Yıldıray Oğur

Ayasofya İsmail Hoca’ya havale…

Peki neden bu kadar kestirme yol varken, sonucun ne çıkacağı belirsiz Danıştay kararının beklenmesi tercih edildi? Buna verilen cevaplardan biri iktidarın böylesine kritik, tartışmalı bir konuyu kendi tasarrufuyla değil, Danıştay eliyle karara bağlamak istiyor olması. Ama akla gelen bir diğer cevap ise aslında AK Parti iktidarının ve Cumhurbaşkanı’nın Ayasofya ile ilgili bir adım atma konusunda o kadar da hevesli olmadığı.

Kilise, cami, müze ve koz

921 yıl kilise, 482 yıl cami, 85 yıl müze olarak hizmet veren Ayasofya, son 50 yıldır da siyasetçilerin seçimlerdeki kozu ya da uluslararası ilişkilerdeki kartı haline gelmiş durumda. Halbuki bir Bakanlar Kurulu kararıyla müze olan Ayasofya, yine bir bakanlar kurulu kararıyla kolaylıkla camiye çevrilebilir. Ama o zaman bir kart ya da koz olma vasfını kaybeder.

Devleti yaşat ki devlet yaşasın!

İktidar sahiplerinden bu mesajı alan devletin memurlarının, kolluk güçlerinin artık kendilerini hesap veren değil hesap soran makamında hissetmesi, hukuka değil, yöneticilerine bağlılık duyması, karşılaştıkları suçlamalar karşısında ilk reflekslerinin savunmaya geçmek olması o yüzden şaşırtıcı değil.

Elalemin kaosunda barikat kurmak…

Türkiye’de yaşanan benzer bir polis şiddeti vakası ve patlak veren gösterilerle ilgili herhangi bir yabancı ülke lideri böyle tweetler atsaydı, çoktan “kaos planı”nın faturası o ülkeye çıkarılmıştı. Neyse ki Amerikalılar gösterilerin arkasında Türkiye olduğunu henüz söylemedi.

O kadarcık darbeciliğin aramızda lafı olur mu?

Türkeş’i bugün siyaseten 27 Mayıs’tan, Yassıada Mahkemeleri’nden azade etmeye çalışmak için arşivlerde epey bir temizlik yapmak, anıları yeniden yazmak, gazete manşetlerini değiştirmek, radyo ses kayıtlarını yok etmek gerekecek.

Demokrasi ve Özgürlükler Adası’nda bir gün…

Bugün muhafazakarlar bu berbat tecrübelerden ders çıkarmayıp, elde ettikleri iktidarda kendilerini devletin sahibi olarak görerek herkese nizam vermeye çalışıyorsa, bunda bu travmalarla yeterince yüzleşilmemesinin, bir daha tekrarlanmayacağı konusunda ortak bir mutabakata varılmamasının, buralardan ilkeler ve prensipler çıkarılmamasının ve bu yüzden herkesin tetikte beklemesinin katkısı büyük.

Bayram ziyareti deyip geçme…

Bugün iktidar ortağı AK Parti ve MHP, HDP dışında kendi içlerinden kopmuş partilerle de bayramlarda bile bir araya gelemeyecek bir sekterliğe kendilerini hapsetmiş durumda. CHP ise uzun süredir yaşadığı değişimle bütün partilerle diyalog kurabilen esnek bir partiye dönüşmüş, siyasetin merkezine doğru gelmiş görünüyor.

Youtube’dan alınan neticeler…

Bugün artık birkaç televizyon dışında herkes kendi kanalında fikirdaşlar arası kapalı devre yayınlar yapıyor. 90’larda televizyonlara çıkabilen insanların çoğu ya yasaklı konuk listelerinde ya hapishanede ya da sürgünde.

