Selim Kuneralp

Hakan Fidan’ın dış politika vizyonu

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, iktidarın düşünce kuruluşu SETA’nın İngilizce yayınlanan dergisi “Insight Turkey”in 4 Ekim 2023 tarihli sayısında Türkiye’nin dış politika hedefleri, vizyonu ve sınamaları hakkında uzunca sayılabilecek ayrıntılı bir yazı yayınladı. Derginin İngilizce yayınlanması veya artık Dışişleri Bakanlığının dış politikadaki rolünün Cumhurbaşkanlığınınkinin bir hayli gerisine itilmiş olması gibi nedenlerle bu yazı yerli medyada hiç yankılanmadı. Kendi okuduğum yayınlarda rastlamadığım gibi, tanıdıklar vasıtasıyla yaptığım küçük bir araştırma bu yazının onların da dikkatine gelmediğini gösterdi. Bir yabancı haber portalinde yazının bir analizine rastlamamış olsaydım, bundan haberim bile olmayacaktı. Oysa normal şartlarda bir Dışişleri Bakanının bu kadar etraflı bir çalışmasının ses getirmesi beklenirdi.Fazla yankı uyandırmamış olması belki yazının içeriğinin alışılmış ötesine gitmemiş olmasından kaynaklanmış olabilir. Bu da her zaman söylendiği gibi Türk dış politikasının bir sıkışıklık içinde olduğunun gerekiyorsa yeni bir kanıtıdır.

Kaba kuvvetin hakimiyeti

Hamas’ın bu güce karşı gelmesi zor olup, muhtemelen uzun sürecek bir mücadeleden yine İsrail kuvvetleri galip çıkacak, Filistin halkı yine muazzam bir bedel ödeyecek ve silahlar günün birinde yeniden ateşlenmek üzere bir süreliğine susacaktır. Bu savaşın kalıcı bir barışa yol açmasını beklemek pek doğru olmaz. Güç dengesi İsrail lehinde ve Hamas saldırısından sonra İsrail’in masaya oturmak isteyeceği şüphelidir. Kaldı ki programında İsrail devletini yer yüzünden kaldırmak olan Hamas’ın da masaya oturmak istemesi beklenmemelidir. Kaldı ki İran’ın kargaşanın devamından yana olacağına hiç şüphe yoktur. Sonunda eli güçlü olan -bu durumda İsrail- kazanacak, bölgede İsrail devletinin kurulduğu 1948 yılından bu yana devam eden aralıklarla bozulan ateşkese devam edilecek, barış gelmeyecektir.

Avrupa Birliği’nde değişim: Nereye Kadar?

Önümüzdeki dönemde AB bir şekilde değişimden geçecektir. Üye sayısı 36'ya çıkabilecek olan bir AB’nin sıklet merkezi iyice Doğuya kayma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Brüksel’deki görevim sırasında o zamanki Konsey Genel Sekreteri eski tüfek Fransız diplomatı Pierre de Boissieu bir görüşmemizde 32 üyeli bir AB’nin 11 üyesinin Balkan, sekiz üyesinin de eski Yugoslav Cumhuriyetlerinden oluşması gerekeceğini, böyle bir şeyi düşünmenin dahi mümkün olamayacağını, bu ülkeler için üyeliğe alternatif formüller bulmak gerekeceğini söylemişti. Böyle formüller şimdiye kadar bulunamadı, çözüm yeni üye almamakta arandı. Ancak Ukrayna savaşından sonra bunun da bir çözüm olmadığı anlaşıldı. Bakalım bu defa başarılı olunacak mı? Bu arada tartışmaların hiçbir yerinde Türkiye’nin adının geçmediğine de tekrar dikkat çekmekte fayda var.

