Halil Berktay

Yalancı

Soğukkanlı, profesyonel yalancı. Dürüstlük ve doğruluktan tümüyle yoksun, bir projeye angaje, vicdanını katlayıp rafa kaldırmış yalancı. Türkiye’yi nasıl dünyaya alabildiğine kötü gösterebilirim diye, hemen sırf yurtdışına yayın yapan yalancı. Gözümüzün içine baka baka gerçeği eğip büken; akı kara, karayı ak göstermeye çalışan yalancı… (Kim? Yok canım. Lâfın gelişi. Özel biri değil kastettiğim. Belki de çok var böyleleri. Bilmem. Bu spot’un yazının kalanıyla da ilgisi yok zaten. Öyle rastgele, ortaya konuşuyorum.)

Laiklik tartışmaları

1960’lardan beri ve sonra 2002’den bu yana, bilhassa da Gülen Cemaati’yle mücadele içinde edindikleri tecrübelerden hareketle, (a) dinî referanslarla oluşturulan aidiyetlerin bir hareketi, bir süre besleyebileceğini, ama dinî referanslarla devlet yönetilemiyeceğini gerçekten kavradılar ve özümlediler. (b) Kısa vâdelilik ve konjonktüralizm tuzağına düşmeyip, siyaset için bir araç olmayacak ama siyasî faaliyet için bir çerçeve oluşturacak bir anayasa yapacaklar. (c) Ve sonuçta bu ideolojisiz bir anayasa olacak; Atatürkçülük bağlayıcılığı sona ererken çağdaş dünyada, topluma başka herhangi bir tek tip elbise veya “izm” dayatmaya kalkmayacak. Bu üç noktaya güven duyuyorum.

Pure fiction

It seems that if you make a disclaimer about your intentions, everything is OK. So I, too, will make a first disclaimer (with a second one to follow). What you will read below in this column has nothing to do with the recent furore over Mr Böhmermann and his ZDF comedy show. This or any other resemblance to real persons or events is purely accidental and unintentional.

Alman kanalı ne yapmış; onu da var mı soran?

Böhmermann’ın şiirindeki “Recep Fritzl Priklopil” dizesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bir değil iki ünlü cinsel sapıkla birden özdeşleştiriyor: Wolfgang Priklopil ve Josef Fritzl. Her iki olay da 2006-2008’de Avusturya’da patlak vermişti. Dolayısıyla sırf son iki sözcüğün (soyadının) Avrupa kamuoyu açısından çağrışımları çok açık. Peki, Erdoğan’ın şikâyetine karşı “basın özgürlüğü” savunucuları, bu tek dizeyi olsun neden aktarmıyor ve açıklamıyor okuyucularına?

Böhmermann tam ne demiş, anlayabildiniz mi?

ZDF’nin olaylı yayınının gerçekleştiği 17 Mart’tan hemen sonra, Batı’nın önde gelen yayın organları, galiba bir şeylerin ters gittiğini farkettiklerinden, ânında bir “basın özgürlüğü” savunusuna geçti. Madalyonun diğer yüzünde, Türkiye’yi de “tahammülsüzlük”le suçladılar. Ama Jan Böhmermann’ın ne gibi sözler sarfettiğine hemen hiç değinmediler. Hiç olmazsa ahlâkî bir değerlendirmede bulunabilirlerdi, ama onu dahi yapmaktan kaçındılar. İki yüzlü, çifte standartlı, samimiyetsiz bir oyun oynuyorlar.

(4) Avrupa Parlamentosu nerede, 1128’ler nerede

AP’nin PKK’ya ve güneydoğudaki savaşa bakışı, “Barış İçin Akademisyenler”le karşılaştırılamayacak kadar gerçekçi. Olgular mı dediniz; bakın, bunlardır aslında. Dengeli ve dolayısıyla gerçek bir barış çağrısı mı dediniz; bakın, olursa böyle olur. Koyun iki metni yanyana; görün tezadı. 1128’lerin militan tek-yanlılığını meselâ Avrupa Parlamentosu’nun pek de yemediği, apaçık ortaya çıkıyor.

(3) Sol ve “barış” geleneği

Bir gündem denemesi: Solun tutarlı bir barış geleneği oldu mu? Yoksa, zaman içinde kendi kavga ve savaş kültürünü oluşturdu da buna mı barışçılık dedi? 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı’da beliren “kan ve demir” realizminden sağ beslendi de sol hiç mi beslenmedi?

(2) “Barış” davulunu kimler çalmış geçmişte?