Bir radyodan soykırıma giden yollar…

Soykırım suçlusunun, zannedildiği gibi yıllardır Kenya’da değil, frankofon Hutulara verdiği destek ve soykırım sırasındaki inkarcı siyaseti yüzünden suçlanan ve özür dilemek zorunda kalmış Fransa’nın başkentinde sahte bir kimlikle yakalanması Ruanda’nın trajik tarihiyle ilgili Avrupa’nın kara defterine bir sayfa daha ekledi.

Ya HDP yerel seçimlerde İmralı’yı dinleseydi?

Bugün HDP’liler diğer partilerin ittifak içinde onlarla yana görünmek istememesinden, yalnız bırakılmaktan şikayet ederken, yüzde 13 oy almış, ülkenin üçüncü partisiyken neden meşruiyet için başkalarının desteğine bu kadar muhtaç hale geldiklerine herhalde cevap arıyorlardır.

Büyüyen davalar, küçülen insanlar…

Siyasi parti yerini kutlu davaya bıraktıkça da karşısındakiler kolayca siyasi rakipten düşmana dönüşüyor. Çünkü bu kutlu davayı, İslam, Türk milleti, insanlık için verilen mücadeleyi eleştirmeye sadece muhalefet demek yetmiyor, bu ancak ihanet olabilir.

O kitabı okuduğunuza emin misiniz?

İnsan, Tarihe Tanıklığım’ı yeniden okuyunca, Türkiye’yi Aliya’yı “Bilge Kral” olarak gören insanların yönettiğine, bu kitabın Türkiye’de 23 baskı yaptığına inanası gelmiyor. Onun fikirlerini ve hayatıyla ortaya koyduklarını anlamak ve ondan ders çıkarmak bir tarafa bugün Türkiye’de Aliya’nın komünist Yugoslavya’da yaşadığı hukuksuzlukların benzerleri her gün birilerine yaşatılıyor.

Adalet Ahmet’e neden acımadı?

Taşrada daha da ölçüsüz olabilen, adamına göre işleyen bu yargılamalar sürdükçe daha çok sayıda Ahmet arada kalacak. Bu yapısal sorun kamuoyunun dikkatini ise ancak küçük bir çocuğun hayatı söz konusu olduğunda çekebilecek.

Siyaseten ‘boş’ yapmak

“CHP olarak 90 yıldır seçimlere girip çıkarız. Yeneriz, yeniliriz ama asla darbecilere yenilmeyiz, darbecilere teslim olmayız. Son yapılan seçimlerde ana muhalefet olma görevini vermişti. Halkımız yapılacak bir demokratik seçimde CHP’ye bir başka görev verene kadar, iktidar olur muhalefet olur, Türkiye’nin ve bu parlamentonun ana muhalefet partisiyiz, demokrasiye ve parlamentoya sonuna kadar bağılıyız.”

Öyle bir zaman gelecek ki…

Ama bu karar Yavruvatan kadar Anavatan’dakileri de düşündürmeli. En çok da bir zamanlar Besim Tibuk’un benzer sert ifadelerle, yine böyle dalga geçerek askerleri, dönemin hükümetlerini eleştirmesiyle çok mutlu olmuş, kendini iyi hissetmiş dindarları. Besim Tibuk’un konuşması yüzünden RTÜK’ün kanal kapattığı günün akşamında, Doğu Perinçek’in Ahaber’e çıkarak hükümeti destekleyen açıklamalar yapması ise tarihi bir ironi oldu.

Ülkeyi paylaşmak zorundayım… Ülkeyi paylaşmak zorundasın…

“İslam hoşgörü dinidir” sözlerinin, Mevlanalı, Yunuslu cümlelerin yerini, ne zaman “Din bu, beğenmiyorsan çık” tekfirciliği aldı? Tabii ki din değişmedi ama güç ilişkileri, siyasi tercihler değişti. Muhalefetteyken, zayıfken ya da iktidarda olup henüz tam muktedir değilken kullanılan ikna dili, hoşgörü söylemi, laik argümanlar, sorgusuz iktidar konforunda yerini büyük bir özgüvenle “burada bizim dediğimiz olur”a bırakıverdi.

