Etyen Mahçupyan
Muhalefetin sınavı: Yeni ‘kurucu’ dönem
Dar bir bakışla bile meselemiz iktidarın devrilmesi değil, devrilmeme ihtimalini ortadan kaldırmak olmalı. Üstelik eğer bu ülkeyi biraz tanıyorsanız, ödevini yapmamış bir muhalefetin kısa zamanda devletçiliğin sularına sığınmak zorunda kalacağını bilirsiniz. Önümüzdeki seçimler iktidar ve sistem değişimini aşan bir imkân sunuyor. Eğer muhalefetin ülkedeki yönetim zihniyetini ve buna bağlı olan ‘makus talihi’ değiştirmek gibi gerçek bir niyeti varsa…
Toplum değişirken siyaset niçin değişmiyor?
Siyaset, Türkiye toplumunu artık yaşamayan ve bugünü öngörmesi bile mümkün olmayan bazı insanların ‘doğrularına’ esir etmeyi tercih ediyor. Korkak, kısır ve güdük bir siyaset bu… Niçin böyle? Çünkü siyaset devletle ilişkisini aşabilmiş değil. Devlet/siyaset ilişkisi siyaset/toplum ilişkisinin üzerine bütün ağırlığıyla çökmüş durumda. O kadar ki siyaset kendi eliyle (de) yarattığı, bizzat tanık olduğu toplumsal değişimi unutmuş gözüküyor, yok sayıyor, idrak edemiyor.
Süreklilik, zihniyet ve siyaset
Gerçek bir değişim kaçınılmaz olarak zihniyetin değişimini ifade ediyor ve yine kaçınılmaz olarak bu zihniyetin esas yararlanıcısı olan ilişkinin ve söz konusu ilişki içindeki aktörün hareket alanını sorunsallaştırmayı gerektiriyor. Bu nedenle Türkiye’de ‘demokrasi mücadelesinin’ temeli devlet/toplum ilişkisinin yeniden kurgulanması olmalıdır. Bunu es geçen her çaba kendimizi kandırmak ve sürekliliğe teslim olmak anlamına gelir.
Batı’nın çaresizliği ve muhalefetin yumuşak karnı
Batı Türkiye türü ülkeleri anlamakta her zaman zorlandı. Siyasetin toplumu layıkıyla temsil ettiğine inandıkları için toplumsal değişimi göremediler. Siyaset karşısında ise (kaba kuvvet veya açık şantaj uygulayabildikleri durumlar dışında) çaresiz kaldılar. İlkesel pozisyona geri çekilerek vicdanlarını rahatlattılar. Durum değişmiş değil… Büyükelçiler girişimini iyi niyete ve idealizme yorabileceğimiz gibi, cehalete de yorabiliriz.
Kendini tanımayan siyaseti anlayabilir mi?
Eğer bir ideolojiye yatkınlığımız olmuşsa veya hâlâ varsa, bu durum zihniyet bileşimimizin söz konusu ideolojiyi (bilinçdışı adaptasyon nedeniyle) daha doğru ve ‘çekici’ kılmasından kaynaklanıyor. Kendimizce farklı ideolojileri mukayese edebilir, tartabilir, belirli birini ‘rasyonel’ analiz sonucu seçmiş gibi hissedebiliriz. Ne var ki bilinç bu tür seçimlerde genellikle arka planda kalıyor.
İyi Parti devlete göz kırpar mı?
Devletin küçültülmesi için uğraşıp duran liberaller meğer bu mücadeleyi ‘fazlasıyla’ kazanmışlar… Devlet ortadan kalkmış… Şu an muhatap olduğumuz rejim için ‘ortada devlet yok’ diyebilen bir yaklaşımın hasbelkader iktidara gelmesi durumunda devlet tarafından nasıl ‘parmağında oynatılacağını’ hayal edebiliriz.
İktidarın ve muhalefetin seçenekleri neler?
İktidar kendi yanlışları nedeniyle oy kaybediyor. Muhalefetin buna katkısı çok az… Seçmenin bir bölümü iktidardan uzaklaşsa da muhalefeti beğendiklerini söylemek zor. Çünkü muhalefetin Türkiye’nin geleceğine dair sözü yok. Oysa devleti demokratik yönde dönüştürme söylemi muhalefetin ihtiyacı olan ortak ‘hikâyeyi’ oluşturabilir.
