Kemal Sayar

Bir Filistin gene var!

Ulaşmaya çalıştığımız maşeri vicdan, her inançtan ve her düşünceden iyi insanların bağırlarında yaşıyor ve iyi insanlar bu tür görüntüleri seyredemezler, onlardan kaçmanın kurtulmanın bir yolunu ararlar. Merhamet de yorulur, oysa bu uzun soluklu bir mücadele ve en az çocukları katleden terör kadar stratejik ve uzgörülü bir azme ihtiyacımız var.

Tolstoy’un buhranı: İnsan Neyle Yaşar?

İnsan, neye ihtiyacı olduğunu bilemez çünkü ne zaman öleceğini bilmez. Bu idrak, şu Covid zamanlarında çok daha fazla anlamlı. Çünkü yanı başımızda ölüm var, ölüm kol geziyor sokaklarda. Çemberin giderek daraldığını, artık hepimizin tanıdıklarından, aile çevrelerinden, dost çevrelerinden kayıplar olduğunu işitiyoruz. Hepsine Allah’tan rahmet diliyorum. Fakat yine de oralı olmamaya çalışıyoruz. Bir tarafımız da ölümle göz göze gelmek istemiyor.

Salgın ve karşılıklı sorumluluk

Bizi salgın kurallarına riayet etmek için teşvik edecek olan şey sistemin icra ettiği genelgeler, para cezaları değil, bizzat bu koparılamaz ve feshedilemez gönül bağı olmalı. Gönüllü feragat. Ötekinin hakkını korumak için geri çekilmeyi bilmek. Hak ettiğimden çoğunu istememek. Her eylemimde içinde bulunduğum toplumun menfaatlerini gözetmek. Kamusal iyi için bireysel iyiden vazgeçmeyi bilmek. Sözgelimi, kendimizi korumak için değil, virüsü başkalarına geçirmekten kaçınmak için maske takmak.

Maskeli hayat

Ben bir psikiyatristim, insanları yüzlerinden okumaya ve anlamaya çalışan, sözün söylediği kadar yüzün söylediğini de dikkate alan bir mesleğin mensubuyum. Bir süredir yüzümü kısmen örten bir maske ile yüzleri perdelenmiş insanları dinliyorum. Bunu çok tuhaf buluyorum ve bu yazıyı da bu tuhaflığı ifade etmek için yazıyorum. İnsan yüzü yokmuş gibi yaşar belki ama onsuz da olamaz. Onu kaybetmek insanın kendi kimliğini, kendisini biricik kılan bir şeyi kaybetmesi gibi acı verici. Öte yanda maske bize kısmi bir güvenlik vaat ediyor. Duygularımızı ve yüzümüzü gizlerken muhatabımızı bizim saçabileceğimiz damlacıklardan koruyor.

Salgın ve komplo teorileri

Olay büyükse, sebebinin de büyük olacağına inanmaya meylimiz vardır. Özellikle büyük kitleleri olumsuz etkileyen toplumsal olayları komplo teorisi ile açıklamak o olaya bir anlam yükleme arzumuzdan kaynaklanır. Neye nasıl inandığımız, olayları ne derece komplo teorileri ile açıkladığımızla doğrudan ilişkilidir. Bu noktada “komplocu zihniyet”ten değil, bir “inanç zihniyeti”nden bahsetmek daha anlamlıdır. İnsanların neye inanıp inanmadığı değişse de inanmanın ardındaki bilişsel mekanizma aynıdır.

Neyi değiştiriyor üzüntümüz?

Böylesi afetler insanlara ve toplumlara hayatı yeniden düşünmeleri için bir fırsat sunar. Dünyanın hadsiz büyümeyle, güç savaşlarıyla, mülteci krizi ve iklim değişikliğine kayıtsızlıkla gideceği yer bir uçurumun kenarı. Bizi insan kılan öze sahip çıkmalıyız, zira elimizde sevgiden ve dostluktan özge bir ilaç yok.

Hayat zor

‘Gül ya da öl’ kültürü insanları ruhsal ıstıraplarından kaçırarak bir tür kolektif aptallığa yol açıyor. Şen kahkahalar, bütün dişleri gösteren instagram pozları. Herkes ağız dolusu gülmek zorunda değil. Karanlığın kalbine yürüyeceğimiz zamanlar var, orada ‘gece kendi gözlerini tanır’. Arızalı ruhlarımızla, loş ışıkta kısmi bir görüş yeteneğiyle, belirsizlikle yaşamayı öğreneceğimiz, kapkara bir camın ardından görmeyi yeniden talim edeceğimiz zamanlar. Esrara, sırlı olana, kendini hemen ele vermeyene hamle edeceğimiz zamanlar. Aşina olmayanda aşina olanı seçip fark edebildiğimiz zamanlar. İnsan ancak ihmal ve ihtimalleri yoklamakla üretken bir biçimde yaşar.

