Bu hafta Lübnan’da aynı anda binlerce çağrı cihazı ve telsiz patladı, çocuklar ve sağlık görevlileri de dahil 37 kişi hayatını kaybetti. İsrail sanılanın aksine üstün bir teknolojiyle elektronik cihazları uzaktan patlatmamış, 28 yıllık bir bubi tuzağı taktiğini kullanarak paravan şirketler aracılığıyla Hizbullah’ı kandırmış ve çağrı cihazlarının bataryasına patlayıcı madde yerleştirmişti. İsrail’in uluslararası hukuka aykırı bu saldırısını nasıl yaptığını anlamak için Tayvan’dan Macaristan’a, Norveç’ten Bulgaristan’a gitmek, ilk bakışta olayla alakasız gibi duran tuhaf profillerin izini sürmek gerekiyor.
Rakı içmek muhtemelen Tanpınar’dan önce de bir çeşit işaret sayılıyordu. Hatta belki de elit çevrelerde mutaassıp olmadığını göstermenin bir yoluydu. Rakı içen birini içmeyene göre daha açık görüşlü saymak da bir çeşit taassup… Ancak insan olarak ön yargıyla malül mahluklarız. Böyle bakınca ana muhalefet partisi liderinin bu ayrımı, bu adı konmamış çizgiyi akla getiren açıklaması insanı şaşırtıyor.
Kazan / kazan sadece etik değil, aynı zamanda başarılı ve işe yarayan bir stratejidir. Herkes kazanıyorsa, herkes sonucu benimser ve kararlara sadık kalır. 30 yıl kadar önce, İstanbul’un trafiği her zaman keşmekeş, tam kördüğümdü. Herkes diğerlerinin önüne geçmek için davranırdı ve trafik, kolay kolay çözülemeyecek bir çıkmaza girerdi. Fakat İstanbullular, sanırım bu yaklaşımın herkesin zararına olduğunu fark ettiler; artık çoğu şoför, kazan / kazan formülü olarak fermuarlama yöntemine riayet ediyor: İki şerit tek şeride düşüyorsa, sırayla bir o şeritten, bir bu şeritten ilerliyorlar. Trafikte herkesin hedefine bir an önce ulaşma arzusuna bu tarz bir yaratıcı karşılık, daha barışçıl bir trafiğin yanısıra, daha barışçıl bir zihniyet imkanı da ortaya koyar.
19. yüzyılın son çeyreğiyle (Abdülhamid) 21. yüzyılın ilk çeyreği (Erdoğan) İslam’ın devlet propagandasıyla ve gayretiyle yükseltilmeye çalışıldığı dönemler olarak öne çıktı. Buna mukabil bu iki dönem arasında yer alan bir yüzyıl boyunca İslam devlet tarafından desteklenen değil, baskılanan bir tarih yaşadı. Çelişkili gibi görünse de, dine yöneliş İslam’ın gürültülü propaganda yılları olan birinci ve üçüncü dönemlerde değil de devlet baskısı altında sessizce yaşandığı ikinci dönemde arttı.
1961’deki bu seçim sonucu; Türkiye toplumunun şiddet karşısında geri çekildiği, sessizleştiği ve yeteri kadar direnç göstermediği teorisini bence geçersiz kılıyor. Düşünün, idamların üzerinden daha bir ay geçmemiş, devletin tepesindeki insanlar idam edilmiş, aynı ekipten diğer birçok isim de ağır ceza tehdidi altında. İşte böyle bir noktada toplum ayağa kalkıyor ve gerçeği savunuyor. Bu açıdan 15 Ekim toplumumuzun rüştünü ispat ettiği, darbecilere dur dediği bir gün.