Ramazan Bulut

Oksimoron siyasetin kime, ne faydası var?

Bugünlerde, siyasetin bol oksijenli değil, bol oksimoronlu bir sürecinden geçiyoruz. Mesela “Abdullah Öcalan gelsin Meclis’te konuşsun,” deyip CHP’li Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’i PKK/KCK üyeliğinden tutuklamak… Gün, barış ve kucaklama günüdür deyip Cübbeli Ahmet Hoca’ya Alaattin Çakıcı vasıtasıyla ayar vermek… Malumlarınız üzere topu taca atmak istediğimizde kullandığımız bazı deyimler var: “Dış güçler”, “derin devlet” ve “üst akıl” gibi… Bu tutukluluk olayına yukarıdaki kavramlardan istediğinizi yakıştırın; kesin uyacaktır. Burada Cübbeli Ahmet Hoca kim, Alaattin Çakıcı kim siz karar verin!

“Umut hakkı “aldanma hakkına” dönüşür mü?

Öcalan’ın koşullu salıvermeden yararlanma imkânı bulunmadığından ölünceye kadar ceza evinde kalması gerekmektedir. Bu madde değiştirildiğinde 15 Temmuz darbe girişiminden mahkûm olanlar dâhil terör suçlarından mahkûm olan her hükümlü bundan faydalanacaktır. Peki, toplumsal alt yapımız buna hazır mı? “Ben yaptım oldu”, “ben dedim oldu” mantığıyla olaya yaklaşırsanız başa dönersiniz. Başta devlet şiddeti dâhil hiçbir şiddetin göz ardı edilmemesi gerekir. Yoksa hukuku yine geçmişte olduğu gibi birkaç sembolik seçkinin çıkarları doğrultusunda mı dizayn edeceğiz.

Bu bir çuvaldız yazısıdır

Olaylı geçen kongreye rağmen Ankara Barosu seçimlerini tamamladı. Karşılıklı atışmanın ardından genel kurulda tekmeler, yumruklar, sandalyeler havada uçuştu. Oysa her iki grubun üyeleri de adliyelere 2015 yılından itibaren aranarak giriyor. Kendi işyerine aranarak giren bir meslekten söz ediyoruz. Ne karşılıklı atılan sloganlar ne de tekmeler hâkim ve savcılara tanınan “aranmama” ayrıcalığının ileride bu avukat arkadaşlara verilmesine yetmeyecek. Dolayısıyla bireysel ve mesleki haklarını dahi elde edememiş bir kişinin etnik kimliğine saygı gösterilse ne olur, gösterilmezse ne olur? Hani gücümüz bölünüyor diye iktidarın çoklu baro girişimine karşıydık ya! Meğer iktidarın bizleri bölmesine gerek yokmuş.

Kemalizme değil, kendi evlatlarınıza yenildiniz

12 Eylül Darbesi’nin kirli havasını birlikte soluduğumuz yıllar. Kara Harp Okulu 4.Sınıf öğrencisiydim. Sağ görüşlüydüm.Disiplin puanım düşürülmek suretiyle atılmama ramak kalmıştı.Ancak arkadaşlarımın önerisiyle girmiş olduğum 10 Kasım şiir yarışmasında dereceye girdim. Şubat tatilinde memlekete gittiğimde babama yarışmda birinci olduğumu gösteren Kurmay Albay Hilmi Özkök imzalı kağıdı uzattım. Babam sitem dolu bakışlarla aynen şöyle dedi:“Lan oğlum, bari Peygamber Efendimize yazsaydın!”Rahmetli babam farkında değildi ama bu şiir sayesinde okuldan atılmaktan kurtulmuştum.

Başımıza gelenler

Bu coğrafyada bir nefesi kesmek bazen bir fetvaya, bazen de bir işaret parmağına bakar… Çoğu kez de hamaset fiilin önüne geçer. Bu sadece sağın ve dindarların bir sorunu mu? Tabii ki değil… Aynı çanaktan beslenen toplumlarda nüvedeki bir bozukluk tamamına sirayet eder. Herkes Dostoyevski’nin roman kahramanı Raskolnikov olmuş ve kendi cinayetini kutsuyor. Oysa karşılıklı dökülen bir kan varsa size kızıl görünen dere karşınızdakine mavi görünmez. Bu işin sağcısı, solcusu olmaz.