Bir zamanların adem-i merkeziyetçilerine ne oldu?

Vakıflara kurban derisi bile toplatmayan, 99 depremi için yardım götürenleri siyasi fikirleri yüzünden engelleyen bir devletin yıllarca mağduru olmuş muhafazakarların, yerel yönetimlerde karşılaştıkları onca engellemeden sonra iktidar yıllarındaki bir salgın sırasında sırf muhalif partili başkanlar yönetiyor diye belediyelerin yardım toplamasını , ekmek dağıtmasını dahi engelleyip, bir de üstüne bu yüzden belediyeleri paralel devlete, PKK’ya, FETÖ’ye benzetmesini zıddına dönmekle bile açıklamak kolay değil.

100 yıl önceden bir anket…

100 yıl önce başkentin güvenlik için Ankara’dan taşınması gereken karanlık günlerden geçerken bu ankete cevap vermiş milletvekilleri, herhalde 100 yıl sonra aynı konuların konuşulmaya devam edeceğini düşünemezdi.

Sevinin küçükler ama övünmeyin büyükler…

Ali Şükrü Beyler, Hüseyin Avni Beyler, Abdülkadir Kemali Beyler, Feridun Fikri Beyler bugün yaşasalar nerede olurlardı, seslerini bu kadar çıkarabilirler miydi, başlarına neler gelirdi, hangi suçlamaları işitirlerdi? İşte bu soruların cevapları, 100 yıl sonra demokrasimizin, Meclisimizin geldiği yeri de gösteriyor. Darbelerle iki kez kapatılmış, bir kez bombalanmış ama her zaman siyasetin merkezi olmuş TBMM, 100’üncü yıldönümünü, 2017’de yetkileri budanmış, sesi kısılmış halde, tarihinin en güçsüz Meclis’i olarak kutluyor.

“Devleti milletiyle ayrıştıran” bir haber

 Britanya Başbakanı Boris Johnson’ın koltuğunu dün Sunday Times gazetesinde çıkan  "Koronavirüs: İngiltere'nin felakete uyurgezer bir halde yürüdüğü 38 gün"  başlıklı uzun haber sallıyor. Habere göre...

Şehir, Kırşehir oldu…

66 yıl önce siyasi intikam için koca bir şehir cezalandırılmıştı, şimdi de ülkenin en iyi üniversitelerinden Şehir Üniversitesi cezalandırılıyor. Meclis zabıtları yine yerli yerinde duruyor. Kimin bu kararı nasıl savunduğu, kimlerin karşı çıktığı nesiller boyu okunacak. Şehir’in hikayesi de Kırşehir’inki gibi siyasi tarihimizin ibretlik bir olayı olarak anlatılmaya devam edilecek.

Adaletin sesi neden mi duyulmuyor?

İnfaz yasasında siyasi tutukluların dahil olmamasını eleştirirken ODA TV yazarlarının adını verip Ahmet Altan’ı, Demirtaş’ı, Kavala’yı örnek veremeyenlerin, herkesin terörist diye suçlanmasına itiraz ederken, sevmedikleri bir İslamcı cemaatin liderine terörist diyebilenlerin, attıkları tweetler yüzünden cumhurbaşkanına hakaretten insanların tutuklanmasına karşı çıkarken, Atatürk’e hakaretten stand-upçıların tutuklanmasına destek verenlerin iktidarı eleştirmeye ne kadar hakkı olabilir?

‘Bidon kafalılar’a bir ‘Mukaddime’

İnsan karar veremiyor hangisi daha hazin? Senelerce bidon kafalılar edebiyatının mağduru olduklarını unutup, devletperestlikte kusurları halkta bulma aşamasına gelmeleri mi? İbn Haldun’un konuyla ilgisiz bir sözünü bulup kullanırken bir kişinin bile merak edip kitabı açıp bakmaması mı? Yoksa bunun çaresiz kalmış insanları cehalet, eğitimsizlik ve bilinçsizlikle suçlarken yapılması mı daha hazin?

