Halil Berktay

Brexit’ten son İngiltere seçimlerine

Geçtiğimiz haftalarda iş çokluğundan pek yazamadım ama izledim, gözledim ve hayli de not biriktirdim. Şimdi bunlardan kısa kısa makaleler türetiyorum. Güncellikten başlayacak ve oradan gerilere, arkada kalan bazı olayların düşündürdüklerine döneceğim.

Ahmet Arif’ten, başkasının “dava”sına mektuplar

Diyarbakır’dan bir aşk ve aşk mektupları öyküsünü de Ahmet Arif anlatmıştı yıllar yıllar önce. Meğer dün ölümünün 26. yıldönümüymüş.

Üç ay önce bir panelde söylediklerim

“Modern bir cumhuriyet ve çağdaş bir demokrasi, ne genel olarak vatandaşlarının, ne ilk-orta-yüksek öğrenimdeki çocuk ve gençlerinin herhangi bir “izm”e bağlı olmasını; ezeli ve ebedi bir Atatürkçülük projesi ve ideolojisine bağlı kalmasını isteyemez. Hem çağdaş eleştiriye açık evrensel dimağlar olacak (faraza YÖK yasası öyle diyor), hem de Atatürkçülük dersi ve dolayısıyla herkesin Atatürkçü olması talebi! Bu ikisi yan yana olamaz. Palavradır. Mümkün değildir.”

Batırdı mı, kurtardı mı?

“Toprak bir kâsedir / çömlekçinin rafında tâcidar, / ve zafer yazıları / yıkılmış duvarlarında Keyhüsrevin...”

Napolyon

Paradoksa bakın ki Fransız Devrimi, bir yandan Paris’in Bastille’i zapteden ve (kadınlarıyla) Versaille’a yürüyüp kral ile kraliçeyi kente dönmeye zorlayan “sansculotte”larını (baldırı çıplaklarını), diğer yandan da onları hizaya sokup “Marseillaise”in müziğiyle uygun adım yürüten Napolyon gibi bir lideri sahneye çıkardı. Gerçekten benzersiz miydi? Ya da, tam ne kadar benzersizdi? Bütün büyük adamlar için sorulabilecek bu soruyu, bir bakıma Plehanov cevaplandırıyor.

Buyurun size katıksız bir “Pirus zaferi”

Bu yılın başlarında, 5-6 Ocak 2017’de yazdığım bir yazı, bu köşede 7 Ocak’ta yayınlanmış: “‘Pirus zaferi’ (ve Helenistik Çağ üzerine notlar).” Siyasî uzlaşmazlık ve çatışmacılığın yol açabileceği felâketler, illâ darbe kılığına bürünmeyebilir demişim. Epir (Epiros) krallığının ve Pirus’un (Pyrrhus) serüvenini, “kifayetsiz ihtiras”lara, “kırk akıllının çıkaramadığı taşlar”a veya “astarı yüzünden pahalı” projelere örnek göstermişim. İÖ 280 Heraklea ve İÖ 279 Asculum muharebelerindeki muazzam kayıplarından sonrakendisini kutlayan birine, Kral Pirus’un “Romalılara karşı böyle bir zafer daha kazanırsak, bu bizim sonumuz olacak” diye cevap verdiğini aktarmışım.

Nazi dehşeti (2) nasıl motive oldu ve örgütlendi; neler yaptı-yaşattı

Gene bir resimle başlayalım. Evvelsi gün, Varşova Gettosu Ayaklanması’ndan son teslim olanları görmüştük, gaz odalarında can verecekleri Treblinka’ya, Majdanek’e ve diğer kamplara sevk noktasına yürürken. Yukarıda ise onları öldüren ve ölüme gönderenler, yanan blok apartmanların önünde poz vermiş, gene meçhul bir SS kameramanına.

Nazi dehşeti (1) Avrupa’nın çektikleri, Türkiye’nin (ve ABD’nin) çekmedikleri

Tarih bilmek önemlidir kuşkusuz. Karmaşıklığını, çok katmanlılığını bilmek önemlidir. Bir takım olay ve tarihleri ezberden sıralamak değildir burada mesele. Lâf yetiştirmek, “öteki”nin cemaziyülevvelini hatırlatmak, nisbet vermek de değildir. Asıl kritik nokta, tarih içinde varolan insanları hissedebilmek, insanlığın yaşadıklarını paylaşabilmektir.