Erdoğan-Bahçeli ilişkisinin ‘derin’ anlamı var mı?
Bahçeli (Devlet) sınırları çiziyor, Erdoğan ise o sınırlar dahilinde yönetiyor. Ancak bu tespit gerçekliği sadece kalın hatlarıyla yansıtıyor. Aslında Devlet ilişkinin dinamiğine, içinden geçilen konjonktüre bağlı olarak sınır çizmeye ‘çalışıyor’; Erdoğan da ilişkinin dinamiği ve konjonktüre göre buna uyan ya da uymayan kararlar almaya ‘çalışıyor’. Ortaya çıkan sonuç ise herkesin niyetinden bir miktar farklı olabiliyor.
Acaba bu iktidar devletin başarısı mı?
Bazı dindarlar Gezi olaylarından bir çıkarsama yaptı: Laik kesim ile, Kemalistlerle birlikte yürümek mümkün değildi… Erdoğan bu yeni tepkiselliğe sahip çıktı, çünkü pragmatizminin hedefi iktidar odaklıydı. Demokrat eğilimliler büyük ölçüde tasfiye oldu ve Erdoğan ‘tek adam’ konumuna yerleşti. Bu durum devlet için elverişli bir gelişmeydi. Artık karşısında hiç hazzetmediği demokratik potansiyeli olan bir iktidar partisi değil, aksine otoriterliği kişiliğinin parçası kılmış, güçlü bir tek adam vardı. Parti ile anlaşmak, ‘koalisyon’ yapmak zordu, ama derdi iktidarda kalmak olan güçlü bir siyasetçi ile anlaşmak kolaydı.
Liberalizm nerede tıkandı… Aşı karşıtlığı nasıl ‘liberal’ oldu?
Liberaller kendilerini otoriterlikle savaşmaya adamış kişiler olarak görmeye yatkındır. Ancak bireyi özgürlüğün, ahlakın, giderek kamusallığın ‘kutsal’ öznesi haline getirdiğinizde aşı karşıtlarına söyleyecek sözünüz kalmayabilir ve kendinizi otoriter zihniyetin kucağında bulabilirsiniz.
Kürtlerin anladığını Türkler niye anlamaz?
Bu bir ‘son yazı’… Bir süredir yapmakta olduğum analizi tamamlayan ve ona biraz dışarıdan bakma fırsatı tanıyan bir yazı… Açıkçası Türkiye’nin içinden geçtiği dönem ve onun arka planı ile ilgili şu an için başka söyleyecek lafımın kalmadığını düşünüyorum.
İktidarın ideolojisi belli… Peki, muhalefetin ideolojisi ne?
İktidarın dış politikası desteklenirse içerde demokrasi uzak bir hayal haline gelebilir. Öte yandan ‘biz hem bu dış politikayı yürütür hem de demokrasi getiririz’ söylemi çok naif kalabilir, çünkü iktidarın ideolojik pozisyonu kabul edilmiş olur… Muhalefetin önünde iki yol var: Farklı bir dış politika vizyonu oluşturmak veya demokrasiyi bir üst değer olarak savunmak. Bu iki yol birleşebilir de… Ama kritik olan mesele şu: Her iki yol da ideolojik alternatif sunmayı ima ediyor.
Yozlaşmaya karşı çıkmak Türkiye’yi değiştirir mi?
Şimdi yozlaşma apaçık hale geldiğine göre durumun değişeceğini umanların, bunun kendiliğinden olmayacağını görmelerinde de yarar var… Çünkü sistem kendisini savunacak ve bu savunmayı ideolojik hale getirerek Türk kimliğinin korunmasına indirgeyecek.
Eminim ortalıkta bir hırsız var!
Ne zaman siyasi konulara girsek, depresif bir ruh haline sürükleniyoruz. Ama sorun bizde… Her olayı siyasi analize konu eden biziz. Bu alışkanlığı bırakıp psikolojiye odaklansak, zihniyet analizine geçsek hayatımız çok daha renkli hale gelir. Benim böyle bir dönemim oldu.