Uluslararası kuruluşlarda bunalım

Uluslararası kuruluşların etkinliğinin azaldığının bir örneğini biz de görmekteyiz. Kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi (AK) İnsan Hakları Mahkemesi kararları Anayasa’nın 90’ıncı maddesi yok sayılarak arka arkaya reddediliyor, ancak AK ülkemize karşı yaptırım uygulamaktan bariz bir şekilde çekiniyor. Bu da bir anlamda tüm uluslararası kuruluşların ancak iyi niyet olduğu zaman işlevlerini yerine getirebileceğini, egemen bir devlet kurallara uymayı kabul etmediği zaman bir çeşit nükleer silah olan ihraç, oy hakkının kaldırılması veya üyeliğin askıya alınması dışında başka bir imkân olmadığının göstergesidir. Geçtiğimiz yıl Ukrayna’ya açtığı savaştan sonra ihraç tehdidiyle karşı karşıya kalan Rusya, bu tehdit işleme girmeden kendi iradesiyle örgütten çekilme kararı almış ve Konseyden ayrıldıktan kısa bir süre sonra idam cezasını geri getirerek üyelik gereklerinin başında gelen bu temel Konsey yükümlülüğünün aksine hareket etmiştir. Bu da bir üye ülkeye uygulanacak olası yaptırımların asgari düzeyde de olsa Konseyin insan hakları alanında sağladığı koruma zırhından yararlanan o ülkenin vatandaşlarına zarar vereceğini açıkça göstermektedir. Sanırım Konseyin Türkiye aleyhine yaptırım uygulamaktaki çekingenliğinin bir nedeni de budur.

Yol ayrımı mı kan uyuşmazlığı mı?

1993 ile 2011 yılları arasında kısa aralıklar dışında hep AB işleri ile meşgul oldum. Gerek Dışişleri Bakanlığı’nda gerek Brüksel’de konu ile ilgili olabilecek nerede ise tüm görevlerde bulundum. Ancak AB ile ilgili görevlerimde Türkiye’de gözlemlediğim isteksizlik aradan geçen yıllarda hiç azalmadı. Geleneksel olarak dışarıya en fazla açık olması ve ülkemizin Batı ile bütünleşmesi yolunda en itici güç olması beklenebilecek Dışişleri Bakanlığında bile Batı düşmanlığı birkaç istisna dışında hep önde gelmiştir. Ancak AB karşıtlığı sadece bu Bakanlığın özelliği olmamıştır. Asker ve sivil bürokrasi, siyasi çevreler, iş insanları hep ayak sürtmüşler, hiçbir zaman AB hedefine dört elle sarılmamışlardır. Gümrük Birliği müzakerelerinde otomotiv başta olmak üzere nerede ise tüm ekonomik sektörlerin yararlandıkları yüksek koruma duvarlarının uzunca bir süre daha devam etmesi talebinde bulunduklarına bizzat şahit oldum. Zamanın Başbakanı Çiller bu sektörlerin kendisine acımasız bir husumet beslemelerini göze alarak talepleri reddetmiş ve Gümrük Birliği sadece bir yıl gecikmeyle 31 Aralık 1995 tarihinde tamamlanmıştır. Geçiş süreci için en fazla bağıran otomotiv sektörü ise Gümrük Birliğinden en fazla yararlanan sanayilerin başında gelmektedir.

Hindistan’dan Avrupa’ya yol neden Türkiye’den geçmiyor?

G-20 zirvesinde en dikkat çekici olay, ABD, Hindistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderlerinin Yeni Delhi’de imzaladıkları, Çin’in Kuşak-Yol koridoruna rakip yeni bir projeyi hedefleyen, Hindistan’ı Avrupa’ya bağlayacak yeni bir ağ ile ilgili anlaşmaları oldu. Türkiye’nin bu projeden dışlanması iktidarın hışmına yol açtı. Aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik duruma bakılınca Hindistan’ı Avrupa’ya bağlayacak bir koridorun ülkemiz üzerinden geçmesine imkân maalesef yoktur. Hindistan’ın ilk komşusu Pakistan ile ilişkileri malum. Ötesinde İran var. Onun da dış dünya ile ilişkileri karşısında böyle bir proje içinde olması mümkün değil. Suudi Arabistan üzerinden ülkemize uzanacak bir koridor ise ya Irak’tan, ya da Suriye’den geçmek durumunda. Ona da imkân olmadığı açık. Nitekim Türkiye’nin önerdiği Irak üzerinden geçecek koridorun şimdilik pek alıcısı yoktur. Sanırım Yeni Delhi’de imzalanan anlaşmanın amacı Hindistan Başbakanı Modi’ye bir çiçek atmak ve onu Çin’den uzaklaştırmaktan ibarettir diyebiliriz. Gerçekleşecek olursa, Suudi Arabistan’ı Ürdün üzerinden İsrail’e bağlaması gerekecek projenin Orta Doğunun bitmeyen ihtilafları karşısında duvara çarpması çok muhtemeldir.

