Halil Berktay
(4) Avrupa Parlamentosu nerede, 1128’ler nerede
AP’nin PKK’ya ve güneydoğudaki savaşa bakışı, “Barış İçin Akademisyenler”le karşılaştırılamayacak kadar gerçekçi. Olgular mı dediniz; bakın, bunlardır aslında. Dengeli ve dolayısıyla gerçek bir barış çağrısı mı dediniz; bakın, olursa böyle olur. Koyun iki metni yanyana; görün tezadı. 1128’lerin militan tek-yanlılığını meselâ Avrupa Parlamentosu’nun pek de yemediği, apaçık ortaya çıkıyor.
(3) Sol ve “barış” geleneği
Bir gündem denemesi: Solun tutarlı bir barış geleneği oldu mu? Yoksa, zaman içinde kendi kavga ve savaş kültürünü oluşturdu da buna mı barışçılık dedi? 19. yüzyılın ikinci yarısında Batı’da beliren “kan ve demir” realizminden sağ beslendi de sol hiç mi beslenmedi?
(2) “Barış” davulunu kimler çalmış geçmişte?
Evet, biliyorum, çok aşırı bir karşılaştırma; kimsenin kolay kolay aklına gelmez, Nazi yayılmacılığı ile PKK’nın şiddete dayalı alan hâkimiyeti arayışı ve bölgesel hegemonya inadını (konumuz açısından, bilhassa her ikisini savunmak için geliştirilen söylemleri) yanyana koymak. Ama gerekli.
(1) “Olmayan” savaşın “barış” bildirisi
Stalinist rötuşçular, geçmişin gerçek olaylarından geçmişin gerçek insanlarını kesip çıkarırdı. 1128’ler bildirisi daha da absürd. Bugünkü PKK’nın bugünkü savaşını kesip çıkarıyor. Dzerzhinsky’nin “boşluk”la çak yapması gibi, bizi devletin de “boşluk”la savaştığına inandırmaya çalışıyor.
Somut siyasî eleştiriye karşı, dogmatik, apriorist bir savunma
(a) 1128’ler bildirisine yönelik eleştirilerimin neresi hatâlıymış? (b) PKK bu yazının beşinci ve altıncı paragraflarında sıraladığım şeyleri söylemedi ve yapmadı mı? (c) Aynı sol-aydın kesim, sivil halka yönelik şu son Ankara-2 ve Ankara-3 katliamları karşısında da el’an susmuyor mu? (d) Barış ile demokrasinin ilişkisi konusunda aktardığım o kritik cümleden, eleştirdiğim anlamlar çıkar mı, çıkmaz mı? (e) Daha genel olarak, “önce demokrasi, sonra barış” mantığı doğru mu, yanlış mı? İhsan Bilgin tek bir şey söylemiyor bu konularda. Sadece “her durumda en büyük terör odağı devlettir” apolojisini tekrarlıyor.
Olmadı, imzalamadım
Barış ile özgürlük arasında, böyle mutlak bir nedensellik bağı var mı tarihte? Türkiye için ileri sürülen bu “herkesin kendini özgürce ifade ettiği ortam” talebi, PKK’nın iç hayatı ve/ya egemen olduğu alanlar, hendekler ve barikatlarla işgal ettiği ilçe merkezleri için de geçerli mi? Acaba Sur’da, Cizre’de, Silopi’de, şimdi Yüksekova’da yaşayanlar da kendilerini özgürce ifade edebiliyor mu PKK karşısında? Bilmem; Diyarbakır Mazlumder bildirisine yansıyan yerel tanıklıklar, ya da HDP’li olmayan Kürt aydınlarının yazdıkları pek öyle demiyor gibi.
