Böyle yoksun bir âlemde “mülksüzleşme” dört duvar arasına yahut depremlerin, felâketlerin, ekonominin enkazlarına sığan bir kelime, kavram değil. Sözlükte memlekete, âleme, devlete, bir sahiplik alanına uzanıyor anlam yelpazesi. Yerinden yurdundan olmak, işini, gücünü, gelirini, var olan yahut varsayılan “hayat”ını yitirmek de onun haznesinde. Bu geniş alanda demokratik haklar, söz hakkı da bir “mülk”.
Güzin Sarıoğlu’nun Taha Duymaz yazısını (19 Şubat 2023) okuduğumda düşündüm; bu bir tür köylü kroniği aslında. Daha doğrusu, Taha Duymaz’ın hayatı zaten bir köylü kroniği de, Sarıoğlu üslûbuyla, anlatımıyla, yirmi yıldan ibaret bir yaşam öyküsünün satırbaşlarını veriş tarzıyla bunu iyice hissettiriyor insana. Yazının popülerliği, rekor düzeyde okunması da biraz, yakaladığı bu epik-trajik damarla ilgili olmalı. Oysa janrın genelinde bu yok. Özellikle devletten ve hâkim sınıflardan kaynaklanan kroniklerde hiç yok. O kerte, bireysel devamlılığa, iç dünyalara, kişisel özlem ve acılara açılmıyor.
Medya okur-yazarlığı herkesin bildiği üzere sahip olunması icap eden çok önemli bir özellik oldu. Her duyduğuna, her okuduğuna, her gördüğüne inanma! Bu makalede elbette ki medya okur-yazarlığının dört başı mamur nasıl elde edilebileceğini anlatmayacağım. Sadece çok kısaca, bir fikirle karşılaştığımızda onun komplo teorisi olup olmadığını nasıl anlayabiliriz ile ilgili ipuçları vermeye çalışacağım. En sonunda da tavsiye edeceğim Türkçe kaynakların künyelerini ilave edeceğim.
Geçen gün okuduğum bir haber bana askerlik günlerimi, en çok da generalin tugayı teftişe gelişlerini hatırlattı. Gelecek olan general yıllarca kabzımallık yaptıktan sonra ileri bir yaşta ansızın general olmaya karar vermiş olamayacağına göre, gençliğinde kendisinin de teftişlere maruz kalmış, dağlara tırmanıp taş boyamış, hela temizlemiş olması gerekir. Yani bütün bunların teftişin hemen öncesinde yapıldığının, sonra da kimsenin taşlarla, helalarla bir dahaki teftişe kadar ilgilenmediğinin farkında olması gerekir.
Her depremden sonra televizyon kanallarında fay hatlarının yerleri tekrar tekrar hatırlatılıyor. Böylece topluluklar gerçeklik karşısındaymış gibi travmatize ediliyor. Toplulukların bilime inanması isteniyor ve bilim de dine dönüşmüş oluyor. Bilginin yerle, topluluklarla temas imkânları, sürekli ve sınırsız nesnelleştirme işlevi ortadan kalkıyor. Böylece yapılması gerekenlerin üstü örtülüyor. Yoksa kolay mı bu kadar ahmaklığı örtbas edebilmek?