Ana SayfaYazarlarKibrit-i ahmer

Kibrit-i ahmer

 

Kibrit-i ahmeri arıyordu. Dokunduğu şeyi altına çeviren şu felsefe taşını. Altın istemiyordu o, sadece ama sadece hayatı geriye saracak bir tılsımın peşindeydi. Yaşanmışı yaşanmamış kılacak, hayatı geriye alacak, hasreti vuslata çevirecek bir simya işlemi. O da biliyordu gerçi, aradığı ürün mağazamızda satılmamaktaydı. Gencecik evladını toprağa veren bütün analar gibi, her sokakta bir gulyabani yol kesiyordu. Başka türlü yapsaydı kurtulur muydu evladı? Nasıl da hissedememişti, intiharın zihni kemiren bir parazit gibi yavrucağın gölgesine gizlendiğini? Suçu değil miydi kendisi de, evladını bu gündüz uyurgezerliğinden kurtaramadığı için? Evladına el uzatamadıysa neye yarıyordu analığı? Sorular, sorular. En yakınını apansız ötelere uğurlamış kimse yoktur ki, yüreği vehimli soruların o kızgın ateşinde dağlanmasın.

 

Şimdi acılı bir anne olarak karşımda oturan bu kadın, yıllar önce oğlunun üzerine titreyen bir anne, şen şakrak ve  başarılı bir iş kadını olarak  karşımdaydı. Oğlunun hayatta dikiş tutturamayışına hayıflanıyor, gözlerinin içine büyük bir aşkla baktığı yavrusunun derdine bir çare arıyordu. Ömür dedikleri çok tuhaf, hayatın hangi dönemecinde bizim için nasıl bir kaderin yazılmış olduğunu bilemiyoruz. İnsanlar doğuyor ve ölüyor, uygarlıklar, milletler, kavimler doğuyor ve batıyor. 'İnsanlar hiçbir topluluğa 'Ne mutlu size' dememişlerdir ki zaman o topluluk için çok zorlu bir günü saklamış olmasın!' buyurmuş Hz. Ali efendimiz. Bak sana bir şey diyeyim mi okuyucu, ben onu çok seviyorum. Bir gün konuşalım mı ondan? Dönelim dünyaya şimdi, o iki kapılı hana, o düğün ve yas evine. Yerçekiminin olmadığı bir boşlukta asılı kalmış bir ruh artık o. Oğlunun yıllar önce bir görünüp kaybolduğu doktora gelip teselli istiyor. Neden diğer elem doktorları değil de ben? Kibrit-i ahmer bende değil. Gül almadığım gibi gül de satmıyorum. Bizim dükkan elem alır, acı dokur. Hatıra dokur. Hatıra ipliğinden kilimlerimiz var, uçan halılarımız. Birlikte biniyoruz da birine, o eski zamana, oğluna gidiyoruz. ‘Ah öte dünyaya tam inanabilseydim’ diyor. Yok belli ki daha veda edememiş, sevdiceğini henüz toprağa verememiş. Yüreğim cız ediyor bunu duyunca. ‘Bana anlatın’ diyor, ‘Oralar nasıl?’ Oralar? Bilmiyorum ki ben. Anam ve babam koyun koyuna bir toprakta yatıyor, ben onları toprakta birlikte görmekle mesudum. İyiler iyiliğe gider, seven sevdiğine.  O demiyor da ben onun sorusunu kendi içime şöyle tercüme ediyorum: Var mı uzaklarda serin ama üşütmeyen, sıcak ama terletmeyen bir yer? Ona bir hırka uzatamayacağım ve bir tas su veremeyeceğim madem, toprağın ucunda bir esenlik var mı? Tanrı’nın kırlarında bir pikniğe çıkar mı oğlum? Bir rüyada birlikte papatya toplayabilir miyiz o kırlarda? Nasıl inanabilirim ben ötelerde bir dünya olduğuna? Yahut Cevdet Karal’ın dizesiyle söylersek, ‘Ya Tanrı yoksa kırlarda?’

 

Hayat, bizim fani benliklerimizi aşıyor.

