Yıldıray Oğur

Gofretten darbeyi kimler yedi?

O geceki paranoyak linç yüzünden gazetelerde adı deşifre edilen reklam yazarı Türkiye’yi terk edip ABD’ye yerleşmek zorunda kaldı. O akşam haklarında tahliye kararı verilen 21 gazeteci tahliye edilmedi ve yeniden tutuklandı. Çoğu üç yıldır hala cezaevinde. O geceki linçten ve tehditlerden sonra Ülker, kendi kurduğu Şehir Üniversitesini de yüzüstü bırakarak Türkiye’den uzaklaştı. O gecenin de katkılarıyla sürekli canlı tutulan darbe psikolojisi içinde 15 gün sonra yapılan referandumda “Evet”ler az farkla önde çıktı ve Türkiye’nin yönetim sistemi kökünden değişti.

Has ipek kendini kırdırmaz

Tarih defterlerini sürekli açık tutunca, güncel krizleri tarihi hesaplaşmaların bir parçası gibi gösterince, o kadar büyük laftan sonra diplomasiye şans vermek için sismik araştırma gemisini Akdeniz’den Antalya limanına çekmek gibi yerinde hamleler de bu büyük tarih anlatısı içinde geri adım ya da zayıflık gibi görünür.

11 Eylül’ü de konuşacak mıyız?

“11 Eylül günü olan anarşi, 12 Eylül’de nereye gitti?” gibi polemik cümleleri, aynı silahla bir gün solcu, öteki gün sağcı öldürülüyordu gibi ispatlanmamış iddialar, bu cinayetlerin ülkeyi askeri darbe ortamına hazırlanmak için işlendiğini söyleyen komplo teorileri, darbenin arkasında ABD vardı gibi büyük analizler ileri sürülüp, bu sorulardan yine kaçılacak. Herkesten özeleştiri isteyen solcular, kimseye özeleştiri vermeyen ülkücüler bu karanlık yılların gerçek bir özeleştirisini yapmadan, neden oldukları ve darbeye zemin hazırlayan şiddetle tam olarak yüzleşmeden ulvi davalarına devam edecekler.

Bu zaten kapatılmış hali

Bin yıllık gelenekleri olan tekkeler, tarikatlar hala yaşıyor. Yeraltında daha da güçlendiler. Bölündüler, parçalandılar, içlerinden kült yapılar çıktı. Hatta bu kapatma ve baskı politikaları sayesinde bir de onlara bugün Türkiye siyasetini doğrudan etkileyen, dört yıl önce en büyüğü darbe teşebbüsüne bile kalkışabilmiş dini cemaatler eklendi.

Sıkıcı hakikatler yerine heyecanlı yalanlar…

Ezbere, sahte, siyaseten faydalı hakikatler aynı zamanda hakiki bir yüzleşmenin yapılmasının önündeki de en büyük engel haline geliyor. Karmaşık ve utandıran hakikatler yerine, heyecanlı ve temize çıkaran yalanlar sevildiği sürece de gerçekler ortaya çıkmayacak.

Sırada yerli ve milli hukukun keşfi mi var?

Savunma sanayinde, teknolojide, tarımda yerlilik ve millilik hedefi iyi olabilir ama hukuk, yerlilik ve milliğin iyi olacağı alanlardan biri değil. Türkiye’de hukukun evrensel normlardan uzaklaşıldığında; 367 kararından, baş örtüsü yasağına, siyasi yasaklardan parti kapatma davalarına kadar nasıl yerli ve milli refleksler verebildiğini en iyi törenin yapıldığı salonu dolduran hazirun bilir. Yargının “Bütün milletlere ilham olacak hukuk anlayışı geliştirmek”ten önce, Türkiye’deki 85 milyona güven vermek gibi acil görevleri var.

