Güzin Sarıoğlu

Doğumdan sonra hayat var mıdır?(*)

Bütün bu karmaşık ve en azından ikili olan yapıya rağmen, “anne” hayatımızdaki en basmakalıp kavramlardan biridir. Annelerin sadece “anne” olmaları nedeniyle her şeyi yapabiliyor olması beklenir sanki. “Çocuğa bakar anne / evine tapar anne / gece gündüz çalışır / yarını yapar anne”. Hepsi birden mi? Bu kadar göz üstünüzdeyken? Peki örneğin evine tapmazsa? Ya da yarını yapamayacaksa?

“Zamanla iyileştirecek seni bu yara…”

Artık dışarıdayız. Dışarısı çöl sessizliğinin içinde bize çok aşina olmayan kuşların sesleri. Şimdilik başka bir ses yok. Lucky’nin yeniden sigara yakarken kullandığı çakmağın sesi duyulana kadar.

Karadelik kurumlar ve had bildiriciler…

Batı kökenli “mizantropi” kavramını duymuşsunuzdur. Doğu kökenli güzel bir kelime de var bununla aşağı yukarı aynı anlama gelen: “Merdümgiriz”. Her ikisi de insanları sevmeme, doğuştan kötü olduklarını düşünme, onlardan kaçma, sonunda gittikçe tepkisizleşme ve yalnızlığa gömülme halini anlatıyor. İnsanları aşağı görme dozunun aslında kişinin kendisine verdiği değerle ters oranlı arttığını söylüyor uzmanlar.

Unutmayın…

Zaman zaman belli bir konuya takılıp kalıyorum. (Bu takılıp kalmalar da başka bir acayiplik ama bunu burada böylece bırakalım, daha sonraki bir yazının konusu olsun.) Son günlerde de, okuduğum, izlediğim, gördüğüm, duyduğum her şeye ilişkin “unutmak” ve “hatırlamak” üzerine düşünürken buluyorum kendimi.

Siyasetin tedirgin edici gölgesi…

Hâlbuki bahar geliyor, çok güzel kitaplar okudum son günlerde, şahane filmler seyrettim, oğlumun üniversite sınavı yaklaşıyor, bu acayip eğitim sistemin kötü şakasının sonunda bitecek olduğu tesellisine sarılıyorum, evin kedi üyesinin türlü komiklikte davranışlarıyla karşılaşıyoruz, vs. Yani gündelik hayat ve doğrudan siyasi olmayan dünya, benim gibi insanlara kendisini inatla gösteriyor.

Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günler

Geldiğimiz noktada, kesif bir yorgunluk hissetmeyen kimse kalmadı sanıyorum. Politikadan tamamen uzak yaşamayı seçenler bile, doğal olarak, mahalli seçim sonuçlarına kilitlenmiş durumdalar. Çünkü sınırların bu denli zorlanmasına tahammül etmek çok zor.

Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı…

O kadar alıştık ki nefret söylemlerine, etnik ya da dini ırkçı söylemler o kadar dünyaya hakim görünüyor ki, Ardern’in işaret ettiği basit ve aslında hepimizin bildiği ilkeleri ve kavramları duymak bizi şaşırtıyor ve duygulandırıyor

“Patlıcan pahalıysa, bu dünyanın sonu değildir”

Şimdi, zihnimin neden bana Devlet Bahçeli ile Chance Gardener (Bahçıvan) arasında, isimlerinin anlamlarının benzerliğini dikkate almasak bile, bir bağlantı kurdurduğu açık hale gelmiştir, sanıyorum. Gerçi, Bahçeli’nin hayal gücümüzün sınırlarını zorlayan, “acayip” ifadelerle konuşmasına, rakamlarla kurduğu “esnek” ilişkiye alışığız! Ama bu dil artık iyice kurgu bir dünyaya aitmiş gibi görünmeye başladı.