Nelerden geçiyoruz
Ankara-1’i “katilleri tanıyoruz, affetmeyeceğiz, unutmayacağız” diye protesto eden, pankartlar asan sevgili öğrencilerimiz ve öğretim üyesi arkadaşlarımız, Ankara-2 ve Ankara-3 hakkında neden hiç sesiniz çıkmıyor? Bu katilleri de “tanıyoruz” diyebiliyor musunuz? Yoksa bir zorluk mu çekiyorsunuz tanımakta? Bu eylemleri benimseyip onayladığı (belki emrini verdiği) aşikâr olan Cemil Bayık’ları da “affetmeyecek” ve “unutmayacak” mısınız?
Bireysel ahlâk sorunu
Resmî endoktrinasyon işte böyle; şimdi gelelim halk üzerindeki, sıradan Sovyet vatandaşları üzerindeki etkisine. Bence asıl facia, en derin dehşet burada yatıyor. Bunun adı korku; devrim uğruna “olacak o kadar” korkusu, “kurunun yanında yaş da yanar” korkusu, bir “yanlış anlama”ya veya “kaza kurşunu”na kurban gitme korkusu. Korku ve ikiyüzlülük, korku ve korkunun yalanı, böyle böyle Sovyet toplumunun kılcal damarlarına yürüyor, en küçük hücrelerine siniyor. Bireysel düzeyde ahlâk diye bir şey bırakmıyor.
Antagonistleşmemek, fraksiyonlaşmamak
Her eleştiriyi “öteki”lere, kötülere, şeytanlara, zaten sicili bozuk olanlara maledip bu yolla çürütmeye kalkacaksak. Eleştirenler hep dışarısı, düşmanlar, gayrimeşrular, sözü dinlenemez ve kabul edilemezler olacaksa. Bu silâhlar “içeri”ye de tevcih edilecekse ve her adımda karşımıza “bak gördün mü kimlerle berabersin!” tehditleri dikilmeye başlayacaksa… Bunun, demokrasi saflarında tolerans ve çoğulculuk açısından sonuçları ne olur acaba?
Savunulamaz olanı savunmaya kalkmamak
Satrancı yeni veya sistemsiz, antrenörsüz, el yordamıyla öğrenen çocuklar, hele daha önce çok dama oynamışlarsa, kafayı taş alıp vermeye takarlar. Tahtanın tamamına bakacak ve bütünsel pozisyona konsantre olacak yerde, aldıkları kaleleri, filleri, atları, piyonları bir kenara dizip ikide bir saymakla uğraşırlar. Hattâ bir de bol bol konuşup “bak ben senden üç piyon fazla kırmışım, yaa” diye iddialaşmaya kalkarlar. Böylece ortaya “kahve satrancı” dediğimiz bir alt-kültür çıkar.
Üç önemli yazının düşündürdükleri
Bence en önemlisi, Oral Çalışlar’ın "cumhurbaşkanı ile hükümet arasındaki tutum farklılıkları”nın yoğunlaşması yüzünden, “kısmen AK Parti içinde de bir karamsarlığın oluştuğunu” tesbit etmesi. Bu çok ciddî bir mesele ve beni tekrar, giderek daralan bir çizgi izlemenin AKP açısından nelere malolabileceğine dair öngörülerime götürüyor.
Anayasa Mahkemesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan
AYM hukukun dışına çıkarak siyasî kararlar alırken, Erdoğan da tersten, 1128’ler bildirisi olayına tepkisinde görüldüğü gibi, kendini siyasî eleştiri ve mücadeleyle sınırlamayıp hukuk alanına taşma hatâsını işliyor.
Uzundu, usuldu dedemin boyu
Tosun Terzioğlu’nu dün (Perşembe) toprağa verdik. Sabah üniversitede bir saatlik bir tören vardı. Doğal olarak, konuşmacılar ODTÜ ve Matematik ağırlıklıydı. Çoğu, Tosun Frankfurt doktorasını bitirip de Türkiye’ye döner dönmez öğrencisi, sonra meslekdaşı ve arkadaşı olmuştu. Sıram geldiğinde ben de çağrıldım; sahnede, bayrağa sarılmış nâşına bakmamaya çalışarak birkaç şey söyledim. Sonra Bebek Camiine ve ardından Zincirlikuyu kabristanına gittik. Mezarına iki üç kürek de ben attım. Öncesini, notlarımdan aktarıyorum. İtalikli paragraflar, şimdi eklediğim bölümlerdir.