Adaletin yalancı çoban hikayesi

Her olayın içine jurnalcilik ve ihbarcılıkla hemen polis çağrılıyor. Herkes sevmediği fikirdeki, eylemdeki insanları tutuklatmaya çalışıyor. Karşıt görüşten birini evinden aldırmak bir güç gösterisine dönmüş durumda. Talep artık hürriyette değil, tutuklanmada eşitlik. Hoşumuza gitmeyen her şey bize suç gibi geliyor. Akıl yürütmeyle, kanaatle insanların hayatı hakkında hükümler veriliyor. Kimse delil, karine merak etmiyor.

26 yıl önce “uçaktan düşen bombalar”…

2010 referandumunda “Evet” demek için sadece Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı bile yeterli sebepti. Devleti korumak refleksiyle hareket eden bir yargının değişimini istemek demokratik bir talepti. 20 yıl 38 masum insanın katledilmesini aydınlatmak için uğraşmış Tahir Elçi, hayatının son yılında televizyon ekranlarında, mahkemelerde linç edildi. Bunları yaşamış bir insandan tekrarlaması istenilen cümlelerin ne kadar haksız bir zorlama olduğu herhalde anlaşılmıştır. Uludere katliamında sorumluların hesap vermesi için 2037 yılında bir Anayasa Mahkemesi kararı mı beklenecek?

Kızıl Elma mı, Fatih Portakal mı?

Kızıl Elma Marşı”, bu yılki Malazgirt Zaferi kutlamaları için bestelendi. Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı İletişim Başkanı tarafından paylaşıldı. Milyonları aşan izlenme oranlarına ulaştı.Kızıl Elma, Ömer Seyfettin’in meşhur hikayesinde anlattığı gibi aslında bilinmeyen ortak bir gayeye tekabül ediyor.

Sevinmiyorlar diye sevinmek…

Bu sevince gölge düşüren pek çok etken vardı çünkü. En başta “doğalgaz bulundu” hikayesi yalancı çoban hikayesine dönmüştü. Son sekiz yılda her seçim öncesi Türkiye’nin farklı bölgelerinde bulunan doğal gaz miktarı 21 trilyon metre küpe ulaşmıştı. Bunun 20 trilyonu geçen yıl yerel seçimlerden önce Ahaber tarafından Tekirdağ’da bulunmuştu. Rakamlara bakılırsa Türkiye’nin dünyada Rusya, İran ve Katar’dan sonra dördüncü doğalgaz ülkesi olması gerekiyordu. İnsanlar doğal olarak habere kuşkuyla yaklaştılar.

İktidar bir PR faaliyeti midir?

İktidarlar sadece PR faaliyetiyle, propaganda makinesinin gerçekleri ters yüz etmesiyle ayakta kalamaz ve ikna edici olamaz. Bunun bu yüzyıldaki en güçlü delili, siyasi propagandanın en profesyonelini yapmış Sovyetlerin yaşadıkları.

Neresi iç, neresi dış karışınca…

Türkiye’de giderek artan biçimde dış politika iç politikanın bir parçası. Neresi iç, neresi dış karışınca, diplomasi ile polemik de birbirine karışıyor, Macron’la Kılıçdaroğlu’yla konuşur gibi konuşmaya başlayınca da işler çıkmaza giriyor. Böyle bir dış politikada meydan okumalar herkese açık canlı yayınlarda izlenirken, diplomatik hamleler, geri adımlar, uzlaşmalar ancak şifreli kanallardan takip edebiliyor.

Türkiye ‘üçüncü dünya döngüsü’ne mi giriyor?

Tabii doğrudan “ekonominizi mahvederdim” diye tehdit etmiş hala görevde olan ABD Başkanı varken ve onunla ilişkiler bir dört yıl daha seçilmesi için duacı olunacak düzeyde iyiyken, dört yıldır görevde olmayan bir başkan adayının aranan dış mihrak olarak ilan edilmesi tuhaf. Ama daha tuhaf olan 70 yıllık bir demokratik rejime sahip olan Türkiye’nin gittikçe daha fazla bir üçüncü dünya ülkesi gibi davranmaya başlaması ve öyle muamele görmesi.

