Halil Berktay
Üç önemli yazının düşündürdükleri
Bence en önemlisi, Oral Çalışlar’ın "cumhurbaşkanı ile hükümet arasındaki tutum farklılıkları”nın yoğunlaşması yüzünden, “kısmen AK Parti içinde de bir karamsarlığın oluştuğunu” tesbit etmesi. Bu çok ciddî bir mesele ve beni tekrar, giderek daralan bir çizgi izlemenin AKP açısından nelere malolabileceğine dair öngörülerime götürüyor.
Anayasa Mahkemesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan
AYM hukukun dışına çıkarak siyasî kararlar alırken, Erdoğan da tersten, 1128’ler bildirisi olayına tepkisinde görüldüğü gibi, kendini siyasî eleştiri ve mücadeleyle sınırlamayıp hukuk alanına taşma hatâsını işliyor.
Uzundu, usuldu dedemin boyu
Tosun Terzioğlu’nu dün (Perşembe) toprağa verdik. Sabah üniversitede bir saatlik bir tören vardı. Doğal olarak, konuşmacılar ODTÜ ve Matematik ağırlıklıydı. Çoğu, Tosun Frankfurt doktorasını bitirip de Türkiye’ye döner dönmez öğrencisi, sonra meslekdaşı ve arkadaşı olmuştu. Sıram geldiğinde ben de çağrıldım; sahnede, bayrağa sarılmış nâşına bakmamaya çalışarak birkaç şey söyledim. Sonra Bebek Camiine ve ardından Zincirlikuyu kabristanına gittik. Mezarına iki üç kürek de ben attım. Öncesini, notlarımdan aktarıyorum. İtalikli paragraflar, şimdi eklediğim bölümlerdir.
Tosun Terzioğlu (1942-2016)
Birinci HaikuGüneş soluverirgöle tek bir damlaşarap döktüğün an. Üçüncü HaikuMüzenin bahçesindeİskemleler devrilmiş.Heykeller gerisin gerio diğer müzeye yollanmış. Dördüncü HaikuÖlmüş dostlarımızınsesi mi?Yoksa pikap mı çalan? Onbirinci HaikuNasıl toplayabilirsinher...
Katliam mı? Hayır, direniş. Kâtil mi? Hayır, kahraman.
Terör, terör örgütü, terör saldırısı vb söyleminden bıktım. Evet, öyle; ama bu “polisiye” deyimler çok daha derin bir gerçekliğin üstünü örtmeye de yarıyor. Türkiye’nin insanları, toplum olarak da, tek tek bireyler olarak da, bu gerçeklikle yüzleşmek, vicdanî bir hesaplaşmaya girmek zorunda. Böyle bir fiilin ve böyle bir failin hiçbir ahlâk öğretisinde yeri yok. Abdülbaki Sömer (Zinar Raperin, Salih Neccar) silâhsız insanları bilerek, isteyerek, topluca öldürebilen soğukkanlı bir kâtil, bir câni olarak karşımızda duruyor.
(3) Önce beştiler; derken dört, sonra üç, iki ve bir kaldı…
Çocukluk ve gençliğimde ben de satranca çok düşkündüm. Robert Kolej, Tepebaşı’ndaki eski kulüp, Yale, SBF, Mamak, Gaziemir’de askerlik, tekrar SBF... Gerçi dergi bile okumaz, internette problem dahi çözmez oldum son yıllarda. Ama yukarıdaki resmi görünce bütün anılarım tekrar canlandı. Eski Bolşevikler arasında, 1927’den kalma bir karşılaşma. Seyircilerin yüzlerinden, sadece pozisyonun heyecanı değil, Rus, sonra Sovyet toplumunun olanca satranç tutkusu okunuyor. Soldaki oyuncu, Stalin’in herşeye kayıtsız emir kullarından Kalinin (1919-46 arasının ne kokar ne bulaşır SSCB devlet başkanı). Ama rakibinin hem yüzüne, hem resim altındaki ismine ne olmuş acaba?