 

Benlik kendisinden daha yüksek bir gerçekliğe akıp onun bir parçası haline geldiğinde, damla umman olur. Ve dahi zerre kâinat olur. Ancak öylelikle vecdi hissederiz. O doruk duygusal deneyim, o vecd hali kendini koyuverebilmekle ilgilidir. Zikir halkasında dalgalanmakta olan ruhların titreşimine kendini bırakmak gibi. Dur daha güzel bir benzetme bulayım okuyucu: Yukarılardan aşağı süzülerek gelen bir sesin, bir hakikate değer gibi olduğunda, kavislenmesi gibi. Benlik, ister ki kendi yalnız varoluşundan çok daha büyük bir anlam alanında kaybolup gitsin. Çaylar dereye, dereler ırmaklara, ırmaklar denizlere kavuşmak ister ya, hani öyle. İnsan akmak ister. Ulvi ve yüksek olana katışmak, onda erimek ister. Ruhun, aşkın hakikatin içinde, şekerin suda eriyip gittiği gibi yitmesidir teslimiyet. Onu tadan başka şerbet istemez. Teslimiyet : İradenin mutlak  gücüne inanan modern insan için pek tuhaf bir kelime. Teslimiyet bize cennetin kapılarını açar oysa, Onunla bir olmanın, bütün hayatın dokusunu bir dantel gibi süsleyen karşılıklı bağımlılığının farkına varmakla ruh esaret bağlarından kurtulur. Her varlık bir diğerine raptolunmuştur. Teslimiyet soframızdaki ekmeğin, gözlerinin içine sevgiyle baktığımız evladımızın, aldığımız her bir nefesin sahib-i hakikisini bilmektir. Ona teslim olduk ve bitti!  Yok başka gidecek yer, çekildik dünya yarışından , masiva hayhuyundan. Ağzıma koyduğum her lokma onun ikramıdır, her nefesim bağışıdır onun, dilime değen her tatla sonsuz rahmetini hissederim. Ufuklarda ve nefislerde onun ayetlerini okurum. Sadece onu bilmekle iyi bir hayatı yaşarım, iyi bir hayat bir zikr-i daim halinde onu andığım hayattır, iyilik oradan gelir. Dur bak şimdi ne yapalım: Seninle elektrik ışıklarının sızmadığı bir köy bulalım, çıkalım da tepeye, sırt üstü yıldızları seyretmeye duralım. Orada biz bir hiçiz. Çok ama çok büyük bir kâinatın zerreden küçük parçasıyız. Hiçliğimiz bize itminan verecek ve  sonra gün doğduğunda, o büyük raksa katılacağız, zerrelerin raksına: ‘Ey gün…Uyan/Zerreler raks ediyor/Bütün âlem raks ediyor/Mutluluktan perişan olmuş ruhlar raks ediyor’ demiş sultanımız Mevlana. Hem sonra, ‘en hayırlı vaktin, içinde muhtaçlığını gördüğün ve özünde zelil oluşunun farkına vardığın anlardır’ demiş Ataullah İskenderi. Bak sana bir sır vereyim okuyucu, kendisi benim hâzık tabiplerimden biri olur. Açarım da Hikem’ini, yüreğimin kanayan neresi varsa oraya koyarım. Gel gönlümüzü raks eden yıldızlara, vaktimizi de hayra açalım.

 

