Halil Berktay

Devrim, darbe, demokrasi

Güncel notlar: Muktedir medyada, insan hakları savunucularını karalama yayınlarını hayretle izliyorum. En ufak bir kanıt yok. Sadece şu mantık var (buna mantık denebilirse): “İnsan hakları ihlallerine ilişkin raporlar hazırlıyorlar; [öyleyse] muhalif çevrelerle ilişki içindeler; [öyleyse] dış dünya ile de irtibatlılar; [öyleyse] kitlesel muhalefet zeminini genişletip hükümeti devirmeye yönelik bir casusluk komplosunun içinde yer alıyorlar.”

15 Temmuz’a ilişkin bazı temel soru ve sorunlar

Güncel notlar: İnsan hakları savunucularının gözaltına alınması ve tutuklanmasına; günlerce OHAL’i de aşan uygulamalara maruz bırakılmasına; hükümet medyasınca rastgele kriminalize edilmesine toptan karşıyım. Terörle ve terörist örgütlerle ilişkilerine dair en küçük bir delil olmadığı kanısındayım. Almanya ve Avrupa ilişkilerimizin tamamen bozulmasını büyük bir endişeyle izliyorum. AK Parti’nin yaptırdığı söylenen bir ankette, AKP tabanında Adalet Yürüyüşü ve mitingine desteğin yüzde 35, Türkiye’de adaletsizliğin yoğun olarak mevcut olduğu kanaatinin ise yüzde 50 çıkmasını ise çok ilginç buluyorum. Bunları kaydediyor ve 15 Temmuz’u yazmaya devam ediyorum.

“İki Türkiye”yi aşma çabasında, 15 Temmuz’a ilişkin entelektüel bir konsensüs arayışı

Herkes darbeye de, FETÖ’ye de karşı mı gerçekten? Bir kısım sol aydınlarda veya üst düzey CHP’lilerde, “elbette karşıyız”ı görüyor ve duyuyorum da, kendi insiyatifleri ve sözcükleriyle, tam olarak ne olduğuna dair özerk bir anlatıya, kendi bağımsız darbe ve FETÖ tahlillerini rastlayamıyorum. AK Parti kanadı ise belirli klişeler üzerinden daha çok duygulara sesleniyor. Her iki tarafta, öncelikle akla hitap eden, analitik, soğukkanlı -- ve bu özellikleri sayesinde birleştirici bir 15 Temmuz “güncel tarih” anlatımı bulamıyorum.

Hem 9, hem 15 Temmuz (ya da, “her iki Türkiye”yi kucaklamak)

Evet, CHP’nin Adalet Yürüyüşünün “provokasyon” diye suçlanmasını fevkalâde yanlış bulduğum gibi, daha birçok eleştirim de var zaten AKP iktidarına. Ama bu eleştirileri sürekli dile getiriyor olmam, 15 Temmuz darbesinin yenilgisini ve halkın direniş zaferini yürekten kutlamama engel olabilir mi? Bırakalım kutlamayı. Benim bir vatandaş ve bir tarihçi olarak, 15 Temmuz’un doğrusunu anlatmak diye bir sorumluluğum yok mu, icabında dünyaya karşı?

Sıra Türkiye’de; kendi ahlâkını şiddet yetkisine dönüştürenlerde

Ne demek, “toplumdan gelen yaygın tepkiler”in, kamu makamlarını anayasal bir hakkın kullanılmasını yasaklamaya sevkedebilmesi? LGBTİ yürüyüşüne karşı alınan tavrın, krikette Pakistan’ı tutan seyircilerin tutuklanmasından, ya da Hinduların Müslümanları sığır eti yiyor diye linç etmesinden, ya da sokakta kılığını dekolte bulduğun kadını bıçaklamaktan ne farkı var? Hepsinde ortak yan, kendi inancı ve/ya değer yargılarını mutlak doğru saymak; başkalarının özgürlüğünün başladığı yeri yok saymak; kendi özgürlüğünün orada bitmesi gerektiğini kabul edememek.

Yer kavgası mı, din kavgası mı?

Bu sefer sahne, ülkenin kuzeyindeki Haryana eyaletinde yerel bir tren. Tarih 22 Haziran Perşembe (tesadüf, Hindistan-Pakistan kriket maçından sadece dört gün sonrası). Dört genç Müslüman kardeş, yaklaşan Ramazan Bayramı için şehre inip alışveriş yapmış, evlerine dönüyor. Yirmi kişilik eli bıçaklı bir Hindu grubunun saldırısına uğruyorlar. 15 yaşındaki Junaid Khan (Cüneyd Han) bıçaklanıp öldürülüyor. Üç kardeşi yaralanıyor.