Tosun Terzioğlu (1942-2016)
Birinci HaikuGüneş soluverirgöle tek bir damlaşarap döktüğün an. Üçüncü HaikuMüzenin bahçesindeİskemleler devrilmiş.Heykeller gerisin gerio diğer müzeye yollanmış. Dördüncü HaikuÖlmüş dostlarımızınsesi mi?Yoksa pikap mı çalan? Onbirinci HaikuNasıl toplayabilirsinher...
Katliam mı? Hayır, direniş. Kâtil mi? Hayır, kahraman.
Terör, terör örgütü, terör saldırısı vb söyleminden bıktım. Evet, öyle; ama bu “polisiye” deyimler çok daha derin bir gerçekliğin üstünü örtmeye de yarıyor. Türkiye’nin insanları, toplum olarak da, tek tek bireyler olarak da, bu gerçeklikle yüzleşmek, vicdanî bir hesaplaşmaya girmek zorunda. Böyle bir fiilin ve böyle bir failin hiçbir ahlâk öğretisinde yeri yok. Abdülbaki Sömer (Zinar Raperin, Salih Neccar) silâhsız insanları bilerek, isteyerek, topluca öldürebilen soğukkanlı bir kâtil, bir câni olarak karşımızda duruyor.
(3) Önce beştiler; derken dört, sonra üç, iki ve bir kaldı…
Çocukluk ve gençliğimde ben de satranca çok düşkündüm. Robert Kolej, Tepebaşı’ndaki eski kulüp, Yale, SBF, Mamak, Gaziemir’de askerlik, tekrar SBF... Gerçi dergi bile okumaz, internette problem dahi çözmez oldum son yıllarda. Ama yukarıdaki resmi görünce bütün anılarım tekrar canlandı. Eski Bolşevikler arasında, 1927’den kalma bir karşılaşma. Seyircilerin yüzlerinden, sadece pozisyonun heyecanı değil, Rus, sonra Sovyet toplumunun olanca satranç tutkusu okunuyor. Soldaki oyuncu, Stalin’in herşeye kayıtsız emir kullarından Kalinin (1919-46 arasının ne kokar ne bulaşır SSCB devlet başkanı). Ama rakibinin hem yüzüne, hem resim altındaki ismine ne olmuş acaba?
(2) Resimler, ‘çizgi’ler, kaybolan siyasî komiserler
O zamanlar photoshop yok. Ama başka şeyler var. Makaslar, rötuş kalem ve fırçaları, airbrush denen hava püskürtmeli boya enjektörleri; bir de her şeye ve herkese dil uzatmaya, saldırmaya, ısırmaya hazır, ahlâksız apparatçik ve dalkavuklar. Bugün midemizin kolay kolay kaldırmayacağı kadar iğrenç bir süreç; tarifi imkânsız derecede pis bir ortam. Artık istenmeyen kişileri önce Çeka, OGPU veya NKVD fizikman infaz ve imha ediyor. Ardından ikinci infazı, montajcı ve rötuşçular gerçekleştiriyor.
Hazır, lâf resimden, ‘çizgi’lerden ve Stalincilerden açılmışken (1)
Peki, ya fotoğraflarla dahi sistematik olarak oynanırsa? İktidar katındaki her kavga, her yeni bölünme, liderin etrafındaki her değişme ve ayrışma, görsel kayıtların da habire değiştirilmesine; gerçeğin ta kendisi gibi düşünmeye alıştığımız fotoğraflardan bazı kişilerin çıkmasına, bazılarının ise yer değiştirmesine yansırsa? Reel politikadaki tasfiye hareketlerine, arşiv ve albümlerdeki tasfiyeler eşlik ederse?