(2) Resimler, ‘çizgi’ler, kaybolan siyasî komiserler
O zamanlar photoshop yok. Ama başka şeyler var. Makaslar, rötuş kalem ve fırçaları, airbrush denen hava püskürtmeli boya enjektörleri; bir de her şeye ve herkese dil uzatmaya, saldırmaya, ısırmaya hazır, ahlâksız apparatçik ve dalkavuklar. Bugün midemizin kolay kolay kaldırmayacağı kadar iğrenç bir süreç; tarifi imkânsız derecede pis bir ortam. Artık istenmeyen kişileri önce Çeka, OGPU veya NKVD fizikman infaz ve imha ediyor. Ardından ikinci infazı, montajcı ve rötuşçular gerçekleştiriyor.
Hazır, lâf resimden, ‘çizgi’lerden ve Stalincilerden açılmışken (1)
Peki, ya fotoğraflarla dahi sistematik olarak oynanırsa? İktidar katındaki her kavga, her yeni bölünme, liderin etrafındaki her değişme ve ayrışma, görsel kayıtların da habire değiştirilmesine; gerçeğin ta kendisi gibi düşünmeye alıştığımız fotoğraflardan bazı kişilerin çıkmasına, bazılarının ise yer değiştirmesine yansırsa? Reel politikadaki tasfiye hareketlerine, arşiv ve albümlerdeki tasfiyeler eşlik ederse?
Aydınlar ve dar çizgiciler
Hepsi “fitne” ve “münafık” peşindedir; bu bağlamda, Sovyetler Birliği’ndeki sözümona emperyalizm ve kapitalizm ajanı “iç düşman”lara, Çin’de “parti içine sızmış kapitalist yolcular” karşılık gelir ve işin ucu, bizatihî aydın oldukları, bilgili oldukları, bilim sahibi olmaları şüphe ve şaibe konusu edilen, en berbat bir popülizmle “burjuva otoriteleri” diye horlanan akademik ve entellektüellere kadar uzanır.
After the lunch
In days to come, the AKP will need to build the broadest alliances possible in addition to its own core reserves of power. As a corollary it will need to narrow the target and follow a “broad” line, refraining from being side-tracked into creating new fronts.
‘Çizgi’ nedir? ‘Dar’ ve ‘geniş’ çizgiler neye yarar
Çizginin daralmasına, tahammülsüzlüğün tırmanması ve “sapma”lar alanının habire genişlemesi denk düşer. Esnek, yumuşak hedefler ve geniş bir çizgi ile parti-içi ve dışı ilişkilerde hoşgörü; sivri ve tekil hedeflerin doğurduğu dar bir çizgiyle ise katılık ve hoşgörüsüzlük elele gider. Çizgi daraldığı ölçüde, giderek daha az insan çizginin içi veya civarında barınabilir; giderek daha çok insan ise çizgi dışına atılır; bir sapma ve sapkınlık cehennemine düşer. Öte yandan, bu sebep-sonuç ilişkileri illâ hedeften çizgiye, çizgiden partinin iç hayatına akmayabilir. Bazen ve bir ölçüde tersi de olabilir; dar/geniş çizgi tartışması, hareketin başarısından başka hiçbir kıstas gözetmeyen, objektif ve altruistik temellerde yapılabileceği gibi, çok daha bencil “hizip çıkarı” dürtüleriyle de yapılabilir.
I too would have signed that third and last statement
“There can be no democracy without freedom of expression. It is the duty of the university and the academic to share whatever opinions s/he may have adopted through reason and conscience with the rest of his/her society. Criticizing any opinion is a democratic quality whereas penalizing whoever may have expressed it is an authoritarian quality. (…) The greatest harm to a country’s democracy is not to express opinions but to suppress them.”
About Kipling, and not losing my head
Any great work of art or literature, regardless of its starting point, is able to attain greatness to the extent that it can capture a general moment of humanity. Kipling’s promise of becoming “a Man,” too, is not limited to Britain and imperialism, but extends to a wider universality, to an overall human potential. He puts before us, wherever he might be, a certain type of a humble, resilient, self-sufficient, non-ostentatious, in brief a solid and steady modern hero.