Demokles’in kılıcı: Milli hukuk, milli yargı

Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum, “Milli Yargı” konulu bir yazı kaleme almış. Bazı şeylerin “milli”si olabilir; ancak evrensel olan hiçbir şeyin “milli”si olmaz. “Milli din” olur mu? Olmaz. “Milli felsefe” olur mu?” Olmaz. “Milli sosyoloji” Olur mu? Olmaz. O halde “Milli hukuk” ve “Milli yargı” da olamaz.

Meğer ‘jet savcı’larımız da varmış

İddianamenin düzenlenmesi tahliye önündeki en büyük engelin aşılması demektir. Tutuklamanın bir tedbir olduğunu, en son başvurulacak bir hukuki çare olduğunu, ülkemizdeki uygulamaların bu kriterleri taşımadığını da belirtmeden geçmeyelim. Ancak hukuku, varmış gibi uygularken bile ayrımcılık yapıp birine kaplumbağa, diğerine jet hızını reva görmek kabul edilebilir bir durum değildir. Hızın da makul bir sınırının bulunduğunu unutmayalım! Ortalama bir hukukçu bile böyle bir iddianameyi anlamaz ve de tanımaz.

Topu taca kim gönderdi?

Bu filmi daha önceden de görmüştük. Biz oturmuş hala kimin tahliye etmesi gerektiğini tartışıyoruz. Ergenekon Davası'ndan yargılanan Mehmet Haberal ve Mustafa Balbay ile Balyoz Davası’nda yargılanan Engin Alan’ın milletvekili seçilmelerine rağmen tahliye edilmeyişlerini hatırlayalım. Her iki mahkeme de işlenen suçun Anayasa'nın 14. maddesi (anayasal suç) kapsamında kaldığını ileri sürmüştü.Suç uydurmanın çok kolay olduğu bir dönemde geçerli bir gerekçeydi bu. Sonrasında yaşanan tüm hukuksuzluklar sadece FETÖ ile geçiştirildi. Peki, şimdi kim var? Biz bu filmi neden sürekli izliyoruz?

O halde bu neyin anması ve neyin kutlaması?

15 Temmuz 2016 gibi… Bu girişimi yapanlar Truva atına gizlenen Aka askerlerinden farklı değildi. TSK’nın içine de aynen böyle sızmışlardı. Merak ettiğim husus şu: Truvalılar, Aka askerlerinin yaptığı bu sinsi plana rağmen şehri savunarak bu saldırıyı püskürtmüş olsalardı bunu bir kutlama törenine çevirecekler miydi? Sanmıyorum… O halde bu neyin anması ve neyin kutlaması? Bunu sadece dış güçlere bağlamak topu taca atmaktır. Bataklığınızı kurutmadıkça sinek üreten çok olur. Devletin başat kurumlarını bir takım grup, cemaatlere ve tarikatlara teslim ettikçe olacağı budur. Utanarak ve de sıkılarak ders almamız gereken bir süreçtir bu. Özellikle bazı yöneticilerimizin yurt dışı gezilerinde, yani dünya kamuoyu önünde bunu bir kahramanlık gösterisine çevirmesini gerçekten anlayabilmek mümkün değil.

İyi ki Tarkanımız var

Tüm çalışanlar ve emekliler kulağı kirşte ücretlerine zam beklerken birileri ise ‘kuzu kuzu’ Tarkan’a odaklanmış. Oysa halk nezdinde “kuzu” et demektir. Ete hasret kalmış halkınızı bu şekilde mi motive edeceksiniz? Böyle bir gündem oluşturma çabası, başlı başına halkın diline ve ruhuna yabancılaşmaya devam projesidir. Yani halkın yanlış okunmasıdır. Sosyoloji biliminden umulan medet bu olmasa gerek. Hâlbuki martıların simidin tadını unuttuğu bir dönemden geçiyoruz.

Bu seçimde imkansızı başaran kim?

Muhalefet, yolsuzluk ve hukuksuzluk konusunda zirve yaptığını iddia ettiği bir iktidarla seçim yarışına girmişti. Bu durumda muhalefetin seçimi kazanmasının asıl, kaybetmesinin istisna olması gerekmez miydi? Ancak seçim sonucunda YSK’nın verilerine göre, bu iddiaların %52’lik bir seçmen nezdinde herhangi bir karşılığının bulunmadığını anlamış olduk. Bu yüzden de iktidarın seçimi nasıl aldığı değil, muhalefetin nasıl alamadığı daha önemli hale geldi.

Hesap merci kim? ‘Alttakiler’ mi ‘üstekiler’ mi?