İyi ki hatırlattı

Birkaç ay önce Pretoria’da da söylemiştim: “The AKP is its own best bet.” Muhalefetten hiçbir umut yok. CHP düşünsel bir sıfır. Türkiye’nin demokratikleşme serüveninin kaderi, gene ülkenin Müslüman çoğunluğuna bağlı.

Tek Parti ve Faşizm/Nazizm sorunu

Bugün, Türkiye’den farklı olarak Avrupa’nın Faşizm ve Nazizm ile doğrudan yüzyüze geldiğini; olanca kahrını çektiğini, en feci uygulamalarına maruz kaldığını ve neredeyse Nazizm yüzünden ölmeye yattığını yazacaktım. Faraza Almanya ve Hollanda gibi ülkeleri Nazizmle suçlamak, gerçeklere uymamasının ötesinde, bu açıdan da özel bir duyarsızlık oluşturuyor. “Biz Faşizmi ve Nazizmi görmedik, ama...” diye başlamıştım ki, durup yutkunmak ihtiyacını duydum. Bu da tam doğru muydu? Gerçeği sağlıklı bir şekilde mi yansıtıyordu?

Hukuk devleti varsa, Faşizm ve Nazizmden söz edilemez

Almanya, Hollanda ve bir bütün olarak AB’nin temel gerçekliği, düzenli yürüyen hukuk devletleri. Bu hukuk devletinin şemsiyesi altında, çok-sesli, çok-kültürlü bir düşünce, ifade, bilim ve yaratıcılık özgürlüğü barınıyor. Gene bu sayede ve aynı çatı altında, keza çok-sesli, çok-partili bir ideo-politik hayat yer alıyor. Çok geniş bir propaganda ve örgütlenme özgürlüğü, merkezden çepere (Federal Almanya’da eyaletlere, her iki ülkede geniş yetkilere sahip yerel yönetimlere) uzanıyor. Bu koşullarda Faşizm ve Nazizm suçlamaları hayli abes kaçıyor, anlaşılmaz hale geliyor.

Faşizm ve Nazizmin esası, gerçek çehresi

Demokrasi, bütün siyasal rakiplerle, hukuk devleti ölçüleri içinde yarışarak varolmayı gerektirir. Oysa ister İtalyan ister Alman varyantıyla Faşist akımlar için demokrasi, tam da bu yüzden yanlış ve kötü. Faşizmin esası, bütün o diğer güçleri şiddet yoluyla yoketmek. Ama bu demokrasi içinde yapılamıyacağından, aynı zamanda (milletin bölünmesinden kurumsal olarak sorumlu tutulan bir kalıp veya kurum hüviyetiyle) demokrasiyi de şiddet yoluyla yoketmek. Üstelik Faşizm yarım yamalak değil son derece radikal, bu konuda. Toptan yıkmak, kırmak ve ezmek, Faşizmin ancak iktidara geldikten sonraki değil, daha başından itibaren tâyin edici bir yönelimi.

19. yüzyıl sonu proto-faşizminden, 1930’ların Faşizmi ve Nazizmine

22 Mart’taki bir konuşmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB’ye hitaben “Böyle devam ederseniz, dünyanın hiçbir yerinde hiçbir Batılı sokağa adım atamaz!” dediğini, bu yazı üzerinde çalışırken okudum. Önce “The Independent”da ve CNN’de İngilizcesiyle karşılaştım; gerçek olmamasını umdum; içimden, yanlış çeviri olmasını diledim; fakat sonra maalesef Türkçe orijinaline ulaştım. Kanımca bu, “Nazizm” hatâsını da çok aşan bir şey. Gene de başladığım işi sürdürüp bitirmeye uğraşıyorum.