Ebedi saadetten dem vuranlar sabırsız. Cenneti bekleyen kimse kalmadı buralarda, onu hemen, bu dünyadaki hayatımıza getirmek istiyoruz. Mutluluk, ama hemen şimdi. Sanki hemen gelmezse biz onu tanımaksızın yanından geçip gideceğiz. Tuhaf bir imansızlık, Tanrı’nın kıyılarına varıp da geri dönmek, onu bu dünyada işlerimizi yerine koymak için isterken, haddi zatında  ‘ben kendi kendimin kurtarıcısıyım’ diyen bir nobranlık. Bak ne diyeceğim, hepimiz psikolojik yetimleriz aslında. Fiyakalı konuştum değil mi? Ruhumuz köksüz ve yetim bırakıldı bizim. İnsanları nasıl tanıyacağımızı bilmiyoruz, nasıl yemek yiyeceğimizi, çocuğumuzu nasıl büyüteceğimizi, nasıl seveceğimizi bilmiyoruz. Ötelere bir can sırladığımızda, nasıl vedalaşacağımızı bilmiyoruz. Hayatı kullanma kılavuzlarından öğrenmek istiyoruz. Kişisel gelişim kitaplarıyla adam oluruz sanıyoruz, birkaç slogan paylaşmakla sosyal ağ duvarlarından, hayatın künhüne vakıf olduğumuza inanıyoruz. Dilimizde yorgun bir hayatı geveleyip duruyoruz aslında, din ve maneviyat, tarihin uzak dehlizlerinde gözden yiteli beri kendi mutluluğumuzu kendimiz arayıp bulmak zorundayız. Bir defineyi arar gibi : Şuralarda bir yerlere gömülü bir mutluluk olacaktı! Bir kendine yardım grubuna mı katılsam, safariye mi gitsem, serbest mi bıraksam acaba bütün duygularımı? Kendime benden başka dost yok, bari iyi bir dost olayım kendime. Hey dünya, buraya bak, seviyorum ben kendimi! Duydun mu beni yaşlı bunak? Yok böyle olmaz, az dur soluklan. Bak, koca bir denizde birbirinden habersiz sürüklenen tekneler gibi amaçsız ve bir mülteci teknesi kadar kimsesiziz. Yabancılaşma ve kayıtsızlık adası olarak insanoğlu. Ahlaki, manevi ve düşünsel çapalarımız olmalı, yoksa bu yolun nereye çıkacağı belirsiz. Birey çağında, bir solo türkü olarak mutluluk. Lafa çok karıştım biliyorum okuyucu, diyeceğim azıcık huzursuzluk kimseyi incitmez. Geviş getiren ineklerin mutluluğu lazım değil bize, acı çekebilen insanın huzursuzluğu lazım. Mutluluk kendimizi tatmin etmekten ibaret olamaz. Benden bir başkasına giden yolu yürümeden, benden Allah’a uzanan yolları fark edemeden, insan olmanın içimde sızlayan yarasını bilmeden nasıl mutlu olabilirim?

 

 

‘Nasıl kıyaslayabilirim seni bir yaz günüyle?’ Anlamın olmadığı bir hayatın mutluluk getireceğini sanmam. Anlamsız hayat sığ ve bencil bir hayattır, her şey iyi gider, arzular kolayca doyurulur. Lakin içeride devasa bir boşluk, kendini büyüten bir kara delik kalır. Maddeyi ve eşyayı emer de  doymayan bir ejderha gibi daha çoğunu ister. Halbuki sevgi almaktan çok vermektir. Anlamlı bir hayatın mihverini de verebilmek ve paylaşabilmek oluşturur. Kendi küçük benliğimizin ötesinde bir bağ kurmak. Uğruna yaşanacak ülküler, bizimle zail olmayacak bir gaye.  İnsanın ötekine özen göstermediği, kendi iyiliği kadar ötekinin iyiliğini de istemediği bir toplumda bireyin mutmain olması zor. Benim başarım ötekinin yenilgisi oluyorsa, haset orada kolaylıkla filizlenir. Hasedin de kademeleri var. Kötücül(habis) hasetçi, sahip olamadığını tahrip  ve yok etmek ister, böylelikle içindeki aşağılık duygularını telafi edecektir. Ötekinin iyiliğini yıkarak, kendi kötülüğünü onarabileceğini düşünür. ‘Hak yolunda hasetten daha tehlikeli bir geçit yoktur’. Şeytanın çırağıdır Hasut, Hz. Pir’e göre, ‘belinde kocaman bir taşla gezmektedir’. Biz nereden geldik buraya? Zannederim kafamız karıştı, buraya düştük. Söyle diyeyim :  Kibrin aklı eksilttiği gibi haset de  ruhu eksiltir. Haset kişiliğimizi zehirler ve cömert Allah’ın bize bağışladıklarını görmemizi engeller. Elimizdekilerle mutlu ve mutmain olmamızı önler. Haset ettiğimiz kişiden bir şey öğrenmemiz zorlaşır. Haset bizi mutsuz da eder zira bizden daha iyi durumda birileri hep olacaktır. Canımızı yakar, adeta bir bedensel ağrı kadar yoğun bir acı hissiyatı verir. Hasetçi, başka işi yokmuş gibi,  Allah’ın lütuf ve nimetini kıskanır.

 

Laf nereye geldi yahu okuyucu, çenesi düşük adamım ben, az tutaydın elimi. Lafın bidayetine dönelim, bir hanımefendi vardı hani, yaslı. Tepeden tırnağa evlat acısı. Allah düşmanıma vermesin. Birkaç zamandır onunla ufka bakıyoruz, sonra dönüp kendi nefsimize bakıyoruz. Kibrit-i ahmer dedikleri şey teslimiyetmiş, bildik. Dokunduğu insanı altın kılar. Ölü ya da diri, herkes zaten Onun sonsuz rahmetine gömülü değil mi?

 

- Advertisment -