Nabza göre şerbet

Seçimlerden sonra gerçekten tavır ve üslupta önemli bir değişiklik oldu. Batı ile ilişkiler normalleştirilmeye çalışıldı. Bunda ekonomik durumun vahameti ve ihtiyaç duyulan ciddi miktardaki sermaye akımının ancak Batıdan gelebileceğinin bilinci, sermayenin de Batı ile kavgalı bir ülkeye akmayacağı gerçeğinin rolü muhakkak ki olmuştur. Neticede bu sefer muhatapların duymak istediği şeyler söylenmeye başladı. İktidar ve temsilcileri muhataplarıyla görüşürken nabza göre şerbet dökmelerine karşın, muhataplarının bunu yapmadığına dikkat çekmekte fayda var.

Dış politikada yalpalamaya devam

31 Ağustos’ta Toledo’daki AB Gayrı resmi Dışişleri Bakanları (Gymnich) toplantısına Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın beş yıldan beri ilk defa olarak davet edilip edilmeyeceğini merak etmiştim. Bakan davet edilmedi, Toledo yerine Moskova’ya gitti. Onun davet edilmediği toplantıya Ukrayna Dışişleri Bakanı Kuleba katıldı. 21 Ağustos Atina’daki Balkan ülkeleri AB Genişleme Zirvesi’ne sadece AB üyeliğine aday olan Balkan ülkeleri davet edilmiş olsaydı, bizim söyleyecek pek bir şeyimiz olmazdı. Ancak katılımcılar arasında Ukrayna ile Moldova liderleri varken Türkiye’nin çağrılmamış olması, artık AB’nin ülkemizi aday kategorisinde görmediğinin başka bir göstergesi sayılmalıdır. Buna rağmen, iktidar Putin tutkusundan vazgeçmiyor. Daveti kabul edilmeyince Cumhurbaşkanı Erdoğan Putin’in ayağına gitmeyi önerdi veya kabul etti. Bakan Fidan’ın belki MİT deneyimi nedeniyle basının karşısına çıkmaktan çekindiği izlenimi edinilmektedir. Onun yerine AKP Sözcüsü, Cumhurbaşkanlığı Dış İlişkiler Danışmanı sık sık kameraların önüne geçmekte ve bir anlamda Dışişleri Bakanı’ndan rol çalmaktadırlar.

Balayı uzun sürmedi

Kıbrıs’ın Güney’inde tek karma nüfuslu köy olan Pile’ye yol inşasına BM’nin müsaadesi olmaksızın başlandı. Barış Gücü ile KKTC polisi arasında bir arbede yaşandı. Türkiye’de yalan makinası hemen devreye girdi. 50 yıldır bu nüfus KKTC’ne ulaşmak için İngiliz üssü Dikelya üzerinden geçmek zorundaydı. Geçişlerin eskiden otomatik iken kaçakçılık artınca kontroller de arttı. Pile ile KKTC arasındaki yol 20-25 dakikadan bir saate çıktı. BM Güvenlik Konseyi Kıbrıs Türk tarafını ağır bir şekilde suçlayan bir açıklama müzakere etti. Rusya’nın süre istemesi Türkiye’de sevinç naralarıyla karşılandı ve veto şeklinde yorumlandı. Rus ve Putin sevdalıları minnetlerini dile getirdi. Derken Rusya açıklamayı onayladı ve metin oy birliğiyle kabul edildi. Metni yayınlayan 15 ülke arasında Çin, Mısır, Arnavutluk, Birleşik Arap Emirlikleri de var. Tüm uluslararası camiayı karşımıza almamız basın ve muhalefet tarafından görmezlikten gelindi. Neyse ki KKTC ve Ankara ısrar etmedi ve iş makinaları sessiz sedasız geri çekildi ve konu kapandı. Kimisine göre yol krizi bazı mercilerin Bakan Fidan’ı sabote etme girişimi. Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın yol inşaatından haberdar olmamış olması da akla geliyor.