Geçen gün ömürdenmiş… (2)

Ölümün yakın olduğunu bilmek, yaşamın bir parçası ve hatta en önemli gerçeği olduğunu kabul etmek, ölüme giden yolda, hayatlarımızı temize çekmeye, kendimizle barışmaya yarayabilir aslında. Bu bilgiyle hareket etmek ile bunu unutmaya çalışarak yaşamak arasında dağlar kadar fark vardır.

Geçen gün ömürdenmiş… (1)

Bizden önceki kuşakların çok sevdiğim bir lafı vardı: “Geçen gün ömürdenmiş.” Çok ya da az sayıda gün olsa da önümüzde, günlerimiz hep ömürden geçip bitiyor. Bu bilgiyi hatırlamak, yaş ya da yaşlılık algımız değiştikçe, muhtemelen daha zor hale geliyor. Ölümle aramızda daha fazla mesafe varmış gibi yaşıyoruz. Zamanın nispiliğini kolayca unutuyoruz belki de. “Kısa ama kıymetli” hayatlar, “uzun ama inceliklerden uzak” hayatlara dönüşüyor sonunda.

Ana Dil: Ne diyor bu insanlar?

2019 yılındayız. Artık cezaevlerinde Kürtçe ya da başka dillerde konuşmak mümkün, artık Kürtçe yayın yapan televizyon kanalları var, artık çocuklara Kürtçe isimler vermek mümkün. Ama 5-6 yaşında okula başlayan çocukların ana dilleriyle eğitim göremediği ya da annelerinin onlara kendi dillerini öğretmekten çekindiği bir ülkede yaşıyoruz. Yani, karşımızda en temel konularda, dağ gibi ana dili yasakları var.

Bizim mahallenin ataerkilliği

Bir kadın açısından, “ataerkil pazarlık” ya da “erkeklerin suskunluğu” gibi konuları yazmak tehlikelidir. Bu konulara girmek istemeyen kadınlar ve hemen hemen tüm erkekler tarafından huysuzlukla ve daha da fenası “agresiflik” ve “nezaket dilini” bilmemekle suçlanırsınız. Malum, sabır ve sevgi göstermek kadınların birinci vazifesidir.

Kırık kalpler

Yaz sonlarında ev kedilerinin, ev köpeklerinin terk edilmesinde sakınca bulunmamaktadır, sezonluk sahiplenmeler ya da ilişmeler... Üstelik, örneğin, çok sayıda kedi-köpek severin yaşadığı düşünülen bir yer gibi, en uygun yer bulunarak oraya bırakılmış ve “onun için daha iyi” olması da sağlanmıştır. “Vicdan” meselesine zaten fazla takılmaya gerek yok. “Çok sevmiştik”den başlayıp “Bize de çok zor olacaktı zaten”e doğru hızla evrilen kriterler, vicdani her şeyi bir kalemde siler süpürür.

Hayata sahip çıkmak

Hayatı boyunca kendisine biçilen rollerle yaşamayı reddeden ve kendi yolunu cesaretle çizebilen Violeta Parra, işte böyle gizemli, büyüleyici ve Márquez hikayelerinin kahramanlarına benzeyen bir kadın. Ya da tersinden bakarsak, “büyülü gerçek” romanlarında zaten bu insanların anlatıldığını söylemek gerek belki de.

Hepimizin kesik damarları

Ve anladığım her şey, kişisel tarihimden edindiğim bu yargımı pekiştirdi: Güney Amerika bize düşündüğümüzden çok daha yakın. Toplumsal olarak birebir örtüşen bir tarihten söz etmek mümkün değil tabii ki. Ama farklı farklı damarlardan beslensek de hepimizin damarları kesik. Onlar gibi biz de hayatı her gün yeniden umutla kurma konusunda maharetliyiz. Onlar gibi bizde de düşüşler, ama bazen de düşüşleri izleyen çıkışlar, çok hızlı olabiliyor.

İzmir’de kış vakti

Hemşehrilerim bu lafları hiç sevmez biliyorum ama bu “İzmir” güzellemelerinin kocaman birer “efsane” olduklarını düşünüyorum. Benim kış havası ile ilgili bilgilerimin hangi gerçeklere dayandığını anlayamamam gibi, İzmir’in, bu anlamdaki çekiciliğinin, güzelliğinin gerçeklerle bağını kurabilen bir kişiye de rastlayamadım.

“Olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması…”

Bütün bu yüz okuma oyunları sayesinde, dışarıda geçirdiğim vakitte de biraz roman okuyormuşum ya da film seyrediyormuşum gibi geliyor bana. İnsanlar ve hayatlar çok ilginç. Böyle oyunlar sayesinde insanları daha iyi tanıdığımı söylemem mümkün değil ama benim için çok daha eğlenceli hâle geldikleri kesin. Herkesin ayrı bir hikayesi var ve bütün bu hikayeleri birleştirebilecek ortak alanlar var.

Bir umudu büyütmeye çalışmak

Batıda Müslümanlar, göçmenler ve sığınmacılarla ilgili ayrımcılık, ırkçılık yapmak ne kadar meşruysa, Türkiye’de Suriyelilerle ilgili yapılanlar da o kadar meşru. Aradaki tek fark, ırkçı söylemlerin Türkiye’de birbirine zıt bile olabilen farklı ideolojiler tarafından oluşturulabilmesi. Kendisine solcu diyenler de, sağcı diyenler de, milliyetçiler de, ulusalcılar da bu söylemi farklı gerekçelerle kullanabiliyorlar.

“Seni Bu Dert Kafesinden Bir Yılbaşı Bileti Kurtarır: Millî Piyango.”

 Her yıl Aralık ayının başlarında “eski yılın sona erdiğini” ve “yepyeni bir yılın geldiğini” yazılı ya da görsel medyada birdenbire, neredeyse eş zamanlı başlayan...

Bütün suç Freud’da mı?

Doğal anne baba olmak, yapılan yanlışları üstlenmek artık çok “demode” bulunduğundan, acıdan kaçınan, “reklamlar”daki gibi “kusursuz ve mutlu” anne babalar olunmaya çalışılıyor. Freud’un tavsiye isteyen bir anneye verdiği cevap anne babanın bir ideale erişmesinin imkansızlığı notu düşülerek hatırlatılıyor: “Ne isterseniz yapın, nasıl olsa kötü olacak.”

Kısa bir ölüm yazısı

Her halükarda, erkenden buluşurduk, erkenden çökerdik güzel sofralara, erkenden hararetle konuşmaya başlardık ve dertleşirken bile çok neşelenirdik. Çünkü birbirimizin annesi, babası ve kardeşi olmayı, aynı anda bunların hepsi olmayı becerebiliyorduk ve büyük bir emniyet hissine sırtımızı dayayıp şartsız kabul görmenin rahatlığını yaşayabiliyorduk.

“Belki bir gün 15 dakikalığına kendimiz oluruz.”

Genel olarak hiç kimse, üç beş yakınının dışında, hiç kimsenin fazla dikkatini çekemiyor. Facebook hayatımızdan ne olduğunu anlayamadığımız, varlığı ya da yokluğu kanıtlanamayan acayip bilgilerin oluşturduğu bir “beyin sisi” olarak geçip gidiyor. Burada önemli bir itirazla karşı karşıya kalabiliriz: “Ama aldığım “geri bildirimler” öyle demiyor. 358 kişi beğeniyor, 103 tane yorum geliyor.”

Kişisel gelişim dünyası

Çok nevrotik ve maalesef çok “ilginç” zamanlarda yaşadığımız aşikâr. Kaç yaşında ve kim olursak olalım, hayat bize kişisel değişimi/dönüşümü dayatıyor, başka şekilde ayakta kalamıyoruz çünkü. Bu derecede hayatımızın parçası olan “kişisel değişim”den söz edildiğinde ise, aklımıza bol para ilişkisi içeren bu sektörün bağımlılık oluşturan yapısının yanısıra “tacizci yol gösterenler”in ve onların “intihal” kitaplarının gelmesi de bu nevrotikliğin ve ilginçliğin eseri tabii ki.