Evet, biliyorum, çok aşırı bir karşılaştırma; kimsenin kolay kolay aklına gelmez, Nazi yayılmacılığı ile PKK’nın şiddete dayalı alan hâkimiyeti arayışı ve bölgesel hegemonya inadını (konumuz açısından, bilhassa her ikisini savunmak için geliştirilen söylemleri) yanyana koymak. Ama gerekli.

(1) “Olmayan” savaşın “barış” bildirisi

Stalinist rötuşçular, geçmişin gerçek olaylarından geçmişin gerçek insanlarını kesip çıkarırdı. 1128’ler bildirisi daha da absürd. Bugünkü PKK’nın bugünkü savaşını kesip çıkarıyor. Dzerzhinsky’nin “boşluk”la çak yapması gibi, bizi devletin de “boşluk”la savaştığına inandırmaya çalışıyor.

Somut siyasî eleştiriye karşı, dogmatik, apriorist bir savunma

(a) 1128’ler bildirisine yönelik eleştirilerimin neresi hatâlıymış? (b) PKK bu yazının beşinci ve altıncı paragraflarında sıraladığım şeyleri söylemedi ve yapmadı mı? (c) Aynı sol-aydın kesim, sivil halka yönelik şu son Ankara-2 ve Ankara-3 katliamları karşısında da el’an susmuyor mu? (d) Barış ile demokrasinin ilişkisi konusunda aktardığım o kritik cümleden, eleştirdiğim anlamlar çıkar mı, çıkmaz mı? (e) Daha genel olarak, “önce demokrasi, sonra barış” mantığı doğru mu, yanlış mı? İhsan Bilgin tek bir şey söylemiyor bu konularda. Sadece “her durumda en büyük terör odağı devlettir” apolojisini tekrarlıyor.

Olmadı, imzalamadım

Barış ile özgürlük arasında, böyle mutlak bir nedensellik bağı var mı tarihte? Türkiye için ileri sürülen bu “herkesin kendini özgürce ifade ettiği ortam” talebi, PKK’nın iç hayatı ve/ya egemen olduğu alanlar, hendekler ve barikatlarla işgal ettiği ilçe merkezleri için de geçerli mi? Acaba Sur’da, Cizre’de, Silopi’de, şimdi Yüksekova’da yaşayanlar da kendilerini özgürce ifade edebiliyor mu PKK karşısında? Bilmem; Diyarbakır Mazlumder bildirisine yansıyan yerel tanıklıklar, ya da HDP’li olmayan Kürt aydınlarının yazdıkları pek öyle demiyor gibi.

Nelerden geçiyoruz

Ankara-1’i “katilleri tanıyoruz, affetmeyeceğiz, unutmayacağız” diye protesto eden, pankartlar asan sevgili öğrencilerimiz ve öğretim üyesi arkadaşlarımız, Ankara-2 ve Ankara-3 hakkında neden hiç sesiniz çıkmıyor? Bu katilleri de “tanıyoruz” diyebiliyor musunuz? Yoksa bir zorluk mu çekiyorsunuz tanımakta? Bu eylemleri benimseyip onayladığı (belki emrini verdiği) aşikâr olan Cemil Bayık’ları da “affetmeyecek” ve “unutmayacak” mısınız?

Bireysel ahlâk sorunu

Resmî endoktrinasyon işte böyle; şimdi gelelim halk üzerindeki, sıradan Sovyet vatandaşları üzerindeki etkisine. Bence asıl facia, en derin dehşet burada yatıyor. Bunun adı korku; devrim uğruna “olacak o kadar” korkusu, “kurunun yanında yaş da yanar” korkusu, bir “yanlış anlama”ya veya “kaza kurşunu”na kurban gitme korkusu. Korku ve ikiyüzlülük, korku ve korkunun yalanı, böyle böyle Sovyet toplumunun kılcal damarlarına yürüyor, en küçük hücrelerine siniyor. Bireysel düzeyde ahlâk diye bir şey bırakmıyor.

Antagonistleşmemek, fraksiyonlaşmamak

Her eleştiriyi “öteki”lere, kötülere, şeytanlara, zaten sicili bozuk olanlara maledip bu yolla çürütmeye kalkacaksak. Eleştirenler hep dışarısı, düşmanlar, gayrimeşrular, sözü dinlenemez ve kabul edilemezler olacaksa. Bu silâhlar “içeri”ye de tevcih edilecekse ve her adımda karşımıza “bak gördün mü kimlerle berabersin!” tehditleri dikilmeye başlayacaksa… Bunun, demokrasi saflarında tolerans ve çoğulculuk açısından sonuçları ne olur acaba?