Krikette tezahürattan, “yıkıcılık”tan tutuklanmaya

Bugün aşırı milliyetçi bir partinin iktidarda olduğu Hindistan’ın geçmişten kalma “yıkıcılık ve halkı isyana teşvik” (sedition) yasası, çok ağır bir yasa. Uluslararası alanda çok kötü bir şöhreti var. Türkiye’nin askerî-bürokratik vesayet dönemindeki şekliyle “terörle mücadele” yasasını, TCK’nın 312. maddesini veya “Türklüğü kötüleme” hükümlerini hatırlatıyor.

Bir yanda J. S. Mill, diğer yanda Suudiler

  Dünden söylemiştim; John Stuart Mill’in liberal demokratik düşüncenin en büyük klasiklerinden sayılan Özgürlük Üzerine’sinden (1859; On Liberty) bazı kritik  alıntıları şimdilik sadece aktarıyorum,...

Bağnazlık ve özgürlük

Nasıl bir hırsızın cüzdanınızı çalma arzusu ile sizin yasal sahibi olduğunuz cüzdanınızı çaldırmama arzunuz aynı kefeye konamazsa, herhangi bir kişinin kendi görüşüne bağlılığı ile başka birinin bu görüş ve bağlılıktan alınıp rencide olması da aynı şey değildir.

Satırbaşları

Bu yazının kendisi sırf spot ve vinyetlerden ibaret. Çaresiz, tamamını okuyacaksınız. Ayrıca özetlenebilirliği, manşet altına çıkarılabilecek bir yanı yok.

Berberoğlu’nun mahkûmiyeti ve tutuklanmasına karşı çıkmak, MİT tırları komplosuna destek anlamına mı geliyor?

Bana göre, beş veya altı tane farklı sorunu yanyana koyup, toplayıp tek bir sorun haline getirmekle hiçbir yere varılamaz. Cengiz Kapmaz’ın da karşı olduğu ve endişe duyduğunu söylediği politik kutuplaşma hali, bu tür toptancılıklarla sadece büyür ve tırmanır. Buna karşılık sorunları küçük küçük dilimleyip ayrıştırmak, anlaşmazlık noktalarını lokalize ve minimize etmeye yarar.

Tarihe bir not: Erdoğan, Demirel’i yanlış biliyor

Gazeteci ve CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun 25 yıla mahkûm edilip derhal tutuklanarak cezaevine konmasının, Kemal Kılıçdaroğlu’nun da buna karşı Ankara’dan İstanbul’a bir “Adalet” yürüyüşü başlatmasının sarsıntısı epey sürecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son iki konuşması, çeşitli yönleriyle tartışmaya açık. Şimdilik niyetim sadece bir bilgi yanlışını düzeltmekle sınırlı.

Suriye’den Barzani’ye, dış siyasette ortaklık ve empati sorunu

Özetlersek (1) iki büyük güç olarak ABD ve Rusya, Türkiye’yi gerek Irak’tan, gerek Suriye’den, yani aslında Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesi sürecinden tümüyle dışlamak niyetinde. (2) Keza aşikâr ki PYD/YPG’ye yaslanışları güçlenerek sürecek. Çünkü o coğrafyada Türkler yok, Kürtler var. (3) Türkiye ise ortak veya potansiyel ortaklarını hiç düşünmeyen, kazan-kazan anlayışından uzak bir soğukluk içinde. Herkese kızarak, herşeye olmazlanarak tehlikeli bir yalnızlığa sürükleniyor.

Trump’ı Erdoğan’ın yerine koymamak

Her demokrasinin seçimlerin ve parlamentoların yanı sıra başka hukuk kurumlarına da ihtiyacı vardır. Dolayısıyla halkın iradesinin ifade bulmasını tamamlayan her kurum bir tür vesayet gibi görülemez. Amerika’da söz konusu kurumlar, Türkiye’deki gibi askerî-bürokratik (ve demokrasiyi içermeyen) bir modernizasyonun ürün ve araçları olarak ortaya çıkmadı. Doğrudan doğruya demokrasi sürecinin bir parçası ve sonucu olarak hayat buldu.

Trump’a yakın durmamak

Yazamadığım haftalarda aldığım notların önemli bir bölümü Trump… Trump ve Ortadoğu… Trump ve Avrupa… Trump ve Türkiye konularıyla ilgiliydi. Dünkü İngiltere seçimleri yorumumun ardından, bizde Brexit gibi Trump’a da bağlanan yanlış umutlar ve sahte iyimserliklerle devam ediyorum.

Brexit’ten son İngiltere seçimlerine

Geçtiğimiz haftalarda iş çokluğundan pek yazamadım ama izledim, gözledim ve hayli de not biriktirdim. Şimdi bunlardan kısa kısa makaleler türetiyorum. Güncellikten başlayacak ve oradan gerilere, arkada kalan bazı olayların düşündürdüklerine döneceğim.

