Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITek öncelik seçim kazanmak

Tek öncelik seçim kazanmak

İdeolojik açılımlardaki kısırlık; temel sorunlara ilişkin köklü, bütünlüklü bir alternatif siyaset geliştirmekte tanık olduğumuz tutukluk Türkiye’yi çaresiz mi bırakıyor? Bunlar olmadıkça muhalefet seçimlerde iktidarın bileğini bükemez mi? Ya da seçimleri kazansa bile önünde sonunda devletin kucağına düşüp veya popülizm çıkmazına saplanıp likide mi olur? Başa mı sararız?

Bir soruyla başlarsak: Muhalefet neden daha bütünlüklü, ikna edici, güven verici bir siyasi söylem üretmekte zorlanıyor? Bunu insan sermayesinin yetersizliği, kurumsal zayıflık ya da liderlik performansı ile açıklayabilir miyiz? Belki bunlar da vardır ama sorun daha derinde gibi gözüküyor.

İktidarın siyasal anlatısının merkezindeki ideoloji Türk milliyetçiliği. “Yerli ve milli” kabul edilenin yüceltilmesi üstünden dış dünyanın tekinsiz ve düşman ilan edilmesi temel çerçeveyi oluşturuyor. Beka kaygılarıyla iç içe geçmiş fetihçi arzu ve komplekslere seslenen bir dokusu var. Ekonomi dahil bütün sorunlar “bize düşman dış güçlerle yürüttüğümüz haklı ve umutlu mücadelenin” türevi olarak sunuluyor. Güçlü, sabırlı, sağlam durma çağrısı yapılıyor. Bunun siyasete değil, haysiyete dahil bir tercih olduğu mesajı veriliyor… Bunlar, Türkiye toplumunun yaygın psikolojik–ideolojik yapısı düşünüldüğünde “sentetik-yabancı” temalar değil. Tersine oldukça “organik–doğal” düşünceler. Üstelik bu milliyetçi eksen, kurucu yılların Kemalizmine ve dindarlığa yapılan göndermelerle besleniyor, genişletiliyor. Ortaya, Mahçupyan’ın hakkıyla analiz ederek “bu toplumun bilinç dışı” olarak nitelediği; kulakların çok yatkın olduğu hayli kapsayıcı bir ideolojik-siyasi anlatı çıkıyor.

HDP’yi dışında tutarsak, bütün muhalif siyasi elitlerin ve seslenmeye çalıştıkları sosyolojinin derece derece etkisi altında oldukları bir düşünsel-duygusal zeminden söz ediyoruz. Ekonomik tercihler ve kriz, Kürt sorunu, dış politika sıkışıklıkları… Bütün bu sorunlarda inandırıcı, çözüm üretici alternatif bir söylem üretebilmek için belli dozlarda (ve belki göğüs göğüse) yerleşik ideolojiyle mücadeleyi göze almak gerekir. Küresel sermayeye, Batı’nın ekonomi anlayışına nasıl bakıyorsunuz? Kürt sorununu öncelikle güvenlik meselesi olarak mı tanımlıyorsunuz? Ürün, hizmet, insan, sermaye, kültür vs dolaşımının sınır tanımadığı globalleşme koşullarında “tam bağımsızlık” kavramını nasıl yorumluyorsunuz? Devletlerin otonomisine alan açmasına rağmen bariz siyasi-askeri güç kümelenmelerinin devam ettiği bugünün dünyasında hangi tarafı önceleyeceksiniz. AB’ye nasıl bir değer yüklüyorsunuz?… Bunların her biri ideoloji ima eden sorular. Her şey bir yana; farklı ideolojik-siyasi köklerin buluştuğu çok parçalı bir blok olmanın açmazları, böyle kapsamlı, bütünlüklü ortak bir alternatif söylem geliştirilmesini imkansız kılıyor.

Buraya kadarki akıl yürütme makul ise, kısa zamanda değişmeyecek bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.

Peki, ideolojik açılımlardaki kısırlık; bazı temel sorunlara ilişkin köklü, bütünlüklü bir alternatif siyaset geliştirmekte tanık olduğumuz tutukluk Türkiye’yi çaresiz mi bırakıyor? Bunlar olmadıkça muhalefet seçimlerde iktidarın bileğini bükemez mi? Ya da seçimleri kazansa bile önünde sonunda devletin kucağına düşüp veya popülizm çıkmazına saplanıp likide mi olur? Başa mı sararız?

Böyle bir tartışma var muhalif aydınlar içinde. Biraz indirgeyerek özetliyorsam, bu payı bırakmanızı diliyorum. Özellikle düşüncelerinden hep yararlandığım kimi kalemlerin “ya hep, ya hiç” tezini savunduklarını söylemiyorum. Güçlü bir alternatif ideolojik-politik zemin üretmeden hiçbir şey değişmez denilmiyor ama bir yandan buna aşırı vurgu yapılıyor öte yandan reel siyasetin pragmatik gerekleri ihmal ediliyor. Aslında ihmalden de öteye, bunlar tehlikeli bir popülizm olarak kodlanabiliyor.