Türkiye’nin tekinsizlik sorunu

Bir anda her şeyin tepetaklak olma ihtimali, iyilerin kötü, kötülerin iyi , kahramanların hain, hainlerin kahraman haline gelme hızı, neyin suç, neyin özgürlük olduğunun sık sık değişmesi Türkiye’nin tekin olmadığı fikrini güçlendiriyor.

Lübnanlılar da mı vatan haini?

Lübnanlıları vatan hainliğiyle suçlamayı bırakıp, çaresiz kalınca akıllarına neden kapı komşuları, aynı kültürün parçası oldukları, yüzlerce yıl birlikte yaşadıkları, çoğunun dindaşı olan Türkiye değil de Fransa geliyor sorusunun üzerinde düşünmek gerek.

Virüs nasıl 1000’in üzerine çıktı?

4 Ağustos günü Almanya, daha önce Alman Sağlık Bakanı’nın söylediği gibi, Türkiye genelinin vaka sayısını değil, bölgesel olarak açıklanan vaka sayılarını inceledi ve vaka sayıları düşük görülen İzmir, Manisa, Aydın ve Antalya'ya seyahat kısıtlaması kaldırıldı. Aynı günün akşamı da Türkiye’deki günlük vaka sayısı birden 995’ten 1083’e çıktı ve günlerdir de 1100’ün üzerinde seyrediyor.

Virüs nasıl 900’lerde takıldı?

Tedbirler azaldıkça, vaka sayıları arttı. Hastanelerde gözle görünen doluluk oranları, uyarı için yerel yöneticilerin yaptıkları açıklamalar ile resmi rakamlar arasındaki fark artık saklanamaz hale gelince de vatandaşların resmi rakamlara güveni azaldı.

Ya toplumsal sözleşme ne olacak?

İstanbul Sözleşmesi’nin ahlaksızlığa neden olduğunu iddia edenler, kınından çıkarılan kılıçlar gibi zamanı geldiğinde sandıklardan çıkarılan hakiki fikirlerin toplumda muhafazakarlara karşı nasıl bir güvensizlik yarattığını, güç ilişkilerine göre bu pozisyon değişimlerinin kamusal ahlaka nasıl kalıcı zararlar verdiğini pek umursamıyor.

Bu zaten bizim hikayemiz…

Hürriyet, Müsavat, Adalet, Uhuvvet diyerek İkinci Meşrutiyet’i ilan etmek, partiler kurup, seçim yapmak, basın özgürlüğü, sendikal haklar için yasalar çıkarmak başkalarının hikayeleri oluyor da, istibdad, sansür, jurnalcilik, Meclis’i tatile göndermek, anayasayı rafa kaldırmak, insanları haksız yere tutuklamak, sürgüne göndermek tehcir mi bizim hikayemiz oluyor?

Ey oğul, Osman Bey…

Tarık Buğra, Beşir Ayvazoğlu’nun olağanüstü biyografisi ‘Büyük Ağa Tarık Buğra’da anlattığı gibi yalnız, bağımsız bir entelektüeldi. Milliyetçi çevrelerde bulunmuş ama hamaset ve siyaset rüzgarlarına kapılmamıştı. Belki ortada kalmış bir yazar olduğu için bugün kitaplarının bir kısmını Ötüken’de bir kısmını İletişim Yayınları’nda bulmak mümkün. Ne hazindir ki kızı Prof. Ayşe Buğra’nın 1988 yılında evlendiği damadı Osman Kavala, onun erken cumhuriyet dönemini anlatan romanlarındaki gibi haksızlıklarla boğuşuyor 1000 gündür.

Nerede o eski CHP?

Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmaktan bahseden, başörtüsü yasağında yanlış yaptık diyen Kılıçdaroğlu’na açılmayan krediler, en ufak bir özeleştiri yapmamış eskinin bu laikçi CHP’lilerine açılıyor.

Peki, Ayasofya bundan sonra ne olacak?

Ayasofya’nın müze olduğu yıllarda Türkiye’de dindarlık ve İslamcılık yükselişteydi, Ayasofya cami olarak açılırken ise hem siyaseten hem de sosyal olarak heyecanını kaybetmiş, inişe geçmiş bir muhafazakarlık ve İslamcılık var.

