirdi, dindarlar milliyetçiliğin koruması altına girdi, cemaatçilik devletçilikle bütünleşti. Başı dik, saygı gören, ‘tam’ bağımsız bir Türkiye’nin gururu vatandaşlık duygusunun parçası olarak işlendi.

Ve başarılı oldu… Çünkü bu başarının maddi ve manevi koşulları mevcuttu ve muhalefetin bununla yarışacak alternatif bir hikayesi yoktu.

Alper Görmüş 12 Haziran tarihli yazısında (‘Dava siyaseti’ ya da…) iktidarın bir ‘dava siyaseti’ güttüğünü ve ‘mevcut gerçeklik ile iletişimi asgari düzeye indirgeyerek’ seçimi kazanabildiğini söylüyordu. Bu değerlendirmeye iki noktada ‘şerh’ koymak istiyorum.

Birincisi 2016 sonrası Cumhur İttifakı ile ortaya çıkan ‘dava’ herhangi bir dava değil. Örneğin Turan davası gibi afaki bir idealizmden, ya da İslami kesimin kullandığı şekliyle ümmetin hakimiyetini hedefleyen bir ortak duygunun dışavurumundan farklı. Burada bütün gücü elinde tutan ve devletle bütünleşmiş gözüken bir iktidar var. Değiştiriyor, yıkıyor, yeniden tanımlıyor ve hayata geçiriyor. Diğer deyişle diğer davalar belirsiz bir geleceğe yönelik salt bir umut ve idealizm taşırken, bugünün iktidarının ‘davası’ umut ve idealizmi ‘bugün ve burada’ hayata geçirerek ilerliyor. Dolayısıyla sahiplenilen dava aynı zamanda ‘kurucu’ bir işleve sahip. Takipçilerini ‘gerçekçi’ bir maceranın neferleri haline getiriyor, çünkü hayal edilenler iktidar gücüyle ‘gerçekten de’ var oluyor.     

(Bu noktada ‘tahrik edici’ mukayeseler yapılabilir. ‘İkinci Cumhuriyet’in 2016’da Cumhurbaşkanlığı sistemi ile başladığını düşünürsek şimdi 7 yıl sonra sistemin oturması ve tahkimi için yeni dönemin eşiğindeyiz demektir. Aynen 1923’de kurulan ‘Birinci Cumhuriyet’in 7 yıl sonra 1930’da tahkim edilmesi gibi… Bu tür mukayeseler içi boş akıl oyunu gibi gözükebilir ama kadere inanan insanlar için ‘derin’ işaretler de taşıyabilir…)

İkinci nokta Görmüş’ün ‘mevcut gerçeklik’ tanımıyla ilgili. Görmüş muhtemelen bu ifadeyle ekonominin krizin eşiğine gelmesini, adaletsizliklerin ayyuka çıkmasını, yozlaşmayı, keyfilikle akılsızlığın neden olduğu genel durumu kastediyor. Bu gözleme katılmamak mümkün değil. İktidar söz konusu gerçekliği bir kenara koyabildi, sanki yokmuş gibi davrandı, Görmüş’ün ifadesiyle gerçeklikle ‘iletişimi asgari düzeye indirgedi’. (Tabii bunu yukarda sözünü ettiğim dava siyaseti, ya da ‘hikaye’ sayesinde yaptı. Buradan da söz konusu hikayenin ne denli güçlü olduğunu çıkarsayabiliriz.)

Ancak benim koymak istediğim ‘şerh’ başka. Belki de ‘gerçeklik’ sadece gündelik hayatımızı doğrudan etkileyen unsurlardan oluşmuyor. Ekonomiden adalete bütün bozukluklar gerçekliğimizin bir bölümü… Ancak devletle barışma, kendimizle gurur duyma, eziklikten kurtulma duygumuz da ‘gerçekliğin’ parçası. Hatta belki de maddi sıkıntılar bu ‘manevi’ gerçekliğin yanında önemsiz kalıyor.