Salya Cumhuriyeti olmamak için…
Bugün aynen Marmara Denizi’ni kaplayan salya gibi, devlet ve siyaset de aniden yüzeye sıçrayan bir pisliğe bulanıyor. ‘Bu da nereden çıktı’ diyecek halimiz yok. Salyanın tanımında ‘denizdeki kirliliğin artmasıyla oluşan koyu kıvamlı bir madde’ deniyor. Kirliliğin kıvam kazanıp görünür olması denebilir. Devlet-Mafya ilişkisi de öyle… Zaten var olan, Cumhuriyet’in öncesinden miras alınarak taşınan kirliliğin kıvam kazanıp görünür olması…
Emekli generallerin derdi ne?
Modernliğin krizini en fazla ‘hisseden’ kurumun ‘milli ordular’ olduğu söylenebilir. Üstelik günümüzde modern ordunun askeri işlevi devam etse de fikirsel/felsefi zeminde devri doluyor. İdeolojik temsil gücü ve yeteneği hızla zayıflıyor. Bu da siyasetin alanını genişletiyor ve askerlerde siyasete daha sık, rutin, kurumsallaşmış müdahale ihtiyacı uyandırıyor.
İttihatçılığın eşiğinde
İslami hassasiyete sahip olan iktidar da diğerleri gibi yozlaştı, oportünizmin devleti sarmalayan kollarına tutundu, ayakta kalmak uğruna milliyetçi ve devletçi bir çizgiye sığındı ve nihayetinde devlete rehin düştü. Bu macerada reformistler, özgürlükçüler, demokratlar yenildi… Milliyetçiler, devletçiler, oportünistler kazandı.
Türkiye’nin gerçek dip dalgası
Türkiye tarihsel olarak önemli olabilecek bir kavşakta ve güncelin ‘gürültüsü’ nereye sürüklenmekte olduğumuzu büyük ölçüde gizliyor. Türkiye’de bir başka dip dalga daha var, ama çok daha derinde… Toplum ve devlet Cumhuriyet’in kuruluşundan yüz yıl sonra kimliksiz ve yönsüz kalma tehdidi ile karşı karşıya, tutunacak dal arıyor.
Kemalizm başarılı oldu mu?
Mustafa Kemal’in adı ile bütünleşmesi Kemalizm’i bir ideoloji olarak irdelemeyi ve bu arada başarılı olup olmadığını saptamayı zorlaştırıyor. Üstelik ilave bir unsur var: Tek parti dönemi ve sonrasındaki vesayet düzeni Kemalizm’i ideoloji olmanın ötesine taşıyarak siyasi bir eylem programına dönüştürüyor.
Soykırım eşiği: Türkiye için olgunlaşma fırsatı
Türkiye’nin soykırım meselesinden etkilenmeyecek bir noktaya gelmesi, bu meseleyi aşması ‘büyümesini’ gerektiriyor. Ama bu silahla, fabrikayla, yol ve köprüyle olmuyor… Zihnin içinde ‘büyümek’, kendini ve benzerlerini anlamak gerekiyor. Nitekim bunu yapmadan ne kendini ne de benzerlerini sevmek de mümkün değil.
Nasıl Avrasyacı olduk?
Acaba günümüz Türkiye’sini devletin ve devlet/toplum ilişkisinin temel niteliği değiştirilmeden (devletçiliğin belirleyiciliği altında) stabilize etmek, uzun vadede kalıcı bir yönelimin temelini atmak mümkün müydü? Avrasyacılık bu arayışa verilen bir cevap olarak ortaya çıkıyor.
Amirallerin verdiği asıl mesaj ne?
Arka planda mesele Cumhuriyet’le birlikte siyaset üzerinde yetkili ama sorumsuz kılınmış olan ordunun, Türkiye’ye ve siyasete ilişkin tasavvuru sabit kalmışken, bu tasavvuru hayata geçirme yeteneğinin giderek azalması. Ancak ön planda iktidarın son beş yılda izlediği personel alım politikası ve atamalar var.
Şamanist ayin misali AKP kongreleri
Erdoğan tabii ki koronanın farkında ama yaşananın değerini artıran da bu. Rehber salonları dolduranlara şunu söylemiş oluyor: “Ölüm tehlikesine rağmen, buradaki varlığımızın, birlikteliğimizin hayattan daha önemli olduğunu bilerek, kendinizi feda ederek buraya geldiniz… Allah kabul etsin.”