Ahmet Arif’ten, başkasının “dava”sına mektuplar

Diyarbakır’dan bir aşk ve aşk mektupları öyküsünü de Ahmet Arif anlatmıştı yıllar yıllar önce. Meğer dün ölümünün 26. yıldönümüymüş.

Üç ay önce bir panelde söylediklerim

“Modern bir cumhuriyet ve çağdaş bir demokrasi, ne genel olarak vatandaşlarının, ne ilk-orta-yüksek öğrenimdeki çocuk ve gençlerinin herhangi bir “izm”e bağlı olmasını; ezeli ve ebedi bir Atatürkçülük projesi ve ideolojisine bağlı kalmasını isteyemez. Hem çağdaş eleştiriye açık evrensel dimağlar olacak (faraza YÖK yasası öyle diyor), hem de Atatürkçülük dersi ve dolayısıyla herkesin Atatürkçü olması talebi! Bu ikisi yan yana olamaz. Palavradır. Mümkün değildir.”

Batırdı mı, kurtardı mı?

“Toprak bir kâsedir / çömlekçinin rafında tâcidar, / ve zafer yazıları / yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin...”

Napolyon

Paradoksa bakın ki Fransız Devrimi, bir yandan Paris’in Bastille’i zapteden ve (kadınlarıyla) Versaille’a yürüyüp kral ile kraliçeyi kente dönmeye zorlayan “sansculotte”larını (baldırı çıplaklarını), diğer yandan da onları hizaya sokup “Marseillaise”in müziğiyle uygun adım yürüten Napolyon gibi bir lideri sahneye çıkardı. Gerçekten benzersiz miydi? Ya da, tam ne kadar benzersizdi? Bütün büyük adamlar için sorulabilecek bu soruyu, bir bakıma Plehanov cevaplandırıyor.

Buyurun size katıksız bir “Pirus zaferi”

Bu yılın başlarında, 5-6 Ocak 2017’de yazdığım bir yazı, bu köşede 7 Ocak’ta yayınlanmış: “‘Pirus zaferi’ (ve Helenistik Çağ üzerine notlar).” Siyasî uzlaşmazlık ve çatışmacılığın yol açabileceği felâketler, illâ darbe kılığına bürünmeyebilir demişim. Epir (Epiros) krallığının ve Pirus’un (Pyrrhus) serüvenini, “kifayetsiz ihtiras”lara, “kırk akıllının çıkaramadığı taşlar”a veya “astarı yüzünden pahalı” projelere örnek göstermişim. İÖ 280 Heraklea ve İÖ 279 Asculum muharebelerindeki muazzam kayıplarından sonrakendisini kutlayan birine, Kral Pirus’un “Romalılara karşı böyle bir zafer daha kazanırsak, bu bizim sonumuz olacak” diye cevap verdiğini aktarmışım.

Nazi dehşeti (2) nasıl motive oldu ve örgütlendi; neler yaptı-yaşattı

Gene bir resimle başlayalım. Evvelsi gün, Varşova Gettosu Ayaklanması’ndan son teslim olanları görmüştük, gaz odalarında can verecekleri Treblinka’ya, Majdanek’e ve diğer kamplara sevk noktasına yürürken. Yukarıda ise onları öldüren ve ölüme gönderenler, yanan blok apartmanların önünde poz vermiş, gene meçhul bir SS kameramanına.

Nazi dehşeti (1) Avrupa’nın çektikleri, Türkiye’nin (ve ABD’nin) çekmedikleri

Tarih bilmek önemlidir kuşkusuz. Karmaşıklığını, çok katmanlılığını bilmek önemlidir. Bir takım olay ve tarihleri ezberden sıralamak değildir burada mesele. Lâf yetiştirmek, “öteki”nin cemaziyülevvelini hatırlatmak, nisbet vermek de değildir. Asıl kritik nokta, tarih içinde varolan insanları hissedebilmek, insanlığın yaşadıklarını paylaşabilmektir.

İyi ki hatırlattı

Birkaç ay önce Pretoria’da da söylemiştim: “The AKP is its own best bet.” Muhalefetten hiçbir umut yok. CHP düşünsel bir sıfır. Türkiye’nin demokratikleşme serüveninin kaderi, gene ülkenin Müslüman çoğunluğuna bağlı.

