Gürbüz Özaltınlı
CHP’nin normalleşme politikası Erdoğan’a mı yarar?
Yeni siyasete kuşkuyla bakanlar bazı argümanlar ileri sürüyorlar. Bu politikaların Erdoğan’ı sıkışmışlıktan kurtarmaya yarayacağı, ona meşruiyet sağlayacağı, başarısızlıklarını unutturacağı, hatta bunlara CHP’yi ortak kılacağı, muhalefet tabanının yükselen enerjisini likide edeceği söyleniyor. Ayrıca iktidar blokunun çözülmeyeceği kanısı çok güçlü…Bu itirazlar ikna edici mi?
Özel, doğrusunu yapıyor: Türkiye’nin önceliği, normalleşme ve merkez siyasetin yeniden inşasıdır
Ak Parti, daha da doğrusu Erdoğan ve CHP Türkiye’nin ana akımlarıdır. Bunlardan birisinin “tasfiye edilmesi gereken düşman” olarak tanımlandığı bir merkez siyaset söz konusu olamaz. İktidarın en yakın adayı olarak CHP’nin, Erdoğan’ı siyasal rakip yanında, merkezin inşasında partneri olarak da görmekten kaçınmayan bir esneklik taşıması gerekir. CHP ılımlı politikalarla Erdoğan’a ek bir meşruiyet sağlamaz ama ondan soğuyanlarla bağ kurma şansı kazanır. Anayasa diyalogu neden otoriterliğin tuzağına düşmek olsun? Herkesin önüne gelen metni anlayacak temyiz kudreti var.
Yolun sonu gözüktü mü?
Demokrasiye açılan, dindar, sivil, ılımlı bir hareket olarak AK Parti, artık sadece isim olarak var. Geride, milliyetçi, devletçi, otoriter Erdoğan’ın takipçilerini bırakarak politik kimlik olarak tarihe karıştı. CHP ise aday profilleriyle, yeni yönetimiyle, kucaklayıcı, normalleştirici, diyalog arayan politik söylemiyle, geleneksel tabanını aşan bir çekim merkezine dönüşmenin kapısını açtı. Seçimlerdeki başarısını da Yıldıray Oğur’un biraz ironiyle selamladığı bu “post Kemalist” yönelimine borçlu. Türkiye’nin AK Parti’nin seçimleri kazandığı 2000’li yılların başındakine benzer olumlu bir kırılmanın eşiğinde olduğunu ümit edebiliriz.
İktidarın ideolojik katılaşması, CHP liderliğinin kucaklayıcı, ılımlı profiliyle birleşince…
Benlik ve kimlik duygularını ideolojilerle yakalayabilirsiniz ama bunun sınırları vardır. İdeolojiye abandıkça bu sınırlarla karşılaşırsınız. En başta ekonomi olmak üzere, keyfilik ve yozlaşmanın karşısında hukuk güvenliği, devlet gücünün adaletli kullanımı, yolsuzluk ve şatafata karşı duruş… Bütün buralarda karneniz çok önemlidir. Toplumu sert söylemlerle ayrıştırarak sonsuza kadar güç üretemezsiniz. Giderek bıktırırsınız.
CHP seçimleri laikler değiştiği için kazanmadı. Fakat seçimler CHP’nin kendi tabanını da Türkiye’yi de değiştirecek kapıyı açtı
Laik kesimlerde zihniyet değişiminin imkân dahiline girebilmesi için seçim kazanan elitlerin güçlü biçimde vereceği normalleştirici mesajlara ihtiyaç var. Başarı sağlayan, özgüven kazandıran lider kadronun, bu başarının devamı için kucaklayıcı politikaların önemini fark etmeleri beklenir. Nitekim ilk sıcak mesajlar bu yönde ve bu yeni söylem onların kazandığı saygınlığın sonucu olarak kulaklara, duygulara ulaşacaktır. Sert, hınçlı, rövanşist sesler itibar kaybedecektir. CHP seçimleri kazanarak hem kendisini hem de ülkeyi değiştirebilmenin kapısını aralamıştır.
