Uganda doğumlu Hint Müslüman göçmen ve Filistin aktivisti Zohran Mamdani, artık resmen Demokrat Parti’nin New York belediye başkan adayı. Kasım 2025’teki genel seçimlerde kazanıp kazanmayacağı meçhul, çünkü Cumhuriyetçiler ve İsrail destekçisi Demokratlar şimdiden Zohran’ın kaybetmesi için kolları sıvadı, sınırdışı edilmesini isteyenler bile var. Fakat Zohran şimdiden kazandı. Zira tüm dünyaya yeni bir solun, yeni bir siyasetin mümkün olduğunu gösterdi. Cami cemaatlerine sosyalizm anlattı, gündelik hayata dokunan somut vaatleri eğlenceli bir şekilde anlattı, ünlü mankenlerle TikTok çekti, 21 bin kişilik bir saha ekibiyle kapı kapı dolaştı, Trumpçıları dinledi, Gazze’nin sesine kulak verdi, posterindeki font seçimini bile siyasi mesajıyla uyumlu hale getirdi. Zohran Mamdani, siyasete dair her türlü ezberi bozarak adaylığı kazandı ve küresel bir fenomene dönüştü.
Selefilerin tezine göre vahyin inişinden sonra zaman geçtikçe iç ve dış sosyal ve politik gelişmelere paralel olarak Müslümanların din anlayışında ve hayat pratiklerinde bozulmalar meydana gelmiştir, söz konusu bozulmalara karşı koymanın yolu, ilk nesillerin sahih din anlayışı ve pratiğinden geçer. Kısaca Ahmet ibn Hanbel ve klasik dönem Selefileri takip edenlerin tezlerini iki noktada toplamak mümkün: Biri fetihlerle sosyo politik değişim ve mücadelelerle Müslümanların din algılarını tekrar sahih öze dayandırmak, diğeri İslam birliğini (İttihad-ı İslam’ı/Vahdeti) yine ancak Peygamber Sünneti’yle sağlamanın mümkün olduğunu söylemek.
27 Şubat’tan bu yana geçen dört ay, iktidarın hak-talep meselesindeki pozisyonuna yeni bir delil teşkil ediyor. Öcalan’ın PKK’yı fesih çağrısından ve bilahare örgütün kendisini feshettiğini açıklamasından sonra Kürt siyasetinin her “hak” hatırlatmasının, her “devletin yapması gerekenler” listesinin iktidarda nasıl bir sinirlilik yarattığını gördük. Bunun nedeni, bunların ‘talep’ formunda ve ona uygun, alttan almayan bir dille ifade edilmesiydi.
Gazze soykırımı, Lübnan, Suriye ve şimdi de ABD’nin İran’a saldırıları gösteriyor ki, bizim hayatlarımızın bir değeri yok. Bizim ölmemiz, çocuklarımızı, evlerimizi ve yurtlarımızı kaybetmemiz ve mülteci durumuna düşmemiz ABD, İngiltere ve sözüm ona “özgür dünya”yı çok da rahatsız etmiyor. Çoluk çocuk nereye gidecek bu insanlar, kim bilir kitlesel can kayıplarının sayısı ne olacak diye de düşünmüyorlar. Trump’ın İran’ın 18 milyon insanın yaşadığı başkenti “Tahran’ın boşaltılmasını” isteyebilmesini de böyle anlayabiliriz.
Donald Trump’ı anlamak, onu sevmekten veya ondan nefret etmekten daha karmaşık bir şey. Çünkü Trump, klasik siyaset figürlerinin sınırlarını aşarak bir “duygu rejimi” olarak işliyor. Ne tamamen muhafazakâr, ne tamamen popülist. Ne tam anlamıyla ciddi, ne de tamamen maskara. Trump’ın en güçlü yönü, bu ikilemleri aynı anda taşıyabilmesi. Kendisini hem “barış getiren lider” olarak sunabiliyor, hem de “kıyameti başlatmaya hazır” bir figür gibi konuşabiliyor. Bu çağın despotları mit değil; akış, performans ve duygu dalgası. Onlar sabit kalmıyor, sadece yön değiştiriyorlar. Bu yüzden Trump’ın ardında bıraktığı en büyük miras belki de şu:
Artık despotlar konuşmuyor, tweet atıyor.