Büyükelçiler konferansları

Büyükelçiler Konferansı’nda hiç yeri olmayan bazı bakanların faaliyetlerini saatlerce anlattıklarını hatırlarım. Sanırım burada rekor, Ulaştırma Bakanı’nın tam 2,5 saat süren bir takdimi olmuştu. Bu sene yabancı konuk davet edilmediğini, yerli bakanların katılımının ise bir yuvarlak masayla sınırlı tutulduğunu anlıyorum. Her halükarda bu adetten vazgeçilmesi her bakımdan iyi olmuştur. O sayede, Konferansın süresi kısaltılmış, önemli bir tasarruf sağlanmıştır. Gelelim içeriğe. Ukrayna savaşı konusunda Cumhurbaşkanı ile Dışişleri Bakanının konuşmaları arasındaki fark dikkat çekicidir. Bakan taraf tutmazken, Cumhurbaşkanı Rus diktatör Putin’in tahıl krizindeki tezine yine destek verdi. Yabancı gözlemcilerin bu farkı görmüş olmaları muhtemeldir.

Lozan’ı bizzat imzacıları putlaştırmadı

Yunanistan ile nüfus mübadelesinin müzakere edildiği bir dönemde nüfusları nerede ise tamamen Yunanlı Hristiyanlardan oluşan üstelik işgal etmediğimiz adaları Lozan’da istemek abesle iştigal olurdu. Gökçeada ve Bozcaada, Lozan’ın 14’üncü maddesine göre kendi kendilerini yönetecekti. Oysa bu madde hiçbir zaman uygulanmadı. Dört yıl sonra Mahalli İdareler Kanunuyla tek taraflı olarak yürürlükten kaldırıldı. Yunan vatandaşlığına sahip Rumların İstanbul’da serbestçe ikametini sağlayan anlaşma 40 yıl sonra 1963’de İsmet İnönü başbakanlığında ihlal edildi, İstanbul Rumları 1964 yılında birkaç gün içinde sınır dışı edildiler. Bu iki örnek bile Lozan’ın bizzat imzacıları Antlaşmayı bugün bazılarının yaptığının aksine putlaştırma arzusunda olmadıklarını gösteriyor. Mustafa Kemal ile İsmet Paşalar, Lozan’ın işlerine gelen hükümlerini uygulamışlar, işlerine gelmeyenlerini de hasır altı etmişlerdir. Bu çok şaşırtıcı değildir. Nitekim, Lozan’ın imzacılarından hiçbirisinin bu ihlalleri mesele edip ihlal edilen hükümlerin uygulanmasını talep ettiklerini duymadım.

Avrupa Birliği’ne dönüş mümkün mü?

AB üyelerinin Türkiye’ye uzun bir aradan sonra yeniden ellerini uzatmakla beraber, herhangi bir adım atmadan önce bir bekle gör yaklaşımı içinde oldukları söylenebilir. Sonuç bildirisine bakılırsa Kıbrıs konusu ve insan hakları meselesi, onlar için en öncelikli konular olarak görülebilir. İçeride yapılacak reformların iktidar için bedeli çok yüksek olacaktır. Özellikle 2016’dan bu yana inşa edilmiş olan çoğulcu değil çoğunlukçu demokrasi olarak adlandırılabilecek sistemin en azından kısmen geriye döndürülmesi ve hukukun üstünlüğünün sağlanması gerekecektir ki iktidarın böyle bir şeye yanaşacağına ben herhangi bir ihtimal vermiyorum. Tabii yanılmak isterim.