Savunulamaz olanı savunmaya kalkmamak

Satrancı yeni veya sistemsiz, antrenörsüz, el yordamıyla öğrenen çocuklar, hele daha önce çok dama oynamışlarsa, kafayı taş alıp vermeye takarlar. Tahtanın tamamına bakacak ve bütünsel pozisyona konsantre olacak yerde, aldıkları kaleleri, filleri, atları, piyonları bir kenara dizip ikide bir saymakla uğraşırlar. Hattâ bir de bol bol konuşup “bak ben senden üç piyon fazla kırmışım, yaa” diye iddialaşmaya kalkarlar. Böylece ortaya “kahve satrancı” dediğimiz bir alt-kültür çıkar.

Üç önemli yazının düşündürdükleri

Bence en önemlisi, Oral Çalışlar’ın "cumhurbaşkanı ile hükümet arasındaki tutum farklılıkları”nın yoğunlaşması yüzünden, “kısmen AK Parti içinde de bir karamsarlığın oluştuğunu” tesbit etmesi. Bu çok ciddî bir mesele ve beni tekrar, giderek daralan bir çizgi izlemenin AKP açısından nelere malolabileceğine dair öngörülerime götürüyor.

Anayasa Mahkemesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan

AYM hukukun dışına çıkarak siyasî kararlar alırken, Erdoğan da tersten, 1128’ler bildirisi olayına tepkisinde görüldüğü gibi, kendini siyasî eleştiri ve mücadeleyle sınırlamayıp hukuk alanına taşma hatâsını işliyor.

Uzundu, usuldu dedemin boyu

Tosun Terzioğlu’nu dün (Perşembe) toprağa verdik. Sabah üniversitede bir saatlik bir tören vardı. Doğal olarak, konuşmacılar ODTÜ ve Matematik ağırlıklıydı. Çoğu, Tosun Frankfurt doktorasını bitirip de Türkiye’ye döner dönmez öğrencisi, sonra meslekdaşı ve arkadaşı olmuştu. Sıram geldiğinde ben de çağrıldım; sahnede, bayrağa sarılmış nâşına bakmamaya çalışarak birkaç şey söyledim. Sonra Bebek Camiine ve ardından Zincirlikuyu kabristanına gittik. Mezarına iki üç kürek de ben attım. Öncesini, notlarımdan aktarıyorum. İtalikli paragraflar, şimdi eklediğim bölümlerdir.

Tosun Terzioğlu (1942-2016)

 Birinci HaikuGüneş soluverirgöle tek bir damlaşarap döktüğün an. Üçüncü HaikuMüzenin bahçesindeİskemleler devrilmiş.Heykeller gerisin gerio diğer müzeye yollanmış. Dördüncü HaikuÖlmüş dostlarımızınsesi mi?Yoksa pikap mı çalan? Onbirinci HaikuNasıl toplayabilirsinher...

Katliam mı? Hayır, direniş. Kâtil mi? Hayır, kahraman.

Terör, terör örgütü, terör saldırısı vb söyleminden bıktım. Evet, öyle; ama bu “polisiye” deyimler çok daha derin bir gerçekliğin üstünü örtmeye de yarıyor. Türkiye’nin insanları, toplum olarak da, tek tek bireyler olarak da, bu gerçeklikle yüzleşmek, vicdanî bir hesaplaşmaya girmek zorunda. Böyle bir fiilin ve böyle bir failin hiçbir ahlâk öğretisinde yeri yok. Abdülbaki Sömer (Zinar Raperin, Salih Neccar) silâhsız insanları bilerek, isteyerek, topluca öldürebilen soğukkanlı bir kâtil, bir câni olarak karşımızda duruyor.

(3) Önce beştiler; derken dört, sonra üç, iki ve bir kaldı…

Çocukluk ve gençliğimde ben de satranca çok düşkündüm. Robert Kolej, Tepebaşı’ndaki eski kulüp, Yale, SBF, Mamak, Gaziemir’de askerlik, tekrar SBF... Gerçi dergi bile okumaz, internette problem dahi çözmez oldum son yıllarda. Ama yukarıdaki resmi görünce bütün anılarım tekrar canlandı. Eski Bolşevikler arasında, 1927’den kalma bir karşılaşma. Seyircilerin yüzlerinden, sadece pozisyonun heyecanı değil, Rus, sonra Sovyet toplumunun olanca satranç tutkusu okunuyor. Soldaki oyuncu, Stalin’in herşeye kayıtsız emir kullarından Kalinin (1919-46 arasının ne kokar ne bulaşır SSCB devlet başkanı). Ama rakibinin hem yüzüne, hem resim altındaki ismine ne olmuş acaba?

