Adaya yıllar önce gelip yerleşmişler ve şehirliden farklı bir yaşam ve davranış biçimi geliştirmişler. İşte bu insanların sesine kulak vermelisiniz. Gördüğünüz gibi, protestoları bırakıp gitmediler. Adalı ısrarcıdır… Sessiz gibi görünür gerektiğinde hak aramak için harekete geçer. Adalı olmak farklı bir yaşam tarzını benimsemektir. Bunu anlamak gerek.
Bu ülke, “Yaşasın hayat!” diyemeyenlerin ülkesi. Hayat değil, ölüm kutsanıyor bu ülkede. İhmallere bir şekilde mazeret bulunuyor, karartılamaz hale geldiği durumlarda ise kabahat sorumlulara değil ‘kader’e ve ‘fıtrat’a yazılıyor. Bu ülkede bir çığlığa, bir haykırışa ve silkinişe ihtiyacımız var. “Yaşasın hayat!” diyen ve önlenebilir her ölüm için sorumlulardan hesap soran bir haykırış ve silkinişe...Yaşasın hayat! Kahrolsun sorumsuzluk!
Maçtan sonra İngiliz hoca, kendine uzatılan mikrofonlara, İspanya’nın kupanın en iyi takımı olduğunu, finalde de çok iyi bir futbol sergilediklerini ve şampiyonluğu sonuna kadar hak ettiklerini söyler. Herkesin duygularına tercüman olur. Gerçekten de sağından soluna, sıkı taraftarından göz ucuyla bakanına, uzmanından müptelasına herkes, ilk gününden son gününe kadar kupaya İspanya’nın futbolu damga vurduğu ve şampiyonluk tacının İspanya’nın hakkı olduğu noktasında hemfikirdi. Böylesine bir uzlaşı, futbolda çok rastlanılır bir şey değildir!
Edirne’deki tarihî Mihran Hanım Konağı’nda düzenlenen törende iki yazar koltuğu konmuştu. Birinde Yiğit oturuyordu; diğer koltuk, Selahattin beyinki, boştu… şimdilik. Arafta Düet’in sonunda, kitabın iki yazarı, Yiğit ve Selahattin bey, uzun uzun “politik kurtlarını dökerek” düette senkronize oluyorlar. Fakat bence bu düetin hâlâ bir eksik yanı var: Yazarların biri kitabı kendi derisinin içinde yazmış, diğeri giysileri içinde.
Ruşen Eşref’in elli sayfalık bir kitapçığıyla karşılaştım: Çanakkale’de Savaşanlar Dediler ki. Muharebe esnasında insan bir şey düşünebiliyor mu diye soruyor Ruşen Eşref görüşmecilerinden birine. Hüseyin oğlu Mustafa Onbaşı cevaplıyor: “Hiçbir şey düşünemiyor. Yalnız korkmuyor. O ateşin içinde öleceğini mi kalacağını mı bilmiyorsun. Zabitlerimiz bize tenbih ederdi ki: ‘Oğlum, Selaten Tüncina’yı okuyun.’ derdiler. Bilenlerimiz okurdu. Bilmeyenlerimiz de tekbir alırdı.”