Yemekten sonra
Önümüzdeki dönemde AK Parti’nin, “öz gücü”nün ötesinde çok geniş ittifaklara, madalyonun diğer yüzünde “geniş” bir çizgi izlemeye ve hedef daraltmaya; yan pistlere sapıp habire yeni yeni cepheler yaratmamaya ihtiyacı olacak.
O son, üçüncü bildiriye ben de imza atardım
“İfade özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz. Üniversite ve akademisyenin görevi akıl yürütme ve vicdan muhakemesi sonunda vardığı fikirleri toplumuyla paylaşmaktır. Fikrin eleştirilmesi demokrasinin, fikri ifade edenin cezalandırılması ise otoriterliğin niteliğidir. (…) Ülke demokrasisine verilecek en büyük zarar, fikri söylemek değil, fikri ifade ettirmemektir.”
Kipling ve aklını kaçırmamak
Her büyük sanat ve edebiyat eseri, hareket noktası ne olursa olsun sonuçta genel bir insanlık momentini yakalayabildiği ölçüde büyük olur. Kipling’in “adam olma” vaadi de İngiltere ile ve emperyalizmle sınırlı kalmaz; daha geniş bir evrensele, bir insanlık potansiyeline açılır. Önümüze, nerede olursa olsun mütevazi, mütehammil, kendine yeterli, gösterişçilikten uzak, özetle sıkı ve sağlam bir modern kahraman tipini koyar.
Voltaire ve Mill’den özgürlük dersleri (2008’den 2016’ya)
Bazı ilkelerin zamanı hiç geçmez, mücadelesi hiç bitmez. Bugün 1128 öğretim elemanının aykırı (ve benim de tamamen karşı olduğum) bir bildiri yüzünden devlet ve YÖK eliyle maruz bırakıldıklarına benzer şeyleri, ben de 2000 ve sonra 2005 yıllarında Ermeni soykırımına ilişkin görüşlerim nedeniyle yaşamıştım. Benim de aleyhimde epey bir cadı kazanı kaynatılmış ve gergin aylar yaşamam gerekmişti. Üniversitemin yüzde yüz akademik özgürlüğün yanında yer alması sayesinde ve keza AK Parti liderliğinin demokratik bir tavır alıp özgür düşünceye destek vermesinin de etkisiyle, nihayet aşılabilmişti o karabasan. Fakat üstüne bir de 2007 başında Hrant öldürülmüş ve ben neredeyse bir buçuk yıl Amerika’da yarı-sürgün kalmıştım.
Aykırılık ve demokrasi
1128 öğretim elemanının imzaladığı bildiriyi bilgi, fikir, düşünce, tahlil ve sonuç planında külliyen hatâlı buluyorum. Hattâ içinde herhangi bir doğruluk kırıntısı göremiyorum desem yeridir. Madalyonun diğer yüzünde (1) bunları düşünmek ve söylemek de bir hak, demokrasinin bir parçası ve (2) herhangi bir suç içermemekte. Siyasi bakımdan sakat ve alenen eleştirilebilir olmayı, hukukî açıdan suçlanabilir olmakla karıştırmamak lâzım. İnsanlığın tüm düşünce ve bilim tarihi, ilerleme uğruna “yanlış” saydıklarımızın da serbestçe ifade edilmesine olanak tanımak gerektiğine işaret ediyor.
Long before Bakur-Rojava can be reached (3) Please abandon this last insanity to its own solitude
At this point in time, when all their calculations have misfired, and both military defeat and political isolation seem inevitable, Demirtaş is looking for a way out by getting the HDP banned. Indeed, if one is to go by the letter of the law, both his personal statements and the decisions adopted by the DTK decisions are more than enough to get both legal Kurdish parties banned several times over. But this is precisely what he wants; he is trying to extricate a new victimhood, hence a new self-righteousness and perhaps even a social uprising from the shambles. The smart policy is not to give him this opportunity. “Laissez dire, laissez parler” (let him talk, let them say whatever they want). Read this last virtually insane provocation correctly, and abandon the PKK and the HDP to their deepening solitude.