Kendini bütün hatalardan âri görüp bütün olayı bir başkasının üzerine yıkmak sorumluluk çarpıtmasıdır. Siyasal aktörlerle yapılan bir mücadeleyi kaybedip hıncını destekçilerinden çıkarmak aynen böyle bir şeydir. Haklılığımızı ve gücümüzü eşitlerimiz üzerinden tatmin etmek sadece karşı tarafın direncini artırır. Çare dinamiklerin kaynağına inmektir. Victor Hugo “Alt sınıftaki sefalet üst sınıftaki insanlıktan çoktur,” demiş. Bu anlamda hesap sorulacak merci ‘alttakiler’ değil, ‘üsttekiler’ olmalıdır.

Seçmen ne demek istedi?

Tarafların seçim öncesi ‘olmazları’ olur gösterme çabaları meydanlarda yankılanmış, karşılıklı yarıştırılan vaatler için yükselen çığlıklar gökyüzündeki kuşları bile ürkütmüştü. Seçmen bu yüzden hem iktidara hem de muhalefete, karşılıklı birçok mesaj verdi. Kime yumuşak, kime sert, ona da siz karar verin!

Kılıçdaroğlu’nun bastığı seccade iktidarın ‘uçan seccade’si mi olacak?

Yanlışlıkla basılan bir seccade iktidara ne kadar fayda sağlayabilir ki? Öyle demeyin. Toplumun sosyolojik ve psikolojik kodları, yanlışlıkla basılmış olsa da bir seccadeden uçan veya uçuran bir seccade çıkarma potansiyeline sahiptir. Üstelik temeli niyet okumaya dayalı böyle bir yöntemin ispat yükü karşı tarafa aittir. Fakat bu seccadeyle kim uçacak?

“Hiçbir şey olmasa bile kesin bir şeyler olmuştur” modunda konuşanlar! Ben oradayken hiçbiriniz yoktunuz!

Merak ettiğim husus şu: Bir vesileyle bu davalarda sanık ve de müdafi olarak yer almış bizlerin bile unutmaya çaba gösterdiği bir takım hukuk ihlallerini birileri, neden “yokmuş” gibi bir algıya yüklemeye çalışır? Üstelik davanın herhangi bir duruşmasına bile gelmeden, onu izlemeden ve o havayı solumadan. Oysa ceza duruşmalarında sanıkların söylem şekli, ses tonu, jestleri ve mimikleri çok şey anlatır. Bir kanaat edinmek için bile “orada olmak” gerekir.

Bakalım bu seçimde ‘adalet ana’ ne diyecek?

Sözde %7 barajına rağmen bu seçim, muhtemelen, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en çok partinin mecliste olacağı bir seçim olacak. Üstelik siyasi istikrar uğruna korunan baraj sistemi, bir yandan küçük partileri büyük abilere/ablalara muhtaç ederken, diğer yandan büyük partilerin ipini kreş çağındaki partilerin eline vermiş durumda. Böylelikle milli literatürümüzde yer alan “Oy namustur, asla satılmaz” yaygarası da raflarda yerini almış oldu.

Hulusi Akar neden sivilleşemiyor?

Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar kendine yaptırdığı özel üniformayla dolaşmayı adet edindi. Akar, genellikle Millî Savunma Bakanlığı’nın logosunu göğsünde arma veya omuzlarında apolet olarak kullanıyor. Bazen de üniformasının sol kolunda Türk Bayrağı, göğsünde ise altında ‘Hulusi Akar’ yazılı bir pilot brövesi görmek mümkün. Bakanlığın logosunu arma olarak kullandığı kepini ve şapkasını da unutmamak gerek. Kısacası lacivert renkli, şahsa münhasır bir üniformadan söz ediyoruz. Evet, Hulusi Akar neden sivilleşemiyor?

İktidarın “Bana hak, sana değil” pratikleri

Yaşadığımız her felakete “kader” deyip Yaradan’a fatura ediyorsunuz. Akabinde bu yetmezmiş gibi bir de “helallik” istiyorsunuz. Ana muhalefet lideri 28 Şubat konusunda “Bu meseleleri sistematik bir yolla çözdüğümüz zaman devlet mağdurlarla helalleşmiş olacak” dediğinde ise küplere biniyorsunuz. Bu “helalleşme” kavramı neden hep sizin tekelinizde? (…) İktidarın bugün muhalefete yönelttiği eleştiriler, geçmişteki kendi söylemleridir.