İktidardaki “keratalar” arasındaki gerilim bizi ilgilendirmez mi?
Güvenlik bürokrasisindeki tasfiyeler, çetelere operasyonlar, Cumartesi Anneleri üzerinden ılımlılık mesajları, yargıda açıktan suç duyurularıyla, zehir gibi mektuplarla açığa çıkan mücadele, Cumhurbaşkanı seçilme oranı ile ilgili tartışma… Bunlar “keratalar arası sorun” denilip geçilecek işler midir?
Sol geçmişle yüzleşmeden kendisini aşabilir mi?
Çok ironik değil mi; herhalde “sol” denildiğinde en keskin kenarlarından sayabileceğimiz TİP %10’ları aşan desteği Bağdat Caddesi’nde bulurken; işçi deposu mahallelerde Ak Parti ezip geçiyor solu. CHP, belli bir hayat tarzının hâkim olduğu coğrafyada kabul görürken, “yatağa aç giren çocukların” yaşadığı şehirlerde, mahallelerde başarısız. Bu nasıl “sol-sağ” ayrımı? Bu işte bir terslik yok mu? Bunun sebebi, Türkiye’de solun, siyasi değil kültürel bir kimlik olarak inşa edilmiş olmasıdır.
Değişim samimiyet ve cesaret gerektirir
Bu moment CHP açısından büyük imkanlar yaratıyor. Özel-İmamoğlu ve arkadaşları tarihsel bir fırsat yakaladılar. Sahne ışıklarının altındalar; toplumun CHP’ye uzak düşmüş kesimlerine yeni bir ses verebilme; inandırıcılık kazanma, önyargıları kırma olanağına sahipler. Tarihin ince bir cilvesi şu ki tasfiye ettikleri Kılıçdaroğlu onlara yumuşatılmış bir toprak bıraktı. Kanımca bunu yapabilmelerinin tek koşulu samimiyet ve cesaret.
Yerli ve milli olana nasıl karar verilecek?
“Milli”lik kavramı bu kez de Anayasa çiğnenirken çıktı karşımıza. Millilik sırt dönülecek kavram değil. Bu coğrafyada yaşayan insanların “biz” duygusuna ihtiyaçları var. Kısacası sorun kavramın kendisinde değil, nasıl kullanıldığında; politik işlevinde… Kestirmeden konuşmak iyidir. İktidar bu kavramı, muhalefeti, çok sesli tartışmayı susturmak, cezalandırmak için kullanıyor. Yerli ve milli” ise, iddia sahibini çoğunluk rızasından da bağımsızlaştıran, hiçbir ölçülebilir nesnel dayanağa ihtiyaç duymaksızın, yapıp eylediklerini sorgulanamaz kılan bir otorite katına çıkartıyor. Hukukun bağlayıcılığı, temel hak ve özgürlükler, hatta halkın siyasi tercihleri… Bütün bunlar “yerli ve milli” olanın iradesiyle çelişirse birer teferruata dönüşüyor. Millilik iddiası, onu tanımlayana hepsini ezip geçme meşruiyeti sağlıyor. Peki iktidarın milli çıkarlar için en doğru; olabilecek tek geçerli siyaseti geliştirdiğini nereden biliyoruz? Asıl “yerli ve milli” siyaset, kendi kararlarını toplumun tartışmasına açan siyasettir. “Yerli ve milli” kimliğe; o coğrafyada yönetmekle sorumlu olduğu herkesin görüşlerine, siyasi temsiline alan açan siyaset, milli siyasettir.