Gözlerini kaçıramazsın

Yalnızca bizim yapıp ettiklerimizden değil, yapmadıklarımızdan ve başkalarının eylemlerinden, eylemsizliklerinden dolayı da hesaba çekiliriz orada. Sustuklarımızdan, görmediklerimizden, başımızı çevirip görmezden geldiğimizden. ‘Neyi daha iyi yapabilirdim?’ suali, vicdanlı benliği daima yoklar.

Yalan dünya

Yalanlarla zedelenmiş bir güvenin tamir edilmesi çok zordur. Çünkü daha önce de belirtildiği üzere güven ile birlikte kişinin izzetinefsi de yara alır. Yalan söylenmiş olan insanın özgüveni incinir, kendisinin insandan daha aşağı bir seviye düşürüldüğünü hisseder. Burada, bir filozofun tarif ettiği ben-sen ilişkisi, ben-şey ilişkisine dönüşmüştür artık.

Durup ince şeyleri anlamak

Teknolojinin hayatlarımızı alt üst etmesiyle çok yaygın bir problemle karşı karşıyayız, gözünü ekrandan alamayan anne babalar ve gözünü ekrandan alamayan çocuklar. Nezaket böyle bir toplumda “Birbirinin gözünün içine bakarak konuşabilmek” şeklinde de tanımlanabilir. Katıksız dikkat, muhatabımıza gösterebileceğimiz en büyük ihtimamdır. Fiziksel olmayan şeylerin yansıyabildiği biricik yüzey, insan yüzü.

Dostluğu görmez isem, bu gözler neme gerek?

Modern dünyada arkadaşlığın yükü ağır. Bu gönüllü ve kişisel ilişkiden giderek daha çok şey isteniyor. Tıpkı evlilik gibi arkadaşlığın da yüreğin bütün derdini omuzlamasını bekliyoruz. Halbuki, ‘dost bîvefâ, felek bîrahm, devran bîsükûn, dert çok, hemdert yok, düşman kâvî, talih zebûn’ dur.

Güle dair bir neden yok

Pek çok insanın kalbin derinlik ve güzelliğini fark etmeksizin bir ömür geçirdiğini bilmek çok acı. Pek çoğumuz hayatı bir dayanıklılık sınavı veya sonsuza dek ağlayacağımız bazı yaralarımızı içinde sakladığımız bir yer olarak düşünüyoruz. Oysa kimi insanlar, ıstırap seli içinde kalmalarına rağmen, varlıklarının özünü bozulmamış olarak muhafaza ederler. Onlarda derin bir sükunet ve nezaket hissederiz. Sanki yaşanan bela ve musibetler ebedi hazinelerin içsel kapısını aralamıştır.

Buse’nin rüyası

Ruhunu serbest bırak, onu azat et. Kaybolmasına izin ver. Sonra yeniden bulmasına, sonra yeniden kaybolmasına. Sen yola kaybolmak için çık. Bak bakalım ne bulacaksın yolda, ama sakın hızlanma. Her sese, her çıtırtıya kulak kesil. Kalbin takallüb etmesine izin ver. Hüzün ve keder, sonra sevinç ve neşe. Sonra yine keder sonra yine neşe. Dünya içeriden dışarı doğru genişler.

Nuri’nin oğlu

Sokaklarda yürüyorum. Sağdan soldan aşina yüzler. Benim için ‘’Nuri’nin oğlu’’, diyorlar. Ben burada sadece ‘’Nuri’nin oğlu’’yum. Başka bir şey değilim. Başka bir şey olmak istemiyorum. ‘’ Sen Nuri’nin oğlu değil misin? Ne kadar da ona benziyorsun…’’ diyorlar, onun dostları, mektep arkadaşları, köylüleri, yarenleri… Her seferinde boğazımda bir hıçkırık düğümleniyor.

‘Psikolojik insan’ın yükselişi

Duygunun terk edilmesi, modern kişinin en temel duygusal gerçekliği olarak tarif edilen, derin bir içsel “küntlük ve ölüm hali”ne yol açar. Varoluşsal sorunlar ve “ruh ölümü” böyle bir ortamda filizlenir. Psikolojik ceset halinde dolaşan, yaşayanlar mezarlığında soluk alıp veren ruhlar.