“Ölsün”

Ama on adet konuşmasının delil olduğu bir iddianameyle terör örgütü üyeliğinden 15 yıl hapis cezası almış, bundan dört yıl öncesine kadar Meclis’in en aktif grup başkanvekilinin adı kürsüde “Hapiste ölsün mü” diye telaffuz edilince iktidar sıralarından yükselen “Ölsün” sesi, bu devrin empatiyi atının terkisine atmış orijinal bir içeriği olarak zabıtlardaki yerini aldı.

Makarnaya boğulmayı beklerken…

Üstelik devletin başlattığı bir yardım kampanyası için, savaş şartlarında çıkarılmış ağır vergileri örnek göstermek yanlış anlaşılmalara da davetiye çıkarabilir. Bugünlerde vatandaşlar devletten daha fazla fedakarlık mesajları değil, kendilerini rahatlatacak, yanlarında olduğunu hissettirecek sözler duymak isterler.

Bunu bize bir virüs yapmış olabilir mi?

Komplo teorilerine inanmayacak kadar rasyonel düşünenlerin bir kısmı ise yine siyasi ve ideolojik meşreplerine göre virüsün bize ve dünyaya bir mesaj verdiğini iddia ediyorlar. Kimi kapitalizmi suçluyor, kimi otoriter rejimleri, kimi tüketim toplumunu, kimi çevresel yıkımı. Irklar, milletler, dinler, medeniyetler, kültürler, devletler bir virüs karşısında eşit durumda. Hiçbirinin diğerinden bir farkı, fazlalığı yok. Çaresizlikte eşitlenmiş durumdalar.

Asla affedilemeyenler….

Yine bir darbe sonrası hapishaneler tıklım tıklım dolu. Üstelik bu kez affın gerekçesi bütün dünyada yayılan bir salgından cezaevlerindeki insanları korumak. Ama virüs siyasi tutuklu/hükümlü, adli tutuklu/hükümlü ayrımı yapmazken, infaz düzenlemesi yapıyor. Çünkü elli yıl sonra yine herhangi bir şiddet eylemine katılmamış, fikirleri, tercihleri yüzünden hapiste olan on binlerce siyasi tutuklu, adli tutuklulardan daha tehlikeli görülüyor.

Biz bize nasıl yeterdik?

Hükümetlerin birinci görevi de başka hiçbir etki altına kalmadan hayatlarını sürdürebilmeleri ve işlerini özgürce yapabilmeleri için onlara bağlanmış maaşlarından feragat etmek değil, bu vergileri iyi yönetmek, yüzyılda bir ya da iki kez yaşanacak böyle kriz günlerinde devreye sokulacak kaynakları har vurup harman savurmamak.

Şimdilik bulunmuş tek çaresi: Şeffaflık

“Gerçekler güçlendirir. Gerçekler cesaret kırıcı olsalar bile, gerçeği bilmemek daha kötüdür. Sadece seçilmiş gerçekleri değil, bütün gerçekleri New Yorklulara vermeye devam edeceğime söz veriyorum.” New York valisinin ülkedeki durumu bütün çıplaklığıyla anlatması ülkeyi üç beş bin solunum cihazına, hastane yatağına muhtaçmış gibi göstermesi Amerikalı cumhuriyetçilerin pek hoşuna gitmiyor.

Türkiye’nin ‘hasta sıfır’ı kim?

Türkiye’de koronavirüs nedeniyle 12 köy ve beldenin hali hazırda karantinada olduğunu bile önceki gün İçişleri Bakanı televizyondan açıklayınca öğrendik. Karantina altına alındığı açıklanan Rize’nin ulaşımı en zor beldesi Kendirli ve çevresindeki köylere virüsün, koah hastası olan bir bakkalın Rize’de hastaneden virüs kapmasıyla yayıldığı düşünülüyor.