GÜNDEMİN DİNAMİĞİ | Gürbüz Özaltınlı: Bir iç mücadele var ama bize ne denemez
Gürbüz Özaltınlı, Gündemin Dinamiği’nde güncel olayları zamanı veya sabrı az olanlar için analiz ediyor: İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın üst üste uyuşturucu çetelerine karşı operasyonları ve muhalefetin bakana desteği, yargıda kabağın gazetecilerin başına patladığı kavga ne anlama geliyor?
Erdoğan kararsızları ideolojiyle mi kazandı?
Ak Parti’nin %35’e düşen oylarına karşılık Erdoğan 49’u aştı. Belli ki partisinden uzaklaşanlar ittifakın dışına gitmediler ve Erdoğan’ı Kılıçdaroğlu’na tercih ettiler. Bu bize, “Kararsız”ların tercihini doğru çözümleyemedikçe sonuçları da anlamlandırmanın mümkün olamayacağını gösteriyor. Çünkü onlar belirleyici oldu. Tartıştığımız konu, Kılıçdaroğlu’na gideceği umulan %4-5’in neden ona değil Erdoğan’a gittiğidir.
“Reis halleder”ciler de rövanşistler de hayal kırıklığı yaşayacak
Demokratik bir seçimde azınlığa düşen iktidardan bir “devlet darbesi” bekleyenler; Erdoğan’ın buna tevessül edeceğini düşünenler yanılıyor. Gidip gitmemek bir arzu meselesi değil, mecbur kalma durumu. Rövanşistlere de kötü haberim var. Türkiye değişecek ama onların öfkelerini tatmin edecek yöntemlerle değil.
Erdoğan neden kaybedecek
Bu sorunun cevabını tartışmaya, sanıyorum tam tersinden bir soruya başvurarak başlamamız gerekir: Erdoğan neden kazandı ve 20 yıl boyunca desteğini genişleterek iktidarını korumayı başardı?
Yeni nesil siyaset
Kılıçdaroğlu kapsayıcı, sakin ama kararlı lider tavrıyla, Erdoğan’ın hırçın, hakaretamiz, toplumu geren stilinden kendisini ayrıştırıyor. Birçok insan tarafından yakın zamana kadar karizma zafiyeti, otorite yoksunluğu gibi algılanan özellikleri; Erdoğan’ın kibri karşısında giderek yeni tip siyaset tarzı olarak takdir görmeye başlıyor. Gösterişten uzak, kişisel hayatında mütevazı ama hedeflerinde iddialı, güler yüzlü, birleştirici, sabırlı duruşun, haşmetli dekorlar önünde prompterdan döktürülen belagatten daha etkileyici olabildiğini tecrübe ediyoruz hep birlikte. Zayıf kalır sanıyordum, yanılmışım. İyi ki yanılmışım.
Siyasetin altın kuralı sandığa kimleri gömecek
Siyaset, “niyet edilmemiş sonuçlar”ın cirit attığı bir alan. Ne kadar usta olursanız olun etkileşimlerin yaratacağı yönü, doğacak sonuçları tayin edemezsiniz. Çünkü insanların iradesi var ve bu, ne kadar yetkin olursa olsun tek merkezden belirlenebilir bir şey değil. Siyasetin bu altın kuralını ezip geçeceğini düşünenler kimler ve seçimde onları ne bekliyor?
Peki, laik muhaliflerin hepsi gerçekten rasyonaliteyi mi temsil ediyor?
Bu yazının esas sorusu şu: Evet, Erdoğan seçmeninin motivasyonu ağırlıklı olarak kimlik karşıtlığından besleniyor, güçlü bir duygusal bağlılığı ifade ediyor. Kötüye giden bunca şeye rağmen kulağını muhalefete açmayan, eli o tarafa gitmeyen bir sosyolojiyle karşı karşıyayız. Peki; bundan şikâyet eden, kızgınlık besleyen laik muhaliflerin hepsi gerçekten rasyonaliteyi mi temsil ediyorlar? Hakikaten kimlik duygularını aşabildikleri bir düşünce dünyasından mı konuşuyorlar?