Bu tür uyarı ve eleştirilerin sahipleri, muhalefetin ideoloji ve siyaset açığına işaret ederken haksız değiller. Ancak bu ideoloji ve siyaset açığı, aşılması zorunlu bir mesele olarak tanımlanmakla da kalmayıp, seçimlerin kazanılması için aday profili tartışmasına da genişletildiğinde tehlikeli bir önermeye dönüşebiliyor.

Bir önceki yazımı okuyanlar, muhalefetin adayı konusunu çok önemseyenlerden olduğumu biliyorlardır. Çünkü yukarıda yazdıklarımdan da anlaşılıyordur ki ben, muhalefetten yepyeni güçlü bir ideolojik politik performans beklemeyi değil, demokratikleşme üzerinde anlaşarak, doğru bir aday tercihiyle seçimleri kazanmasını daha gerçekçi ve hayati buluyorum. Erdoğan karşısında muhalefet blokunun tek adayı olarak Kılıçdaroğlu’nun çıkartılmasının da çok büyük risk yaratacağına ilişkin kaygımı gerekçeleriyle yazdım. (“KRİTİK SORUN:ADAYLIK DÜĞÜMÜ” 3.12.2021 serbestiyet)

Tek aday için Mansur Yavaş veya Ekrem İmamoğlu’nun çok daha şanslı olduğunu en azından saha araştırmalarından biliyoruz. Kanımca Kılıçdaroğlu ekibi bu isimleri geriye atar silikleştirirken ateşle oynuyor. Benzer biçimde, bu isimlerin önerilmesini, “siyasi projeleri ve  ideolojik mücadeleyi önemsizleştiren; ne yapacağını bilmediğimiz isimlere bel bağlayan, popülist bir eğilim” olarak kodlayan yaklaşımın da çok tehlikeli olduğu kanısındayım. Bu yaklaşımda, seçimlerin kazanılmasının can alıcı öneminden ziyade, (eğer kazanılırsa) Erdoğan sonrası dönemin olası sorunlarına odaklanan bir bakış var. Bir bakıma deniliyor ki, popülizmden, lider kültünden çok çektik; Erdoğan’ı bu kültürü yeniden üreterek aşacaksak bunun bir değeri olmaz. Hiç ikna edici gelmiyor bu tez bana. Muhalefet bileşenlerinin, demokratikleşme vaadi ve geçiş programıyla seçimlerde iktidar blokunu indirmesi Türkiye için kader meselesidir. Önemi ve önceliği tartışılamaz. Kazanan adayın niteliğine bakarak değersizleştirilebilmesi mümkün olmayan hayati bir eşiktir bu. Çünkü aksi, mevcut iktidar blokunun kalması; ihtimal ki rejimin koşar adım Putin Rusya’sına dönüşmesidir.

“Ne yapacağını bilmediğimiz; siyasi ve ideolojik kimliği sisli bir aday” ın teşkil edeceği mahsurlar üzerinde tartışmak gerekir. Yavaş’ın daha kapalı bir kutu olduğu doğru. Aynı şeyi İmamoğlu için söyleyemeyiz. Haksızlık olur. Fakat diyelim ki onda da gölgeli, belirsiz bir kimlik buluyoruz. Bu neyi değiştirir?

Öncelikle varsayıyoruz ki muhalefet bugün olduğu gibi seçimlerde de kamuoyuna “güçlendirilmiş parlamenter sistem” taahhüdüyle çıkacak ve siyasal sistem projesinin merkezine bunu oturtacak. Başkanın olağanüstü yetkilerinin kaldırılacağı taahhüt edilecek ve herhalde buna somut bir değişim programı eşlik edecek. Yani, Başkan adayı kamuoyu önünde açıkça kendisinin ilan ettiği, siyaseten kendisini bağladığı bir programın yürütücü aktörü olarak seçmene başvuracak. Seçilmesi durumunda bu taahhüdün onun siyaset alanını sınırlandıracağı açıktır. Bütün muhalif partilerin ortak adayı ve taahhüt ettiği programın sözcüsü olarak, bu blokun iradesinin üstüne çıkamaz. İstese de yeni bir Erdoğan olamaz.  Siyasetin dinamiği böyle işlemez. Pürüzler çıkabilir mi? Evet, elbette vardır bu ihtimal.  Fakat bu pürüzler, “popülizm tuzağına düşmeyelim” diye Kılıçdaroğlu’nu aday gösterip Erdoğan’ın kazanması ihtimalinin yaratacağı “pürüzlerle” kıyas kabul etmeyecektir.

İzninizle bu yazıyı Vahap Coşkun’a ait bir mesajla kapatayım: “Muhalefet üç konuda topluma bir deklarasyon sunabilir: 1. Güçlendirilmiş parlamenterizm 2. Hukuki ve ekonomik rasyonelleşme 3. Geçiş programı. Makbul bir adayla böyle bir program iş görür diye düşünüyorum”

Yukarıda tartışmaya çalıştığım bütün gerekçelerle bu özete tamamen katılıyorum.

Ne bir eksik, ne bir fazla…

- Advertisment -