Aydınlar ve dar çizgiciler
Hepsi “fitne” ve “münafık” peşindedir; bu bağlamda, Sovyetler Birliği’ndeki sözümona emperyalizm ve kapitalizm ajanı “iç düşman”lara, Çin’de “parti içine sızmış kapitalist yolcular” karşılık gelir ve işin ucu, bizatihî aydın oldukları, bilgili oldukları, bilim sahibi olmaları şüphe ve şaibe konusu edilen, en berbat bir popülizmle “burjuva otoriteleri” diye horlanan akademik ve entellektüellere kadar uzanır.
After the lunch
In days to come, the AKP will need to build the broadest alliances possible in addition to its own core reserves of power. As a corollary it will need to narrow the target and follow a “broad” line, refraining from being side-tracked into creating new fronts.
‘Çizgi’ nedir? ‘Dar’ ve ‘geniş’ çizgiler neye yarar
Çizginin daralmasına, tahammülsüzlüğün tırmanması ve “sapma”lar alanının habire genişlemesi denk düşer. Esnek, yumuşak hedefler ve geniş bir çizgi ile parti-içi ve dışı ilişkilerde hoşgörü; sivri ve tekil hedeflerin doğurduğu dar bir çizgiyle ise katılık ve hoşgörüsüzlük elele gider. Çizgi daraldığı ölçüde, giderek daha az insan çizginin içi veya civarında barınabilir; giderek daha çok insan ise çizgi dışına atılır; bir sapma ve sapkınlık cehennemine düşer. Öte yandan, bu sebep-sonuç ilişkileri illâ hedeften çizgiye, çizgiden partinin iç hayatına akmayabilir. Bazen ve bir ölçüde tersi de olabilir; dar/geniş çizgi tartışması, hareketin başarısından başka hiçbir kıstas gözetmeyen, objektif ve altruistik temellerde yapılabileceği gibi, çok daha bencil “hizip çıkarı” dürtüleriyle de yapılabilir.
I too would have signed that third and last statement
“There can be no democracy without freedom of expression. It is the duty of the university and the academic to share whatever opinions s/he may have adopted through reason and conscience with the rest of his/her society. Criticizing any opinion is a democratic quality whereas penalizing whoever may have expressed it is an authoritarian quality. (…) The greatest harm to a country’s democracy is not to express opinions but to suppress them.”
About Kipling, and not losing my head
Any great work of art or literature, regardless of its starting point, is able to attain greatness to the extent that it can capture a general moment of humanity. Kipling’s promise of becoming “a Man,” too, is not limited to Britain and imperialism, but extends to a wider universality, to an overall human potential. He puts before us, wherever he might be, a certain type of a humble, resilient, self-sufficient, non-ostentatious, in brief a solid and steady modern hero.
Yemekten sonra
Önümüzdeki dönemde AK Parti’nin, “öz gücü”nün ötesinde çok geniş ittifaklara, madalyonun diğer yüzünde “geniş” bir çizgi izlemeye ve hedef daraltmaya; yan pistlere sapıp habire yeni yeni cepheler yaratmamaya ihtiyacı olacak.
O son, üçüncü bildiriye ben de imza atardım
“İfade özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz. Üniversite ve akademisyenin görevi akıl yürütme ve vicdan muhakemesi sonunda vardığı fikirleri toplumuyla paylaşmaktır. Fikrin eleştirilmesi demokrasinin, fikri ifade edenin cezalandırılması ise otoriterliğin niteliğidir. (…) Ülke demokrasisine verilecek en büyük zarar, fikri söylemek değil, fikri ifade ettirmemektir.”