“Katı olan herşey buharlaşıp havaya karışırken…”

Şimdi bu nedir? Giderek tırmandırılan bir İslamofobi ve Türkofobinin yeni basamağı mı? Referandumda “evet” toplantılarına izin vermemekle başlayan krizde, temelde haksızken bir yolunu bulup üste çıkma çabası mı? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meydan okuyuşu ve özellikle “Nazizm” suçlamasının intikamı mı? Almanya’nın (ve genel olarak Batının) ideo-politik cephaneliğinde Türkiye’ye karşı kullanılabilecek bu tür daha pek çok silâh bulunduğunun hatırlatılması mı? Yeni bir kuşatma ve taarruz dalgasının işaret fişeği mi?

Türkiye, Faşizmi ve Nazizmi tanıyor mu? Erdoğan, Faşizmi ve Nazizmi tanıyor mu?

Faşizm, zaman içinde Nazizme özgü (veya en fazla Nazizmle temayüz eden) bazı karakteristiklere indirgeniyor: yabancı düşmanlığı, aşırı milliyetçilik, farklı fikir tanımazlık, “öteki”lere tahammülsüzlük... Bir adım ötede, herhangi bir aşırı sağcılık belirtisini; demokrasi ve insan haklarına ilişkin her türlü eksiklik, güdüklük, çifte standartlılık veya ikiyüzlülüğü; bütün otoritarizm eğilim veya belirtilerini kestirmeden Faşizm ve Nazizm sayma eğilimi başgösteriyor. Oysa bunlar işin özü değil. Faşizmin ve daha çok da Alman Nazizminin bazen bahaneleri, bazen parçacıkları, bazen semptomları, dış göstergeleri. Temelde ise hukuk devletinin yokluğu yatıyor.

Kriz ve kavga yönetimi

Özünde haklı olduğunuz bir dâvâda, ânî ve yersiz feveranlar sizi boş yere haksız duruma düşürebilir. Konuyla ilgili güzel atasözlerimiz vardır, biliyorsunuz; halkın belleği ve tecrübe birikiminde “öfkeyle kalkan zararla oturur” veya “keskin sirke, küpüne zarar” gibi uyarılar boşuna yer etmiş değildir. Erken Ortaçağda “mala pugna” deyimi kötü muharebe, kazanamıyacağın muharebe, içine çekilmemen gereken muharebe anlamına gelir.

Almanya ve Hollanda’nın bariz haksızlığı

Nisan 2014’te Joachim Gauck, Almanya’nın bir iç sorununu takip etmiyordu; Almanya’da yapılacak bir anayasa değişikliği referandumu için Türkiye’de yaşayan Alman vatandaşlarından destek aramıyordu. Doğrudan doğruya Türkiye’nin iç işlerine karışıyor, AKP’ye karşı muhalefete bir dayanışma ve teşvik eli uzatıyordu. Şimdiki olayda ise, Türkiye aşikâr ki sadece kendi anayasa referandumuyla ilgileniyor. Almanya veya Hollanda’nın iç işlerine karışmıyor; sadece bir kısım Almanya veya Hollanda vatandaşları TC vatandaşları da olduğu ölçüde, onların arasında evet (ve hayır) kampanyalarının serbestçe yürütülmesini talep ediyor. Fakat işte bunun karşılığı yasaklama, bakanların uçuş izinlerinin iptali veya sınır dışı edilmeleri oluyor.

Unutulan darbe: 12 Mart; unutulan tarih: 1965-71

Nasıl silindi anısı ve dersleri bir bir. Daha doğrusu, belki hiç öğrenilmedi. Gerçek şu ki, sol açısından özellikle 1960’ların ikinci yarısının, 1965-71 arasının tarihi, demokrasinin savunulması ve geliştirilmesine değil, demokrasinin “istismarı” ve sonunda çökertilmesine yaptığımız katkıların tarihidir.

Teneke Trump’et (2)

Bizzat Donald Trump, başkan olmanın nasıl bir konsantrasyon gerektirdiğini belki yeni yeni anlıyor. Üstelik profesyonel yelkencilerden değil amatörlerden oluşan bir tayfayla okyanus yarışına çıkmış gibi. Konularına hâkim olmayınca, hepsi büyük bilgi hatâları yapabiliyor, ya da açık kapatayım derken büsbütün saçmalayabiliyor. Bu da kendileriyle internette felâket dalga geçilmesine yol açıyor.