Amaç günü kurtarmak mıydı?

Cumhurbaşkanı Erdoğan rotayı AB’ne çevirme iradesini gösteriyor, ancak bu rotanın gerçek bir şekilde çizilebilmesi için gereken şartların yerine getirilmesi yönünde adım atmaya hazır olduğuna dair herhangi bir işaretin mevcut olduğunu söylemek pek mümkün değil. Bugün itibarıyla Vilnius kararı günü kurtarmak, Zirve sırasında Cumhurbaşkanı’na gelecek baskılarından kurtulmak için atılmış bir adım olarak gözükmektedir. İktidar her attığı adımın karşılığını misliyle alma teşebbüsünde gibi gözüküyor. Ancak daha önce de görüldüğü üzere bu teşebbüsün de sonradan hüsrana uğrama ihtimali çok kuvvetlidir. Nitekim 2009’da Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliği, Peygamber karikatürleri yüzünden Türkiye tarafından veto edilmeye kalkılmış, ancak ilgisiz bir şekilde Genel Sekreter Yardımcılarından birinin Türk vatandaşı olması karşılığında bundan vazgeçilmiştir. Arka arkaya iki vatandaşımız bu göreve atanmış, sonra da görev bir üçüncü ülkeye verilmiş, Rasmussen de Genel Sekreterliği beş yıl boyunca yürütmüştür.

Dış ilişkilerde U dönüşleri

Zelenskyy’nin ziyareti sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ukrayna’nın NATO üyeliğini desteklemesi Putin’i azami ölçüde rahatsız edecek şeylerin başında gelmektedir. Erdoğan’ın Putin’i sinirlendireceği aşikâr olan bu desteği neden verme ihtiyacını duyduğu meçhuldür. Zelenskyy’nin dönüş yolculuğunda esir değişimi sonucunda Türkiye’de kalacakları vaat edilmiş olan beş Ukrayna’lı komutanı götürmesi Rusya’nın tepkisine ayrıca yol açtı. Ancak bu tepkinin geleceği bilinerek Zelenskyy’ye bu kıyağın çekilmesi herhalde bir tesadüf değildi. Belli ki iktidar kendisi ile Putin arasında bir mesafe koyma ve Ukrayna aleyhine bozulmuş ilişki dengesini tesis etme gayreti içine girmiştir. NATO zirvesi öncesinde son günlerde bir yumuşama da gözleniyor. Kuran yakma olayından sonra Türkiye tepkisini sınırlı tutmuş, hatta Erdoğan bu olayın provokasyon olduğunu gördüğünü açıklamıştır. Son günlerde de bu konuya değinmez olmuştur.

Demokrasi mi dediniz?

Cumhuriyet kurulduğundan bu yana her türlü rejim denendi. Tek adam rejimleri, askeri idareler, battal parlamenter demokrasiler. Genellikle de uygulamaya konan politikalar milliyetçi/ulusalcı, dinci ve kısa sürelerle de olsa üçüncü dünya ülkelerinde sık sık rastlanmış bulunan milliyetçi sol politikalar olmuştur. 100 yıllık Cumhuriyet boyunca belki de tek denenmeyen gerçek bir sosyal demokrasidir. Önümüzdeki yıllarda ya CHP’nin köklü bir değişimden geçerek HDP-YSP dahil diğer sol partilerle ortak bir program üzerinde çalışması ve bu arada içindeki ulusalcı kanatın kalan kısımlarını ayıklaması ya da CHP’nin tamamen dağılarak yepyeni sosyal-liberal ağırlıklı bir partinin ortaya çıkması gerekmektedir.

Ukrayna savaşı nasıl biter?