Güzelin tesellisi

Bir güzellik anına tanık olduğumuzda, o yoğunluğu kelimelere dökemeyiz her zaman. Güzellik kelimenin de mananın da ötesine taşar. O halde söylenemeyen karşısında susalım ve ruhumuzu o kesif ürperişe, haşyet ve hayret hissine açalım. Güzelliğin bizi onarmasına izin verelim. Güzeli görmek dikkatimizi kendi sorunlarımızdan alır ve bizi, bizimle solup gitmeyecek büyük bir bütünün parçası kılar.

Koşma, düşersin!

Rekabetin ve tamahkarlığın insanı iyi yönde güdülediğine, bu yönüyle de kaçınılmaz olduğuna dair Batılı anlayışı artık bir kenara bırakalım. Rekabet saldırganlığı kamçılar ve bir başkasına dirsek atarak öne geçmeyi meşrulaştırır. Rekabetçilik bize kaynakların kıt olduğu durumlarda yarışmanın ve saldırganlığın kaçınılmaz olduğunu söyler ve evrimsel psikolojiden destek alır. Böylece serbest piyasa kapitalizminin acımasızlık ve eşitsizliği meşrulaştırılmış olur.

Aldır gönül

Merhamet ve mesuliyetin diğer kutbu ahlâkî kayıtsızlıktır: Ötekinin ıstırabını görmezden gelmeyi mümkün kılan bilinçli cehalet, ihtimam yokluğu ve inkâr hali. Kalbin ölümü. Ahlâkî kayıtsızlık başkasının iniltisini duymamak için kulaklarımızı tıkadığımız ve ortalıkta dönen büyük yalana hiç itiraz etmediğimiz gün başlar.

Benliğin süreksizliği

Süreksiz benlik, hikayesiz benlik. Eğer arkadaşın kaybeden biriyse onu arkadaşlıktan çıkar, görüntünü beğenmiyorsan makyaj yap veya plastik cerraha git. Hayat yaşanmıyor bir performansa dönüştürülüyor. Şu tatilden bir selfie göndereyim de insanlar benim de kazananlar kulübünde olduğumu, dolayısıyla değerli olduğumu hissetsin. Ramazan ayında elektronik itikafa da girelim dediğim bir dostum, nükteyi yapıştırıverdi : ‘Modern insan o itikafta da selfie çeker!’

Başı sınuklar için kılavuz

Muhatabımızın bizde eksik olan parçayı yerine koymasını, onunla bütünleşerek kusurlarımızı iyileştirebilmeyi ümit ediyoruz. Oysa tamlık ve bütünlük dışarıdan değil, kendi içimizden gelmeli. Sevdiğimiz bir başkasıyla tamlık arayışı yetersiz, eksik olduğumuz ve sevgiyi tek başımıza üretemeyeceğimiz düşüncesine yaslanıyor. Sevecek birini aramak yerine, neden kendimizi daha çok sevilmeye değer kılmıyoruz? Almak istediğimizden daha fazlasını vermeye neden talip değiliz? Bir yoldaş ara, bir refiki özle ama bir tarikin de düşünü kur. Yolu düşlemeyene yoldaş nasip olur mu kuzum?

Kibrit-i ahmer

Ebedi saadetten dem vuranlar sabırsız. Cenneti bekleyen kimse kalmadı buralarda, onu hemen, bu dünyadaki hayatımıza getirmek istiyoruz. Mutluluk, ama hemen şimdi. Sanki hemen gelmezse biz onu tanımaksızın yanından geçip gideceğiz. Tuhaf bir imansızlık, Tanrı’nın kıyılarına varıp da geri dönmek, onu bu dünyada işlerimizi yerine koymak için isterken, haddi zatında ‘ben kendi kendimin kurtarıcısıyım’ diyen bir nobranlık. Bak ne diyeceğim, hepimiz psikolojik yetimleriz aslında. Fiyakalı konuştum değil mi? Ruhumuz köksüz ve yetim bırakıldı bizim.

Huve’l-Bâkî

Modern şehirde ölüm bir yalnızlık serenadıdır çoğu zaman. Yalnızlık hayatta olduğu gibi ölüm zamanında da insanlara yapışır, hayata vedayı sıcak bir helalleşmenin koynundan alarak bir dizi soğuk bürokratik ritüele indirger. Ölme mekânı olarak hastanenin öne çıkışı, şehrin ölüme küslüğünün, modern şehirde ölümün inkâr edilişinin tipik bir örneğidir. Taziye gelenekleri de giderek zayıflar ve ölüm bize nasihat ve tenbihatta bulunan bir öğretmen olmaktan çıkar.