Teneke Trump’et (1)

Birincisi, Oskar Matzerath gibi Donald Trump da büyümemiş, büyümeyen, büyüyemeyen bir çocuk. Onun da sesi camları indirecek kadar cırlak ve canhıraş; tweet’leri ise vazgeçemediği teneke trampeti. Küstah, kaba, hoyrat. “Ham ervah”ın müşahhas hali. İkincisi, bir de Türkiye’nin Trump’çıları var, bu trampetçinin arkasına dizilen. Oysa bütün ülkelerin milliyetçileri birleşemez; hele ABD ve Türkiye milliyetçileri hiç birleşemez. Kaldı ki siyasette uzlaşmak, ahlâktan ve ahlâkî ölçütlerden kopmak anlamına gelmez, gelmemeli.

“Seni başkan danışmanı yaptırmayacağız”

Günümüzün “hayır” cephesinde yer alanlar, çoğalmaktan (veya çok görünmekten) değil azalmaktan (veya az görünmekten) hoşlanıyorlarsa (ki bence muhalefette ve eski solun kalıntıları arasında esas olarak bu haleti ruhiye hâkim), zaten solculuktan koptuğu için sevmedikleri kişinin spesifik bir konuda tekrar kendi durdukları yere yaklaşır gibi olmasını hiç istemiyebilirler de. Zinhar hayır demesin; iktidara yönelik kısmî eleştirilerden de herhangi bir belirsizlik, kısmî bir prestij yaratmasın kendine. Silme yandaş, silme evetçi olsun. O zaman onu daha kolay kompartımanlaştırır, küçük bir “güvercin deliği”ne tıkar ve hakkından geliriz.

Bu da “Türk usulü” düşünsel apartheid

Demokrasinin, daha doğrusu demokratik bir siyasî kültürün, belki bir yığın koşulu var ama bana göre en basit ikisi: (a) insanların bağırıp çağırmadan, deyim yerindeyse “küçük harflerle” konuşup anlaşabilmesi ve (b) bunun yapılabildiği, mümkün olduğu geniş bir orta alanın varlığı. Kimden gelirse gelsin her türlü hamaset ve militanlık ise, tam da bu yüzden akla ve rasyonaliteye düşman. Herkes avazı çıktığı kadar bağırırsa, insan kendi kafasından geçenleri bile duyamaz olur. Zaten budur istenen; isteriler, heyecan ve hezeyanlarla sürüklenip düşünemez hale gelmektir.

Güney Afrika notları (2) Reel, fiziksel apartheid

Asıl önemli (ve belki bize en yabancı gelebilecek) nokta şu ki, duygusallığın frenlendiği nesnel bir yaklaşım, sadece zalimlere değil, mazlumlara ve mazlumları temsil edenlere de uygulanmıştı. Yeni Güney Afrika’nın bir bakıma ulusal müzesi demek olan Apartheid Müzesi’nde, ırkçı rejime karşı mücadelenin de, bu mücadeleyi her türlü fedakârlığa katlanarak sürdüren ve sonunda zafere ulaştıranlarından da yüceltilmesine, idealize edilmesine, her türlü yanlıştan tenzih edilmesi ve kusursuz gösterilmesine rastlanmıyordu.

Nedir bu “pilotların Rusya’ya teslimi” masalı?

Vedat Türkali’nin 1960’larda ünlenen “141. Basamak” piyesinin bir sahnesinde Rânâ Cabbar “Geliyor Mister Pikson [= Nixon], çektiklerimize son” diye tef çalıp söylüyor, oynuyordu. Çok komikti. Celâl Bayar’ın başlattığı “Küçük Amerika” ideolojisiyle iyi dalga geçiyordu. Fakat maalesef şimdi de kimileri bir “Geliyor Mister Tramp, ayağımdan çıktı kramp” rüzgârı estirmekte (kafiyeyi bu kadar tutturabildim). Tabii “Geliyor Mister Putin, burnumuzu sürttün, aman ne iyi ettin”i de unutmayalım.

Bir okuyucu mektubu: Yüksel Taşkın’lar neye yarar?