Putin’in hedefi şüphesiz Ukrayna’yı koşulsuz teslime götürmekti. Ancak bu hedefine ulaşamadı. Bundan sonra da ulaşması şüpheli gözükmektedir. Ukrayna’nın da Rusya’yı muharebe meydanında tamamen yenmesi de olasılıklar arasında bulunmuyor. Gerçi Putin’in yarattığı canavar Wagner’in lideri onun en yakını Yevgeny Prigojin’in ona başkaldırması ve Putin’in tahtını korumak için sabah hıyanetle suçladığı ve en şiddetli cezalarla tehdit ettiği Prigojin ve Wagner’i akşam affetmek mecburiyetinde kalması gücünün o kadar büyük olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla savaşın kısa bir zaman içinde bitmesi pek beklenmemelidir. Putin’in hesabı 2024 yılında ABD’de yapılacak başkanlık seçimlerini Trump’ın veya onun bir karbon kopyası gibi gözüken Florida Valisi DeSantis’in kazanması halinde Ukrayna silahlı kuvvetlerini ayakta tutan ABD yardımının kesilmesini beklemek olduğu açıktır.

Orta Doğu’da dengeler: Çin faktörü

Çin muhakkak ki dünyanın başka bölgelerine açıldığı gibi Orta Doğu’ya açılmaktadır. Dünyanın ikinci -bazı hesaplara göre de en büyük- ekonomik gücü ve en azından şimdilik çok büyük bir sermaye fazlası üreten bu ülkenin bu gücünü kullanmaması, enerji bağımlılığının bu kadar yüksek olduğu bölgeye sırt çevirmesi pek beklenemezdi. Kaşıkçı cinayetinden ve Biden iktidara geldikten sonra ABD ile ilişkileri limonileşen Suudi Arabistan ve demokrasi söyleminden pek hoşnut olmayan diğer Körfez ülkelerinin ABD’ne nispet olarak Çin’e dönmeleri de pek anormal sayılmaz. Ancak bölge sorunlarına yabancı, askeri mevcudiyeti sınırlı Çin’in en azından gözle görülebilir bir zaman diliminde bölgede etkin bir aktöre dönüşmesini ve özellikle ABD’nin konumunu tehlikeye düşürecek bir güce sahip olacağını düşünmek pek doğru olmaz.

Yeni bir dış politika mümkün mü?

Dışişleri ve İçişleri Bakanlıklarında yapılan değişiklikler üslup konusunda bir değişiklik olacağını düşündürüyor. Her iki eski bakan kavgacı ve hırçın davranış ve söylemleriyle ün salmışlardı. Özellikle Dışişleri eski Bakanı Çavuşoğlu bu tarzını sadece yabancı muhataplarına değil içeride kendi memurlarına da uyguluyordu. Dışişleri Bakanlığında pek yaygın bir alışkanlık olmamasına rağmen bir çok kişi bu davranışa dayanamayıp istifa etmek durumunda kalmıştı. Yeni Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın devri teslim töreninde ve sonrasında attığı ilk twitte Dışişleri Bakanlığı görevlilerinden övgü ile bahsetmiş olması bunun ilk işaretlerindedir muhtemelen.

Vize sorunu çözülebilir mi?

Ne yazık ki vize derdinin arkasında yatan ilticacı sorununun kısa dönemde çözümlenmesini beklemek yanlış olur. Türkiye ile Şengen ülkeleri arasında vize diyaloğunun başladığı 2015 yılında ülkemiz çıkışlı mülteci sayısı yılda 5000’in altında idi. İltica talebinde bulunanların büyük çoğunluğu da geri çevrilebiliyordu zira Türkiye’deki insan hakları durumu çok kötü değildi. 2022 yılı sonu itibariyle yıllık 50.000’i geçmiştir. Ülkemiz Suriye, Afganistan ve Venezuela’dan sonra Avrupa ülkelerine ilticacı gönderen ülkeler sıralamasında dördüncülüğe ulaşmıştır. Türkiye’den vize müracaatında bulunan herkese potansiyel mülteci gözüyle bakmasına şaşmamak lazım. Yeni kurulan kabineden dış politikanın temel yönelimlerinde bir değişiklik beklemek doğru olmayacaktır. Zira dış politika hedeflerini bakanlar değil, saray tespit etmektedir. Ancak İçişleri ve Dışişleri Bakanlıklarına yapılan atamalar en azından üslubun değişeceğinin işareti sayılabilir. Yeni Dışişleri Bakanının saatleri geri çevirerek bundan 12 yıl önce AB Komisyonunun önerdiği ancak o zamanki selefinin elinin tersiyle ittiği “yol haritasını” gündeme getirmesi çok iyi olur.