Ateşle oynama, ellerin yanacak
İktidar hiç de sofistike planlarla filan değil; Erdoğan’a çok yakışan güdülerle bir hamle yaptı. Kanımca bu hamleye karşı en etkili cevap, Ekrem İmamoğlu’nun ortak aday olarak açıklanması olacaktır. Bunu kamuoyu önünde Kılıçdaroğlu’nun önermesi, iktidarın oyununu tersine çevirebilir. İktidar bu hamlesinden sonuç da alabilir, tam tersine altında da kalabilir. Ateşle oynuyor. Ama ateşle oynayan sadece iktidar değil; Kılıçdaroğlu da ateşle oynuyor. Yapmayın… Elleriniz yanar…
Gerçek ve propaganda
Putin’in ağzından dökülen ve artık hepimizin bildiği “20. Yüzyılın en büyük felaketi Sovyetler Birliği’nin dağılmasıdır” cümlesi, süper güç olmanın “tadına varan”, Batı-Doğu ikilemi üzerine inşa edilmiş bu kimliğin, hangi iştah ve hınçlarla kuşatılmış olduğunu anlatıyor. Bu tarihin kışkırttığı Rus milliyetçiliğinin despotik bir rejimin elinde tüm dünya için nasıl kural tanımaz bir güvenlik tehdidine dönüşebildiğini izliyoruz.
Putin’in tuttuğu ayna
Bu yaygaradaki düpedüz Batı’yı değersizleştirmenin; “çıkarcı, çürüyen bir medeniyet” olarak tanımlamanın tadını çıkartan ideolojik coşkuyu fark etmemek imkânsız. Derin bir nefret duygusu sızıyor her yanından. Neredeyse işgalci barbara meşruiyet sunan bir hınç. Bu hınçtan Ukrayna’nın da payına, egemen iradesi olmayan; bencil Batı’nın tuzağına düşen bir kişiliksizlik düşüyor; mazluma dönük bir dayanışma duygusu bile değil. İnsan biraz utanır.
Görmek isteyene…
Türkiye tarihinde hiç olmamış çoğullukta bir demokrasi ortaklığı arayışı ve bunun kamuoyu önünde verilen ilk fotoğrafından umut değil öfke üretmek (sol tedrisattan bir kavram seçersek) tam bir “çocukluk hastalığı.”
Lider ve kader
Buram buram otoriterlik saçan enerjisi, vücut diline ve söylemine tam yansıyan özgüveni, risklerden kaçmayan cesareti, ne söylerse söylesin, dinleyenlere, söylediklerinin doğru olduğuna dair kendi iç dünyasında sarsılmaz bir inanç taşıdığını düşündürten stili… Bunlar onu, kendisini sevmeyenlerin bile gözünde, kolay yenilmez bir iradeye, bir “survival” ustasına dönüştürüyor.
Yarım aklımla
Neden bu ülkenin onca güzide üniversitesinde hala gözümüzün içine baka baka düşman güçlerin ekonomi teorileri, finans yöntemleri filan okutuluyor; bilim kisvesi altında körpecik zihinlerin zehirlenmesine izin veriliyor? Biraz zaman ayırıp yazılacak bir kitaba bakar. Tek kitap yeter. Yazacak büyüğümüz de belli. Kore modeli peşinde değil miyiz? Güney olmuş, Kuzey olmuş ne fark eder… Bırakın ayrıntıları…
Tek öncelik seçim kazanmak
İdeolojik açılımlardaki kısırlık; temel sorunlara ilişkin köklü, bütünlüklü bir alternatif siyaset geliştirmekte tanık olduğumuz tutukluk Türkiye’yi çaresiz mi bırakıyor? Bunlar olmadıkça muhalefet seçimlerde iktidarın bileğini bükemez mi? Ya da seçimleri kazansa bile önünde sonunda devletin kucağına düşüp veya popülizm çıkmazına saplanıp likide mi olur? Başa mı sararız?