Tek Parti ve Faşizm/Nazizm sorunu

Bugün, Türkiye’den farklı olarak Avrupa’nın Faşizm ve Nazizm ile doğrudan yüzyüze geldiğini; olanca kahrını çektiğini, en feci uygulamalarına maruz kaldığını ve neredeyse Nazizm yüzünden ölmeye yattığını yazacaktım. Faraza Almanya ve Hollanda gibi ülkeleri Nazizmle suçlamak, gerçeklere uymamasının ötesinde, bu açıdan da özel bir duyarsızlık oluşturuyor. “Biz Faşizmi ve Nazizmi görmedik, ama...” diye başlamıştım ki, durup yutkunmak ihtiyacını duydum. Bu da tam doğru muydu? Gerçeği sağlıklı bir şekilde mi yansıtıyordu?

Hukuk devleti varsa, Faşizm ve Nazizmden söz edilemez

Almanya, Hollanda ve bir bütün olarak AB’nin temel gerçekliği, düzenli yürüyen hukuk devletleri. Bu hukuk devletinin şemsiyesi altında, çok-sesli, çok-kültürlü bir düşünce, ifade, bilim ve yaratıcılık özgürlüğü barınıyor. Gene bu sayede ve aynı çatı altında, keza çok-sesli, çok-partili bir ideo-politik hayat yer alıyor. Çok geniş bir propaganda ve örgütlenme özgürlüğü, merkezden çepere (Federal Almanya’da eyaletlere, her iki ülkede geniş yetkilere sahip yerel yönetimlere) uzanıyor. Bu koşullarda Faşizm ve Nazizm suçlamaları hayli abes kaçıyor, anlaşılmaz hale geliyor.

Faşizm ve Nazizmin esası, gerçek çehresi

Demokrasi, bütün siyasal rakiplerle, hukuk devleti ölçüleri içinde yarışarak varolmayı gerektirir. Oysa ister İtalyan ister Alman varyantıyla Faşist akımlar için demokrasi, tam da bu yüzden yanlış ve kötü. Faşizmin esası, bütün o diğer güçleri şiddet yoluyla yoketmek. Ama bu demokrasi içinde yapılamıyacağından, aynı zamanda (milletin bölünmesinden kurumsal olarak sorumlu tutulan bir kalıp veya kurum hüviyetiyle) demokrasiyi de şiddet yoluyla yoketmek. Üstelik Faşizm yarım yamalak değil son derece radikal, bu konuda. Toptan yıkmak, kırmak ve ezmek, Faşizmin ancak iktidara geldikten sonraki değil, daha başından itibaren tâyin edici bir yönelimi.

19. yüzyıl sonu proto-faşizminden, 1930’ların Faşizmi ve Nazizmine

22 Mart’taki bir konuşmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB’ye hitaben “Böyle devam ederseniz, dünyanın hiçbir yerinde hiçbir Batılı sokağa adım atamaz!” dediğini, bu yazı üzerinde çalışırken okudum. Önce “The Independent”da ve CNN’de İngilizcesiyle karşılaştım; gerçek olmamasını umdum; içimden, yanlış çeviri olmasını diledim; fakat sonra maalesef Türkçe orijinaline ulaştım. Kanımca bu, “Nazizm” hatâsını da çok aşan bir şey. Gene de başladığım işi sürdürüp bitirmeye uğraşıyorum.

“Katı olan herşey buharlaşıp havaya karışırken…”

Şimdi bu nedir? Giderek tırmandırılan bir İslamofobi ve Türkofobinin yeni basamağı mı? Referandumda “evet” toplantılarına izin vermemekle başlayan krizde, temelde haksızken bir yolunu bulup üste çıkma çabası mı? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meydan okuyuşu ve özellikle “Nazizm” suçlamasının intikamı mı? Almanya’nın (ve genel olarak Batının) ideo-politik cephaneliğinde Türkiye’ye karşı kullanılabilecek bu tür daha pek çok silâh bulunduğunun hatırlatılması mı? Yeni bir kuşatma ve taarruz dalgasının işaret fişeği mi?

Türkiye, Faşizmi ve Nazizmi tanıyor mu? Erdoğan, Faşizmi ve Nazizmi tanıyor mu?

Faşizm, zaman içinde Nazizme özgü (veya en fazla Nazizmle temayüz eden) bazı karakteristiklere indirgeniyor: yabancı düşmanlığı, aşırı milliyetçilik, farklı fikir tanımazlık, “öteki”lere tahammülsüzlük... Bir adım ötede, herhangi bir aşırı sağcılık belirtisini; demokrasi ve insan haklarına ilişkin her türlü eksiklik, güdüklük, çifte standartlılık veya ikiyüzlülüğü; bütün otoritarizm eğilim veya belirtilerini kestirmeden Faşizm ve Nazizm sayma eğilimi başgösteriyor. Oysa bunlar işin özü değil. Faşizmin ve daha çok da Alman Nazizminin bazen bahaneleri, bazen parçacıkları, bazen semptomları, dış göstergeleri. Temelde ise hukuk devletinin yokluğu yatıyor.