Nitekim İttihatçılığın sağladığı ‘yeniden kimlikleşme’, dindarların kendilerini vatandaşlığın asli unsuru gibi hissetmelerini, devletin sahibi olarak görmelerini teşvik ediyor. Onların gerçekliği laik kesimin gerçekliğinden daha ‘geniş’. Muhalefet maddi gerçeklik üzerinden argüman oluşturdukça ve muhafazakarların kimliksel dönüşümünü horladıkça, iktidar seçmeni nezdinde manevi gerçekliğin cazibesi daha artmış bile olabilir…   

Sonuç olarak, hikayesi olmayan muhalefetin böylesine güçlü bir hikaye sunan iktidara alternatif olma ihtimalinin zayıf olduğunu ve zayıf kalacağını kabullenmekte yarar var. Yönetimin sebep olduğu bunca haksızlık, akılsızlık ve ahlaksızlığa rağmen muhalefetin gelebildiği nokta bu… Önümüzdeki dönem söz konusu yanlışların bir bölümünden dönüldüğü takdirde 2016 sonrasının yeni bir ‘tek parti’ rejimi olarak yorumlanması söz konusu olabilir.

Öte yandan iktidarın ‘hikayesi’ bu denli güçlü olmasaydı bile dava siyasetinin her zaman olağan ve sıradan gerçekliğe kıyasla ağır basacağını düşünüyorum. Alper Görmüş’ün söz konusu yazısının sonlarında iyimser bir not vardı: “… ‘davasız’ bir program ve kampanya olmaksızın seçimin kazanılamayacağını yakın tarih doğrulamıyor.” Diğer deyişle muhalefet işini iyi yaparsa ‘dava siyaseti’ yapmadan da kazanabilir.

Açıkçası benim şüphem var… Görmüş’ün zikrettiği örneklere bakarsak örneğin 1977’de Ecevit’in ‘dava siyasetine’ yakın olduğunu, 2002’de AK Parti’nin kazanmasında ise karşısındaki (devlet destekli) dava siyasetinin çökmüş olmasının payı olduğunu düşünüyorum.   

Velhasıl önermem şöyle: ‘Maddi gerçeklik’ ne olursa olsun 1) Eğer taraflardan biri ‘gerçekçi gözüken’ bir dava siyaseti güdüyor ve diğeri gütmüyorsa, hikayesi olan avantajlı. 2) İki tarafta da hikaye yoksa maddi gerçeklikle daha inandırıcı ilişki kurabilen avantajlı. 3) Eğer bir dava siyaseti hüsranla bitmişse, diğer taraf avantajlı. 4) Her iki taraf da dava siyaseti güdüyorsa (muhtemelen genel dünya konjonktürüne ve devletin tutumuna bağlı olarak) sonuç belirsiz…

Son bir not ‘hikayenin’ inandırıcılığına ilişkin. Her dava siyasetinin başarılı olması beklenemez. Söz konusu inandırıcılığı sağlamak için en azından dört koşul olduğu söylenebilir: 1) Jeopolitik ve dönemsel dengelerin uygunluğu, 2) motive ve mobilize etmeyi sağlayacak güçlü bir liderlik, 3) hikayenin kulaklara ‘doğal ve normal’ gelmesi, yani zihniyet açısından uygunluğu ve 4) geniş bir sosyolojik tabanda inanmaya hazır ve istekli bir psikolojinin varlığı.

Bu seçimlerde iktidarın hikayesi kaba ve ilkel olmakla birlikte bu dört koşul tatmin edilmişti. Önümüzdeki süreçte hem kritik yanlışların azalabileceğini hem de yeni ‘rejimin’ tahkim edileceğini düşündüğümüzde, Cumhur İttifakı’nın İttihatçı projesinin zihinlerimizde normalleşeceğini öngörebiliriz.

Türkiye muhtemelen henüz adı konmamış bir ‘İkinci Cumhuriyet’e geçecek ve siyaset o çerçeve içinde yeniden oluşacak.

Bunu değiştirebilecek olan tek durum muhalefetin alternatif bir hikaye oluşturması, bunu bir ‘dava siyaseti’ kıvamına getirmesi, gerçekçi ve inandırıcı bir ideolojik söylemle halkın karşısına çıkmasıdır. Farklı ve dinamik bir dünya analizi, Türkiye’nin bunun içindeki yeri ve doğrultusu, geçmişin ve geleceğin bu çerçeve içinde yeniden yorumlanması, buradan hareketle ‘sürdürülebilir’ kimlik ve vatandaşlık tanımlarının yeniden yapılması…

Bunları yapmak yine de seçimi kazandırmayabilir. Ama en azından İttihatçı tasavvur başıboş bırakılmamış olur, kendisini sınırlandırmak, taviz vermek, orta yolu aramak zorunda kalır. İlerde muhalefet kendi pozisyonu etrafında yeterli seçmen dönüşümünü sağlayabilirse, kim bilir, belki o zamanki seçimi kazanabilir de…    

- Advertisment -