Ne yani internet denetimsiz mi kalsın?

Yani özetle; sosyal medya paylaşımları yüzünden bu kadar çok insan hapisteyken, her gün yeni insanlar bu yüzden gözaltına alınırken, bu kadar çok site, hesap kapalıyken, daha Wikipedia bile bir kaç ay önce açılmışken, Türkiye’de internet denetimsizmiş gibi konuşmak da, bizdeki düzenlemeyi Almanya ve Fransa ile kıyaslamak da epey ayıp oluyor.

Huysuz Virjin yerli ve milli değil miydi?

Trabzonlu dindar bir aileden gelip, kendisine Ermeni bir kantocunun adını seçerek, kadın kılığında Ramazan eğlencelerinde sahneye çıkmış Huysuz Virjin’in hikayesi, bu toplumdaki çeşitliliği, onu bir kalıba dökmenin imkansızlığını çok iyi anlatıyor.

Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra…

“O referandum kampanyası için tutuklandım. Çünkü Türkiye iktidarı Almanya’nın Başbakanının, Dışişleri Bakanının benim hakkımda konuştuğunu önceden görmüşlerdi, Almanya hükümetinin bunu ne kadar önemsediğini fark etmişlerdi. Şunu düşünmüş olmalılar; buradan bize ekmek çıkar.”

Adalet Hanım’ın dar zamanı…

91 yaşında bile, “Keşke bu kadar çok yaşayıp, dünyanın bu halini görmeseydim” dediği son aylarında verdiği son röportajında kendi kendisini acımasızca eleştirmekten geri durmadı. Türkiye ortalamasının çok üstünde bir fikri olgunluğa ve entelektüel ahlaka sahipti.

Peki zincirler kırıldı mı?

Bırakın muhalifleri, zamanında bütün bu sloganları atmış, mahzun Ayasofya fotoğraflarıyla hüzünlenmiş insanların bile tek bir tweet atarken kırk kere düşündüğü, adaletsizliklerin, kayırmacılıkların çıplak gözlerle görünür hale geldiği bir ülkede yeni nesilleri zincirlerin kırıldığına ikna etmek mümkün mü?

1934’den 2020’ye Ayasofya ve Türkiye; değişenler, değişmeyenler

Ayasofya’yı bir anda ihtiyaca binaen cami yapıveren bu 30’lardan kalma karar alma teknolojisiyle, daha bir hafta önce, şimdi Fatih’in 600 yıl önceki vakıf senedindeki bedduanın lanetinden kurtulduğumuza şükredenlerin alkışları arasında, 40 yıllık muhafazakar bir vakfın üniversitesi kapatıldı.

Yüksek ahlak, ileri teknoloji ve patlama!

İşçiler sigortasız ve asgari ücretle çalıştırıldıklarını söylüyor, tedbirsizlikten şikayet ediyordu. Daha önce fabrikada 2.5 yıl çalışmış ve son patlamada fabrika işçisi yengesini kaybetmiş Sultan Doğan’ın sözleri şartları özetliyor: “Paramızı vermiyorlardı, her taraf ilaçtı, baruttu. Bunları söylüyoruz, müdür küfürlü konuşuyor. Ben şikayetçiyim, yengemi yiyen onlar göz göre göre. Hiçbir tedbir yok.”

Bu ‘cazip’ teklife ne denecek?

Türkiye’nin daha fazla ‘bizim’ olması, yıllarca eksikliğinden şikayet edilmiş demokrasinin, ifade hürriyetinin büyük boşluğunu doldurabilecek mi? Başkasının baskılanmasından, kısıtlanmasından elde edecek kazanımların kimseye hayrı dokunur mu? Demokrasinin, adaletin, ekonominin gerilediği bir ülkede, İslami, yerli, milli kazanımların ömrü ne kadar olur, karşı tarafta bir rövanş duygusu yaratmaz mı?