Bir zamanların havanda su döven ‘burjuva devrimi’ tartışmaları
Türkiye’de ciddi bir Marksist tarihçilik hemen hiç olmadı. 1960 ve 70’lerin sol akımları, o yılların kendi hengâmesi içinde, daha çok aşırı-politize edilmiş fraksiyon amatörlüklerini besledi. Bir yandan, üniversiteye intisap etmiş bazı genç heveskârlar, alelacele evrensel tarih şemaları kaleme almaya kalktı. Diğer yandan, bazı örgütlerin resmî “doğru Marksizm” tercihleri, Türkiye’nin yakın tarihini ortodoks şablonlara sığdırma çabasına yol açtı. Bunun karikatür düzeyinde bir tezahürü, Kemalist Devrimin önderliği etrafında kopan kavgalardır.
On the way to Bakur-Rojava (2) How did the PKK decide to go back to war?
This time around, the PKK believes that Syria’s dissolution and the internationalization of the Syrian crisis provides it with a historical opportunity that may never be found again. Hence it is, that it has completely abandoned any vision of an in-Turkey solution, instead orienting itself much more emphatically towards a “Bakur-Rojava” (north-south) state formation project. The HDP has also been persuaded to this plan as never before, brought into line, bullied into obedience, and forced to burn all its bridges by adopting a language of violence that has put paid to all democratic possibilities once and for all.
From a domestic opposition leader, to a dream of becoming prime minister for Bakur-Rojava (1)
Why and how did the PKK disconnect from “the solution process”? How did it drag the HDP along and force it to fall into line? How did Demirtaş go from (i) beginning with targeting the AKP as the principal enemy during the election campaign, through (ii) now supporting and now criticizing the PKK’s resumption of armed conflict over the last four or five months, to (iii) total and unqualified support for the ditches-and-barricades policy since the beginning of December, and finally to (iv) virtually abandoning all thoughts of a “solution within Turkey”?
Milliyetçiliği ‘burjuvazi’siz düşünememek: Teorisist, arkaik, anakronik bir yaklaşım
Yaprak Zihnioğlu PKK’yı destekleyen arkaik bir solu, gene o arkaik solun arkaik teorik avadanlığıyla vurmaya çalışıyor. Farkında mısınız, diyor, bu savaşın emekçilerin çıkarlarıyla hiçbir ilgisi yok. Siz aslında Kürt burjuvazisinin kuyruğuna takılmış gidiyorsunuz… Birçok açıdan yanlış. Herşeyden önce gerçeklere aykırı. Ayrıca tartışmayı siyaset sahnesinin ana mecrasından çekip çok marjinal bir köşesine hapsediyor. Kaldı ki Zihnioğlu’nun hâlâ “olumlu” mirasına başvurmaktan vazgeçmediği Marksist teorinin indirgemeci sınıf vurgusu da çoktan miadını doldurmuş durumda.
Milliyetçiliği “burjuvazi”siz düşünememek: Teorisist, arkaik, anakronik bir yaklaşım
Yaprak Zihnioğlu PKK’yı destekleyen arkaik bir solu, gene o arkaik solun arkaik teorik avadanlığıyla vurmaya çalışıyor. Farkında mısınız, diyor, bu savaşın emekçilerin çıkarlarıyla hiçbir ilgisi yok. Siz aslında Kürt burjuvazisinin kuyruğuna takılmış gidiyorsunuz… Birçok açıdan yanlış. Herşeyden önce gerçeklere aykırı. Ayrıca tartışmayı siyaset sahnesinin ana mecrasından çekip çok marjinal bir köşesine hapsediyor. Kaldı ki Zihnioğlu’nun hâlâ “olumlu” mirasına başvurmaktan vazgeçmediği Marksist teorinin indirgemeci sınıf vurgusu da çoktan miadını doldurmuş durumda.