Kipling ve aklını kaçırmamak
Her büyük sanat ve edebiyat eseri, hareket noktası ne olursa olsun sonuçta genel bir insanlık momentini yakalayabildiği ölçüde büyük olur. Kipling’in “adam olma” vaadi de İngiltere ile ve emperyalizmle sınırlı kalmaz; daha geniş bir evrensele, bir insanlık potansiyeline açılır. Önümüze, nerede olursa olsun mütevazi, mütehammil, kendine yeterli, gösterişçilikten uzak, özetle sıkı ve sağlam bir modern kahraman tipini koyar.
Voltaire ve Mill’den özgürlük dersleri (2008’den 2016’ya)
Bazı ilkelerin zamanı hiç geçmez, mücadelesi hiç bitmez. Bugün 1128 öğretim elemanının aykırı (ve benim de tamamen karşı olduğum) bir bildiri yüzünden devlet ve YÖK eliyle maruz bırakıldıklarına benzer şeyleri, ben de 2000 ve sonra 2005 yıllarında Ermeni soykırımına ilişkin görüşlerim nedeniyle yaşamıştım. Benim de aleyhimde epey bir cadı kazanı kaynatılmış ve gergin aylar yaşamam gerekmişti. Üniversitemin yüzde yüz akademik özgürlüğün yanında yer alması sayesinde ve keza AK Parti liderliğinin demokratik bir tavır alıp özgür düşünceye destek vermesinin de etkisiyle, nihayet aşılabilmişti o karabasan. Fakat üstüne bir de 2007 başında Hrant öldürülmüş ve ben neredeyse bir buçuk yıl Amerika’da yarı-sürgün kalmıştım.
Aykırılık ve demokrasi
1128 öğretim elemanının imzaladığı bildiriyi bilgi, fikir, düşünce, tahlil ve sonuç planında külliyen hatâlı buluyorum. Hattâ içinde herhangi bir doğruluk kırıntısı göremiyorum desem yeridir. Madalyonun diğer yüzünde (1) bunları düşünmek ve söylemek de bir hak, demokrasinin bir parçası ve (2) herhangi bir suç içermemekte. Siyasi bakımdan sakat ve alenen eleştirilebilir olmayı, hukukî açıdan suçlanabilir olmakla karıştırmamak lâzım. İnsanlığın tüm düşünce ve bilim tarihi, ilerleme uğruna “yanlış” saydıklarımızın da serbestçe ifade edilmesine olanak tanımak gerektiğine işaret ediyor.
Long before Bakur-Rojava can be reached (3) Please abandon this last insanity to its own solitude
At this point in time, when all their calculations have misfired, and both military defeat and political isolation seem inevitable, Demirtaş is looking for a way out by getting the HDP banned. Indeed, if one is to go by the letter of the law, both his personal statements and the decisions adopted by the DTK decisions are more than enough to get both legal Kurdish parties banned several times over. But this is precisely what he wants; he is trying to extricate a new victimhood, hence a new self-righteousness and perhaps even a social uprising from the shambles. The smart policy is not to give him this opportunity. “Laissez dire, laissez parler” (let him talk, let them say whatever they want). Read this last virtually insane provocation correctly, and abandon the PKK and the HDP to their deepening solitude.
Bir zamanların havanda su döven ‘burjuva devrimi’ tartışmaları
Türkiye’de ciddi bir Marksist tarihçilik hemen hiç olmadı. 1960 ve 70’lerin sol akımları, o yılların kendi hengâmesi içinde, daha çok aşırı-politize edilmiş fraksiyon amatörlüklerini besledi. Bir yandan, üniversiteye intisap etmiş bazı genç heveskârlar, alelacele evrensel tarih şemaları kaleme almaya kalktı. Diğer yandan, bazı örgütlerin resmî “doğru Marksizm” tercihleri, Türkiye’nin yakın tarihini ortodoks şablonlara sığdırma çabasına yol açtı. Bunun karikatür düzeyinde bir tezahürü, Kemalist Devrimin önderliği etrafında kopan kavgalardır.