Bir cisim yaklaşıyor

Bir cisim yaklaşıyor. Bir meteor taşı, dünyamıza çarptığında her şeyi alt üst edecek bir şey. Büyük sözler edebildiğimiz kadar, iyi anne ve babalar da olmak zorundayız. Çocuklarımızı ekran önünde unutursak, onlar bir daha evin yolunu bulamayabilir. Kendi evine hayrı olmayan insanların dünyayı değiştirme ihtimali yoktur. Önce biz ekranlarımızı kapatalım, sonra çocuklarımızın elinden şefkatle tutup onları ekran başından kaldıralım. Konuşalım, gülüşelim, gözlerinin içine bakalım.

Şair ve ben

İnsan olarak en çetin uğraşımız sahici ve halis olabilmek. Sözü ortamına göre eğip bükmemek, kendi olmak cesaretini gösterebilmek, kalabalığın isterisine kapılıp gitmemek. Selamet der kenarest. Özü sözü bir, hayallerine ve değerlerine sadık insan olarak, iç bütünlüğünü büyütebilmek. Çakallaşmamak. Kendi hakikatine sadık kalabilen insan ne yiğit bir insandır. İç sesini dinler o, duyduğu hoşuna gitmese bile. Bir yalanın onu avutması yerine, hakikatin incitmesine razıdır.

Erdemli keder

Kimseye kendini göstermek zorunda değilsin. Kimseyle yarışmak zorunda değilsin. Elindeki fidanı dik, gönlündeki tohumu toprağa göm. Senin eylemin bu : Erdemli keder. Dünyada çok acı var ve sen geçip gidemiyorsun. Bir el seni çiçekleri diriltmeye zorluyor. Onların direncini senin direncine bağlayan bir yol var. Yok, sen usulca yürü, koşma. Fısılda ama bağırma. Kederin garibi ol sen.

Çocukluğun sosyal inşası

Neil Postman’ın ünlü kitabı Çocukluğun Kayboluşu’nda medyanın denetimsiz varlığının, anne baba kontrolünü aşındırdığı ve bu durumun, giderek pek çok evde merkezi bir hüviyet kazandığı dile getirilir. Modern toplumdaki değişimin sonuçlarından bir tanesi de, çocukların içinde yetiştirildiği ahlaki çatının zayıflaması. Acaba çocukluğun masumiyetine dair bir tarihsel altın çağ var mıydı gerçekten?_x000D_ _x000D_

Umut ediyorum, öyleyse yaşıyorum

Sevmeyi bilirsek içimizde bir sevinç filizlenir. Hayat, umut ettiğimizde bize yeni yollar açar. Tanrı, ona seslenene aşikar olur. Affedişin bakracıyla geçmişin kuyusuna inen, eli boş dönmez. Bak ne demiş şair? ‘Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi/ taşınacak suyu göster, kırılacak odunu / kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde/ bileyim hangi suyun sakasıyım ya Rabbelalemin/ tütmesi gereken ocak nerede?

Buraya kanatlarıyla gelmiş birisi var mı?

Sen bir insan arıyorsun. Yüreğin sızısını ve varoluşun ürpertisini yüklenecek bir arkadaş. Ruhun uçurumundan aşağı birlikte kendini boşluğa bırakacak bir yaren. Istırap meyhanesinde kalp tokuşturacak bir sarhoş. Aynı hamurdan ve aynı çamurdan yoğrulduğun parçanı arıyorsun.

Son nefes

Sahici bir hayat için belki hepimizin ölümün soluğunu ensemizde hissederek yaşayabilmemiz, her anın kıymetini bilmemiz gerekiyor. Aldığımız her nefesin hakkını vererek, ‘iki kapılı handa gündüz gece giden’ bir yolcu olduğumuzu unutmadan. Nefes ayıklığı, bilinç ayıklığı._x000D_ _x000D_

Bil, bul, ol

Bir nefis muhasebesine ihtiyacımız var. İnsan kılığında sırtlanların cirit attığı bir vadide, öze dönmek, kendi kusurlarımızın farkına varmak, ‘az gidilen yol’un delilerini ‘çok gidilen yol’un kurnazlarından ayırmak zorundayız. Kalbimize soralım: En son ne zaman, dünyaya kalabalık ve mütehakkim bir edayla konuşabilmek için, güce yaltaklandın? En son ne zaman senin canını acıtsa bile bir hakikati söyledin? En son ne zaman, özü sözü bir, kendi fıtratına sadık bir insan olabildin? Şehirleri inşa etmeye kendi nefislerimizden başlamalıyız.