Taç giyme töreni

Londra’daki törende en fazla dikkatimi çeken yağmurun altında sabırla saatlerce bekleyen neşeli kalabalıktan başka, törende Hindu dinine mensup Hint asıllı Başbakan Sunak’ın İncilden bir bölüm okuması, inançlı bir Müslüman olan Pakistan asıllı İskoçya Başbakanı Hamza Yusuf’un İskoçya milli kıyafetiyle törene katılması, Afrikalı Amerikalıların geleneksel dini Gospel şarkılarından seçmeler söyleyen bir koronun mevcudiyeti olmuştur diyebilirim. Kralın içtiği ant belki bin yıldır değişmemişti.

Çin ve dünya

Seçimleri izlemek için ülkemize gelen Avrupalı bir gazeteciyle Pazar günü yaptığım görüşmede, Sayın Kılıçdaroğlu’nun demecinin Economist dergisinde yayınlanan makalesinden çok farklı olduğunu, Çin ile ilişkiler için kullandığı ifadelerin gerçek görüşleri hakkında tereddüt uyandırdığını söyledi. Ben de kendi tecrübelerime dayanarak siyasilerin gerçek görüşlerinin genelde başkaları tarafından yazılmış olan metinlerde değil, ağzından çıkan sözlerde yer aldığını, bu bakımdan Sayın Kılıçdaroğlu’nun pek gerçekçi bulmadığım demecindeki görüşlerin iktidara gelmesi halinde değişeceğini ümit ettiğim cevabını verdim.

Kaçırılan fırsatlar

Bu yazımda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday ülke ilan edildiği 1999 yılı ile üyelik müzakerelerine başladığı 2005 yılı arasında -ki bu dönem 2004 yılında Kıbrıs’ın AB üyeliğiyle eş zamanlıdır- geçen yıl kaybettiğimiz Dışişleri eski Bakanı İlter Türkmen’in bu konulara ayırdığı 140 kadar yazının ana fikirlerini, mümkün olduğu kadarıyla kendisini konuşturmak suretiyle özetlemeye çalışacağım. Ne yazıktır ki yüzlerce yazı ile ülkemizin o zamanlar en çok okunan gazetelerinin birinde bıkmadan usanmadan yaptığı uyarıları dinlemek iktidar ve muhalefet, sivil ve askeri bürokrasi dahil pek kimsenin işine gelmemişti.

Dünya dönüyor

Seçime üç hafta kaldı ve beklendiği gibi dışımızdaki dünyaya karşı zaten zayıf olan ilgimiz daha da azaldı. Fakat dünya yine de dönüyor ve kamu oyumuz ile medyamız başka meşgalelerden dolayı onlara pek odaklanamasa bile her yerde bizi doğrudan veya dolaylı bir şekilde etkileyen bir şeyler oluyor.

Seçimler ve AB ile ilişkiler

Bu yazıda iktidar değişikliğinin AB ile ilişkilerimizi ne şekilde etkileyebileceğini irdelemeye çalışacağım. Tabii iktidar değişmezse Türkiye ile AB birbirlerinden gittikçe uzaklaşmaya devam edecek ve ilişkiler tamamen kopmasa dahi artık bütünleşme hedefi ve ortaklık ilişkisi zaman içinde tamamen kaybolacaktır. Zaten iktidarın yeniden seçilmesi, Batı’da, halkın çoğunluğunun böyle bir hedefi olmadığının ve ülkemizin geri dönüşü olmayacak şekilde İslamlaşmakta olduğunun göstergesi olarak okunacaktır.