Devlet rehberliğinde ortak bilinçaltına doğru…
Türkiye bir yüzyıl sonrasında yeni bir dönemeci zorluyor. Cumhuriyet’in bir Batılılaşma ve modernleşme projesi olarak soluğu yetmemiş gözüküyor. Devlet çareyi aslına dönmede; kendisini, hiçbir halkayı reddetmeyen bir süreklilik içinde yeniden tanımlamada; ardından söz konusu devleti veri alarak Türklüğü Müslümanlıkla mezceden bir kamusal tahayyül inşa etmede bulmuş görülüyor.
İttihatçılık Kürtlere derman olur mu?
İktidarın şu anki uygulamaları muhtemelen HDP seçmenini daha da tahkim edecek, hatta diğer parti seçmenlerinden gelen sempati ve destek artacak. Ayrıca şu ana dek dindarlıkları öne çıktığı ölçüde AKP’ye yakın duran Kürtlerde de bir yabancılaşma yaşanacak. Velhasıl bu tür adımların iktidar için hiç de ‘akıllıca’ olmadığını düşünebiliriz. Ne var ki İttihatçılığı veri aldığımızda belki de bunlar ‘akıllıca’ işlerdir.
ANALİZ – Batı, Türkiye’deki demokrasi sorunlarını ne ölçüde umursuyor?
“Batı dünyası Türkiye’yi artık ‘kendinden’ saymıyor, ‘haydutlaşma’ temayülü gösteren, ‘yönetilmesi gereken’ bir ülke olarak görüyor. Diğer deyişle Batı’nın Türkiye’ye bakışında çıta aşağı çekilmiş durumda. Bu iktidar varken Türkiye’de anlamlı bir demokratik gelişme olmayacağını anlamış oldukları için jeopolitik çıkarlarını öne alıyorlar.”
Erkekler ıslah edilebilir mi?
Egemenlik arayışı doğal bir dürtü. Homo türü güç, statü farkı, hiyerarşi ve rekabetle dolu 6 milyon yıllık bir geçmişe sahip. Ne var ki doğal olan aynı zamanda ille de ‘istenilir’, insanlık açısından ‘iyi’ olmayabiliyor… ‘İyi’ kültürel evrim süreci içerisinde üretiliyor ve onun ‘modern’ halinin milyonlarca yıllık biyolojik evrimin ürettiği erkek zihnini gemlemesi zor. Yine de yapılabilecek şeyler var…
Kırılgan çiçekler ve tepedeki dikenlik
İktidar bir ‘İnsan Hakları Eylem Planı’ hazırlamış. Herhalde jest olsun diye… Çünkü insan hakları konusunda nasıl davranması gerektiğini zaten biliyor. Ne yapılacağını bilen ama uygulatmayan, iş bir raddeye gelene kadar kılı kıpırdamayan, derken mecbur kaldığı için aynı reform teranesini bir kez daha tekrarlayan bir devlet geleneğimiz var.
Dikkat! İyimserlik herkese yaramıyor
İyimserliğin kişi açısından bizatihi olumlu bir duygu olması, onun toplum açısından son derece yıkıcı bir unsura dönüşmesine engel değil. (…) Zihniyetiniz ve kültürünüz ‘müsaitse’ iyimserlik sizi büyük belalara sürükleyebilir! Kendi (tarihsel) rolüne fazla kapılmış, özgüveni yüksek bir iyimser liderin varlığında boyunuzu aşan maceralara topluca ve farkında bile olmadan kapılabilirsiniz.
Ne güzel şeydir çocukluk…
Çocuk kalmayı ve babanın kendisini yönlendirmesini tercih eden çocuklarla, onları çocuk bırakmayı ve kendisine bağımlı kılmayı amaçlayan bir babanın ‘mutlu birlikteliğinin’ parçasıyız. Çocuğun bu şartlarda büyümesi zordur. Ne kendisi ister ne de babası. Büyümek için babanın sembolik olarak öldürülmesi gerekir... Ama bu da bize yakışmaz.