Bir akademisyen olarak benim hissiyatım ülkemizde de beşerî bilimlerin zayıfladığı yönünde. Mühendislikler ve tıp fakülteleri olan üniversitelerde bunlar üniversiteyi domine ediyor. Diğer taraftan ülkemizde sosyal bilimler ile beşerî bilimler ayrımı çok iyi anlaşılmadığı için mühendislik olmayan üniversitelerde de işletme, psikoloji ya da iktisat gibi sosyal bilimler beşeri bilimleri domine ediyor. Sadece bir avuç alana hâkim adamın okuyacağı ve muhtemelen 20 yıl sonra unutulacak teknik makaleler, endekslerde yer aldıkları için uzun vadede daha etkili olacak kitaplara tercih ediliyor. Beşerî bilimlerde yazan akademisyenlerin de bu yola girmesi sağlanmaya çalışılıyor. Ne yazık ki ülkemizde akademik kurumlar bile bu iki ayrı disiplinin doğası ve çıktılarının farklı olduğunun farkında değiller.
Otoriterliğin sistemleştiği siyasi koşullarda kalıcı değişimlerin ancak toplumun aktif özne olduğu durumlarda gerçekleşebileceğini düşünenler için sevimsiz bir hakikatle karşı karşıyayız: Toplum bunu yapabilecek güçte değil, dolayısıyla kendine güvenmiyor ve topluma “ama sen de benimle geleceksin” bile demeden öne atılacak bir ‘kurtarıcı’ lider arıyor… Böyle bir lider zuhur etmeden toplum potansiyel gücünün farkına varmayacak ve o güç kuvveden fiile çıkmayacak.
Amedspor’un tek yanlı oyunu, sahaya su ve yabancı madde atan kimi taraftarların düzeyine “şıp” diye kalıp gibi uygun düşüyordu. Maça ve sahaya bu kötülüğü...
12 Mart döneminin THKO’suna, THKP-C’sine, TİİKP’sine, TİKKO’suna kıyasla hem çok daha ciddî ve sabırlı, hem çok daha zalim, katı ve hunhar davrandı Apocular, silâhlı mücadele konusunda. Öyle gidip hemen dağa çıkmadılar. Uzun bir kuruluş ve örgütlenme sürecinden geçtiler. Çevrelerini bütün olası rakiplerinden, her türlü “yabancı” unsurdan öldürerek ve kaçırtarak temizlediler. Böyle ün saldılar o aşamada: acımasızlıklarıyla. Türk solcularınca sevilmediler, beğenilmediler; nefret edildiler daha çok. Ama kendilerine yer açtılar. Görece güvenilir üs bölgeleri edindiler. 12 Eylül geldi. Diyarbakır Cezaevi cehennemi yaşandı. Devletin dehşeti, PKK’nın tek çare diye görülen karşı-şiddetine kayışı hızlandırdı. Gerek güneydoğu sınırına bitişik Arap Sosyalizmi diktatörlükleriyle, gerek bazı Filistin örgütleriyle anlaştılar. Finansman ve donanım olanakları buldular. Kamplar kurdular. Ancak ondan sonra, 1984’teki Eruh ve Şemdinli saldırılarıyla gerçekten gerilla savaşına başladılar.
Demirtaş’ın “Korkma! Barış” yazısına iki temel eleştiri geliyor: “Ne değişti veya ne kazandık da barış” ve ‘Neden bağımsızlık veya farklı statülerde ısrar yok.” İlk eleştiri barış olmadığı için kaybedilenleri görmüyor. İkinci eleştiri ise o statü ve bağımsızlık için zaten her şeyin yapıldığını... Çok daha iyi şartlarda olan Irak Kürdistanı ve Katalanlara bile dünyanın vermediğini Rojavalı Kürtlere verileceği mi düşünülüyor? Yani o eleştirdiniz her şey denendi ama sahici bir barış denenmedi. İşte Demirtaş da o yüzden “Korkma, Barış” diyor.