Otoriter rejimler nasıl sona erer?

Otoriter rejimlerin barışçıl ve demokratik yollarla sonlandırılması çok zordur. Eşyanın tabiatı gereği, bu rejimler toplumun haberleşme imkanlarını tamamen ellerinin altında tutmakta, seçim yarışlarının adil ve serbest olmasını engellemektedir. Ülkemizdeki 14 Mayıs 1950 seçimleri, mağlubiyet, liderin ölümü ve halk ayaklanmaları dışında bir otoriter rejimin barışçıl yollarla sonlandırılmasının nadir örneklerinden birini, belki de yegane örneğini teşkil etmektedir. Umarım ki 14 Mayıs 2023 seçimleri de ikinci örneği teşkil eder.

Liderlerin yargılanması

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Putin hakkında çıkardığı tutuklama kararı ülkemizde pek dikkat çekmemiştir. Medyadaki Rus ve Putin sevdalıları konuyu istihza ile karşılamışlar, başkaları ise bu yargılamanın pratikte sürdürülemez olduğunu söylemişlerdir. Mevcut şartlarda bu doğrudur tabii. Birleşmiş Milletlerin Putin’i gidip Kremlin’de tutuklayıp yargılanmak için Lahey’e götürecek hali yoktur. Yine de Putin’in çok rahat olduğunu söylemek mümkün değildir.

IMF öcü mü?

Türkiye’de IMF karşıtları arasında sadece sol değil, AKP, hatta görebildiğim kadarıyla iktidar karşıtı muhalefet de var. İktidar ve AKP yanlılarının IMF karşıtlığı bir ölçüde anlaşılır. Türkiye yeniden IMF ile masaya oturacak olsa, saraylar, özel uçaklar, müşterisi yetersiz köprüler, havaalanları vs sorgulanmaya ve hatta önlenmeye başlayacaktır. Dolayısıyla iktidarın bundan hoşlanmaması ve konuyu bir milli gurur meselesi haline getirmeye çalışmış olması şaşırtıcı değildir.

Freedom House raporu: Türkiye yine özgür olmayan ülke kategorisinde

Rapora göre ülkemiz pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde “hür olmayan” kategorisindeki 57 ülkeden birisidir. Aslında bu kategoride ekonomisi gelişmiş hiçbir ülkeye rastlanmadığı ve ezici çoğunluğun Orta Doğu, Rusya ve Avrasya ile Afrika’nın önemli sayıdaki ülkelerinden oluştuğu görülmektedir. Ekonomik kalkınma düzeyi ile ülkelerin demokrasi ve hukuk alanlarındaki performansları arasında direkt bir bağ olduğu birçok başka yerlerde görüldüğü gibi bu raporda da çarpıcı bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Uzlaşı kültürü ve biz

40 yıl süren meslek hayatımda ve sonrasında temel dış politika sorunlarımızın hiçbirinde çözüme ulaşamamızın nedeni taviz kavramının bizde bir zaaf alameti olarak görülmesidir diyebilirim. Oysa hiçbir müzakere bir tarafın bütün istediklerini aldığı, diğer tarafın da istediği hiçbir şeyi alamadığı bir sonuçla bitmez. Bu tür durumlar kaybedilen savaşlar sonrasında kazananın kaybedene zorla kabul ettirdiği mütareke koşullarında görülür ancak.

AB-NATO-Türkiye-Kıbrıs

Türkiye NATO’dan ve Avrupa savunma sistemindeki geleneksel rolünden uzaklaştıkça yerini Güney Kıbrıs almaktadır. Konunun deprem felaketinden önce dahi tartışılmaması hatta muhalefet tarafından da gündeme getirilmemiş olması en azından bende hayret uyandırmıştır.