(2) Resimler, ‘çizgi’ler, kaybolan siyasî komiserler

O zamanlar photoshop yok. Ama başka şeyler var. Makaslar, rötuş kalem ve fırçaları, airbrush denen hava püskürtmeli boya enjektörleri; bir de her şeye ve herkese dil uzatmaya, saldırmaya, ısırmaya hazır, ahlâksız apparatçik ve dalkavuklar. Bugün midemizin kolay kolay kaldırmayacağı kadar iğrenç bir süreç; tarifi imkânsız derecede pis bir ortam. Artık istenmeyen kişileri önce Çeka, OGPU veya NKVD fizikman infaz ve imha ediyor. Ardından ikinci infazı, montajcı ve rötuşçular gerçekleştiriyor.

Hazır, lâf resimden, ‘çizgi’lerden ve Stalincilerden açılmışken (1)

Peki, ya fotoğraflarla dahi sistematik olarak oynanırsa? İktidar katındaki her kavga, her yeni bölünme, liderin etrafındaki her değişme ve ayrışma, görsel kayıtların da habire değiştirilmesine; gerçeğin ta kendisi gibi düşünmeye alıştığımız fotoğraflardan bazı kişilerin çıkmasına, bazılarının ise yer değiştirmesine yansırsa? Reel politikadaki tasfiye hareketlerine, arşiv ve albümlerdeki tasfiyeler eşlik ederse?

Aydınlar ve dar çizgiciler

Hepsi “fitne” ve “münafık” peşindedir; bu bağlamda, Sovyetler Birliği’ndeki sözümona emperyalizm ve kapitalizm ajanı “iç düşman”lara, Çin’de “parti içine sızmış kapitalist yolcular” karşılık gelir ve işin ucu, bizatihî aydın oldukları, bilgili oldukları, bilim sahibi olmaları şüphe ve şaibe konusu edilen, en berbat bir popülizmle “burjuva otoriteleri” diye horlanan akademik ve entellektüellere kadar uzanır.

After the lunch

In days to come, the AKP will need to build the broadest alliances possible in addition to its own core reserves of power. As a corollary it will need to narrow the target and follow a “broad” line, refraining from being side-tracked into creating new fronts.

‘Çizgi’ nedir? ‘Dar’ ve ‘geniş’ çizgiler neye yarar

Çizginin daralmasına, tahammülsüzlüğün tırmanması ve “sapma”lar alanının habire genişlemesi denk düşer. Esnek, yumuşak hedefler ve geniş bir çizgi ile parti-içi ve dışı ilişkilerde hoşgörü; sivri ve tekil hedeflerin doğurduğu dar bir çizgiyle ise katılık ve hoşgörüsüzlük elele gider. Çizgi daraldığı ölçüde, giderek daha az insan çizginin içi veya civarında barınabilir; giderek daha çok insan ise çizgi dışına atılır; bir sapma ve sapkınlık cehennemine düşer. Öte yandan, bu sebep-sonuç ilişkileri illâ hedeften çizgiye, çizgiden partinin iç hayatına akmayabilir. Bazen ve bir ölçüde tersi de olabilir; dar/geniş çizgi tartışması, hareketin başarısından başka hiçbir kıstas gözetmeyen, objektif ve altruistik temellerde yapılabileceği gibi, çok daha bencil “hizip çıkarı” dürtüleriyle de yapılabilir.

I too would have signed that third and last statement

“There can be no democracy without freedom of expression. It is the duty of the university and the academic to share whatever opinions s/he may have adopted through reason and conscience with the rest of his/her society. Criticizing any opinion is a democratic quality whereas penalizing whoever may have expressed it is an authoritarian quality. (…) The greatest harm to a country’s democracy is not to express opinions but to suppress them.”

About Kipling, and not losing my head

Any great work of art or literature, regardless of its starting point, is able to attain greatness to the extent that it can capture a general moment of humanity. Kipling’s promise of becoming “a Man,” too, is not limited to Britain and imperialism, but extends to a wider universality, to an overall human potential. He puts before us, wherever he might be, a certain type of a humble, resilient, self-sufficient, non-ostentatious, in brief a solid and steady modern hero.

Yemekten sonra

Önümüzdeki dönemde AK Parti’nin, “öz gücü”nün ötesinde çok geniş ittifaklara, madalyonun diğer yüzünde “geniş” bir çizgi izlemeye ve hedef daraltmaya; yan pistlere sapıp habire yeni yeni cepheler yaratmamaya ihtiyacı olacak.

O son, üçüncü bildiriye ben de imza atardım

“İfade özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz. Üniversite ve akademisyenin görevi akıl yürütme ve vicdan muhakemesi sonunda vardığı fikirleri toplumuyla paylaşmaktır. Fikrin eleştirilmesi demokrasinin, fikri ifade edenin cezalandırılması ise otoriterliğin niteliğidir. (…) Ülke demokrasisine verilecek en büyük zarar, fikri söylemek değil, fikri ifade ettirmemektir.”