Bakur-Rojava’ya varamadan (3) Bu son çılgınlığı kendi yalnızlığına terkedelim
Bütün hesapların iflâs ettiği ve hem askerî yenilgi, hem siyasî tecridin kaçınılmaz gözüktüğü bir noktada, Demirtaş çareyi HDP’yi kapattırmada arıyor. Gerçekten de hem kişisel demeçleri, hem DTK’da alınan kararlar, hukukun lâfzına bakacaksak, her iki legal Kürt partisini defalarca kapattıracak nitelikte. Bunu istiyor zaten; yıkıntıdan yeni bir mağduriyet, dolayısıyla yeni bir haklılık ve belki toplumsal bir kalkışma çıkarmaya çalışıyor. Akıllı siyaset, bu kozu ona vermemek. “Laissez dire, laissez parler” (bırakınız konuşsun, ne derse desin). Çılgınlık raddesine varan provokasyonu doğru okumak; PKK ve HDP’yi kendi yalnızlıklarına terketmek.
Bakur-Rojava yolunda (2) PKK savaş kararını nasıl aldı?
Bu sefer PKK, Suriye’nin çözülmesi ve Suriye krizinin uluslararasılaşmasının kendisine belki bir daha gelmeyecek bir tarihî fırsat sunduğu kanısında. Dolayısıyla Türkiyeli çözüm vizyonunu terkedip bir “Bakur-Rojava” (kuzey-güney) devletleşmesine yönelişi çok daha belirgin. HDP de şimdiye kadar hiç olmadığı derecede bu plana ikna edilmiş, hizaya getirilmiş, itaatkâr kılınmış ve demokratik siyaset olanaklarını bitiren bir savaş dilini benimsemek suretiyle bütün köprüleri atmaya zorlanmış durumda.
Jimmy Hill: futbol spikeri dediğin işte böyle olur
Otuz yıl önce, Londra’nın Earls Court semtinde iki haftalığına olabildiğince ucuz bir öğrenci stüdyosu kiralamış; uzun bir ortaçağ tarihi makalesi üzerinde çalışıyordum. Geceleri tek dinlenme şansım, odadaki büyük ekranlı televizyon, gazeteler ve futbol maçlarıydı. 7 Mayıs 1986 Şampiyonlar Kupası finali ve 10 Mayıs 1986 İngiltere Federasyon Kupası finalini orada seyrettim. Asıl yorumcuyu, hiç unutmadım.
Ful ası atıp beş benzemeze kalmak
Bu olay herhalde tarihe, amaçlarının haklılığı veya haksızlığından, ya da yanında yer alıp almadığınızdan bağımsız olarak, milliyetçi bir silâhlı mücadele örgütü ve siyasal kanadının, hem de hayli avantajlı bir konumdayken işlediği en büyük stratejik hatâ -- girdiği en yanlış pist, oynamaya kalktığı en hesapsız kumar, durup dururken yaptığı en acemice blöf diye geçecek.
Orhan Pamuk, Aziz Sancar ve Nobel
Dünyanın “Türkiye’nin yanında” ve “aleyhinde” yer alanlar diye kategorileştirilmesi yanlış. Kâh Ankara katliamını, kâh PKK’nın silâhlı kent işgali denemelerini, kâh seçimlerde güya hile ihtimali olmasını bahane ederek “dış müdahale”ye dâvet çıkaran (benim de neo-mandacılık diye nitelediğim) tavrın eleştirisini Aziz Sancar “olumlu örneği” üzerinden yürütmek de sakat. Galiba temelde, bilim ve sanatın olmazsa olmaz özerkliğine farklı bakıyoruz. Sağı ve soluyla Türkiye, bir türlü bu fikre alışamıyor.
Yerli muhalefet liderliğinden, Bakur-Rojava başbakanlığına (1)
PKK niçin koptu “çözüm süreci”nden? HDP’yi nasıl sürükledi ve hizaya getirdi? Demirtaş (i) seçim kampanyasında AKP’yi baş düşman almaktan başlayıp, (ii) geçtiğimiz dört beş ay boyunca PKK’nın çatışmacılığını kâh eleştirmek kâh desteklemekten geçerek, (iii) Aralık başından bu yana hendek-barikat politikasına topyekûn destek vermek suretiyle (iv) “Türkiyeli çözüm”ü iyiden iyiye gözden çıkarmak noktasına nasıl geldi?