Kritik sorun: Adaylık düğümü
Erdoğan ve Kılıçdaroğlu yaşadığımız keskin kutuplaşmanın zirvelerini temsil eden isimler. Bir zirveden (Erdoğan’dan) soğumuş, uzaklaşma eğilimine girmiş insanlar, diğer zirveye; tam karşıda konumlandırdıklarına kolayca savrulmazlar. Ve bir zirvenin son düzlükte yaptığı söylem değişiklikleri, aradaki insanların gözünde onun ılımlı sembole dönüşmesine yetmez. Kimlik karşıtlıklarını yumuşatacak ılımlı semboller, zirvelerden çok daha fazla çekim şansına sahiptir bu tür arayışlarda.
Yeniliği fark etmek
Zihniyet yenilenmesi ve demokratik rejimin inşası, hiçbir siyasi kimliğin tek başına başarabileceği iş değil. Sadece seçim aritmetiği; güç yetirebilme meselesi olarak da düşünemeyiz; böyle bir sürecin, doğası gereği çoğulcu, müzakereci, uzlaşıcı yöntemlerle ilerlemesi gerekiyor.
Muhalefetin vizyonsuzluğu eleştirisi üzerine düşünceler
Çok parçalılık, muhalif hareketin, birleşenlerinin tek başına ulaşamayacakları genişlikte bir seçmen tabanına yayılmasının da bir ifadesi aynı zamanda. Önemli olan, bu genişliğin aşındırılmadan bir güç birliğine dönüştürülebilmesi. Bu nedenle, bileşenlerin birbirlerini iten yönlerini bırakıp, çeken yönleri üzerine ortak zemin inşa etmelerini teşvik etmek gerekir. Öte yandan, iktidarla olan rekabetin tuzaklı alanlarından da uzak durmanın önemini unutmamakta yarar var.
Babacan’ın açıklaması üzerine düşünceler
Kararsız bir AKP seçmeninin sadece ekonomik referanslarla tercihte bulunacağını, kimlik çatışmalarının etkisinden muaf olduğunu düşünmek ikna edici değil. Babacan ismi özelinde bakarsak; ekonomi alanında sicili güven veren, kurduğu sakin söylemle çatışmadan yorulmuş muhafazakar (ve laik) çevrelerde beğenilen, çatışma yerine uzlaşma ve barışmaya içtenlikle inandığını düşündürten bir profille karşı karşıyayız.
Hülyalı bir kuşağın insanıydı; Mehmet Kök Özaltınlı, abim…
Sevgili abim Mehmet Kök Özaltınlı’nın anısına… Aşağıda okuyacağınız dokuz yıl önce yazılmış “Bir yaş günü” başlıklı yazı “Doksan beşinci yaşını da kutlayacağız” diye bitiyordu. Ama ne yazık ki olmadı… Başka bir evrenden gelmiş gibiydi. Unutulmaz hikâyesiyle aramızdan geçti gitti.
Maskeli balo
Topluma değil, otoriteye karşı sorumluluk. Ahlaki kabule dayalı gönüllü uyum değil, fırsatını bulduğunda yan çizen zoraki bir katlanma. Hak kavramına yabancı, şiddetle iç içe, bileği yettiğinde fail, zayıf düştüğünde mağdur bir erkeklik dünyası.
Değişen Türkiye karşısında değişmeyen ezberler
Meseleyi ısrarla siyasal İslam-dindarlık olarak gören çevreler, gittikçe koyulaşan otoriterleşmeyi Erdoğan’ın İslamcılığına bağlıyorlar. Oysa Erdoğan “devletleştirildi…” Bunu göremeyenler muhalif cepheyi daraltan, bozan bir işlev görüyorlar. Muharrem İnce gibi oportünist siyasetçiler de kendilerine kariyer ararken bu yanlış bakış açısının istismarından medet umuyor.