Bu metin ilk başta Serbestiyet’e tamamen dışarıdan bir yazı olarak geldi aslında. Geldi ve sonra geri çekildi -- ilk defa konuk yazarımız olacak bu kişi, kendisi de kara listeye alınmayı ve bir sonraki KHK’nın kapsamına girmeyi göze alamadığı için. Okuduğumda tahammül edemedim bu acıya. Daha önce tanımadığım meslekdaşımdan rica ettim; bana tekrar, bir mektup olarak yollayın, kabul ederseniz ben bir sonraki yazımda kullanayım dedim. Öyle de yaptı. Ama lütfen bir düşünün. Bu ayıp bize yetmez mi?

“Aynı paralel”

Bilinen absürdist espridir. “Soru: Fil ile sivrisinek neden birbirine benzer? Cevap: İkisinin de pervanesi olmadığı için.” Keza, bilinen deyiştir: “Durmuş bir saat bile günde iki kez ‘doğru’yu gösterir.” (Çözün bakalım şimdi; bunlar neye atıftır?)

Ara nağme (5) başkanlık neden Avrupa dışında yoğunlaştı?

Afrika’da ve Latin Amerika’da, milletleşememişliği, etno-lingüstik heterojenlik ve karışıklığı, “organik devlet” yokluğunu, çok geniş alanlarda seyrek ve dağınık beyaz kolonizatör yerleşimlerini yönetme zorluğunu aşabilme ihtiyacı, güçlü yürütme ve dolayısıyla başkanlık sistemi arayışlarının arkaplanını oluşturdu. Böylece, Avrupa’nın parlamenter sistem yeknesaklığıyla tezat teşkil eden bir “kısmen başkanlık, kısmen parlamenter sistem” bileşimi vücut buldu.

(4) Avrupa’da demokrasi arayışı neden parlamenter sisteme kanalize oldu?

Çağdaş demokrasi Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de doğup gelişti. Daha ilk cumhuriyet ve demokrasi arayışları, 17. yüzyıldan itibaren parlamenter sisteme yöneldi. Bu sisteme çıkış noktası itibariyle “Westminster sistemi” de denmesi boşuna değildir. Bu, kıtanın ve İngiltere’nin özgün koşullarının sonucuydu. Böyle hazır bir sistem yoktu aslında. El yordamıyla oluştu. Zaman içinde kendi geleneğini yarattı. İngiltere’den kıtaya, oradan dünyanın kalanına yayıldı. İhraç ve taklit edilen bir modele dönüştü.

Ara nağme (3) geçmiş çağlarda ölçek ve güçlü yürütme ihtiyacı

En gevşeğinden başlayıp, giderek buyurma yetkisi daha güçlü olanlarına doğru uzanan yönetim sistemlerinin, ölçekle, yollarla, hareketle, iletişimle, zaman ve mesafe kavramlarıyla ilişkisine, Tarihöncesinden ve İlkçağdan alınmış bazı örneklerle işaret etmeye çalışıyorum. Bu bağlamda, Antik diktatörlük veya imparatorluk kategorilerini de yalnızca (henüz ideolojinin değil hemen sadece koşulların zorladığı) birer güç temerküzü ve güçlü yürütme boyutlarıyla irdeliyorum. Bunun, başkanlık sisteminin neden daha çok Avrupa dışı toplumlarda kendine uygulama alanı bulduğuna biraz olsun ışık tuttuğu kanısındayım.

Ara nağme (intermezzo): Atilla Aytemur’un korrelasyonu sebep-sonuç ilişkisiyle karıştırması

Parlamenter sistemle yönetilen ülkelerin çoğunda gözlenen göreli refah düzeyi, gelir dağılımının görece âdil ve yoksulluk endekslerinin daha düşük olması, bizatihî parlamenter sistemin sonucu olarak yorumlanabilir mi? Tersten söyleyecek olursak, başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerde daha sık ve daha yoğun olarak gözlenen sosyo-ekonomik gerilik, gelir dağılımında daha büyük eşitsizlik ve daha ağır yoksulluk göstergeleri, bizatihî başkanlık sisteminin sonucu olarak yorumlanabilir mi? Tarih ve sosyal bilimler literatüründe böyle bir iddia yok. Aytemur’u argümanı bilimsellik taşımıyor.