Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKumbarama pul doldu

Kumbarama pul doldu

Çocukluğumun bankalarını kumbaralarıyla hatırlıyorum. Başta evlere öyle, çocuklar vasıtasıyla sızıyorlar; o pırıl pırıl kumbara senin, velâkin “anahtar”ı bankada! Bozuk paralarını orada boşaltıyorsun, düzleşiyor. “Parayla satın alınamayan” değerlere bile dil uzatıyorlar: “Çocuğun en iyi arkadaşı kumbarasıdır.” Resimli, açıklamalı-izahlı… “Şu neş’eli çocuklar arasında: Bu çocuk Niçin Mahzun Duruyor? (Reklâmında okla da işaretli) Çünkü onun kumbarası yok!”.

Geçen pazar çocukluğumuzda sayılarla, parayla ilişkimizin daha “sade” olduğundan söz etmiştim biraz. Gerektiğinde, gerektiği kadar… “Para saymak” da öyle, hayatımızın gündelik manzaraları arasında değil. Para göstermek zaten ayıp. “Olsa da göstersek” diyen çıksa bile sosyal medya olmadığı için imkânları sınırlı.

Kuruşların dünyasında banknot okkalı kelime; pahada ağır, herkese nasip değil. Bulanların bazıları o unutulmaz ânı ölümsüzleştirmek, duyurmak için üzerine bir şeyler yazıyor. Memleketi dolaşan, dolaştıkça kirlenen para bankalarda da henüz elle sayılıyor. Deyimlere bakarsan parayı “elinin kiri” sayanlar da var bir zamanlar.

Bankada, veznede, gişede çalışanlar için ise ayrı eziyet, kurumsal zulüm. Her gün para saymaktan parmakları, eli kolu tutuluyor. Bazen dili de… Bugün ortalıkta dolanan/dolandırılan rakamlara dilinin dönmemesi de ondan. 

Herkesin bini, milyonu, milyarı, trilyonu kendi birimine, kendi tarihine, “miras”ına göre. Karışıyor, karıştırılıyor. Aynı yerde-işte, aynı maaşla çalışanlardan birisi “Maaşım 15 bin neye yeter!” diye inlerken, arkadaşı “Verdikleri 15 milyonla nasıl geçineyim” diye haykırıyor. Zor… Milyon büyüsünü yitirince adı değişen “Kim 1 Milyon İster”de o sıfırları sorsan yarışmacılar -seyirci jokeriyle bile- barajı geçemez.

Güleryüzlü bankacılık…” 

Banka çalışanlarında elde, bilekte, parmakta romataid artrit o günlerde muhtemelen meslek hastalığı. Benzer iş kollarında “Fabrikada tütün sarar, sanki kendi içer gibi” diye şarkısı, ağıtı bile var. Üstelik para fabrikasında da saydığın el âlemin parası; sonra yine el âlemin “kasa”larına… Psikolojisi bile ağır. Aybaşında avucundaki maaşı gözünün ucuyla bile sayınca mental etkisi kim bilir nasıl. 

“Zengin”in parası sadece elleri değil çeneleri de yoruyor. Bir de reklâmlara spot olan “güleryüzlü bankacılık” şiarıyla para sayarken tebessüm edeceksin: “Hoş geldiniz sevgili mûdimiz…” Dışarıda adsız sansız dolanırken bankaya girince “Mûdi” olanlara da büyük iltifat tabii. Çay bile veriyorlar bazen.

Kumbaranın “anahtar”ı bankada

Para yani halk diliyle “kuruş sayma”nın ailecek gündeme gelmesi ise kumbaralarla… Çocukluğumuzun bankalarını da önce kumbaralarıyla hatırlıyorum. Kumbara esasında evin çocuğunun ama ebeveynin vesayetinde. Biriken kuruşlar kiminde aile bütçesine, kiminde banka hesabına… Sonrası senin menzilinde değil.

Çocukların görevleri arasında aile büyükleri, akrabalar gelince koşturup kumbarayı getirmek de var. Cebini, cüzdanını karıştırıp içine bozuk para atması gerek. Bayramlardaki gibi kaytarıp mendil filan verme şansları da yok. 

Bankalar hesap açarsan hediye ediyor madeni kumbaraları. Ama çoğu kilitli… Başta evlere öyle sızıyorlar; o pırıl pırıl kumbara senin, velâkin “anahtar”ı bankada! Kumbaradaki bozuk paraları bankaya gidip orada boşaltıyorsun. Düzleşiyor… “Aklanıyor” demiyoruz, “para aklama” deyimi yok o zamanlar.

“Paran pul olmasın” hesabı! 

Bankaların çocuklara yönelik promosyonları, reklâmları kurumsallaşan kurnazlığın da posteri. İlle çocukları katıyorlar işin içine… “Mûdi olacak çocuk (her) şeyinden belli olur” zira. Çocukların zihnine “parayı, kuruş saymayı” kumbaranın yanında başka cinliklerle de sokacaksın. 

Dönemin gazetelerindeki, afişlerindeki reklâmlarında “Kumbara başlı başına bir servettir”, “Geçen sene bu tarihte kumbara alan binlerce ailenin şimdi birikmiş birkaçar yüz lira parası vardır” spotlarıyla yer alan “Aile kumbarası”nın yanında “İkramiyeli Aile Cüzdanı”nı, “büyük ikramiyeli” çekilişleri mesela… “Birkaçar” da ilginç bir deyim, banka terminolojisi belki.

Bugün kumbaraya atılan paranın “bir sene -hatta bir hafta- sonra”ki hâlinden olsa gerek bankalarda kumbara yok ama günlük vadeli “kumbara hesabı” var bazısında. Kumbara anısına, hatırasına herhal… Madeni, bozuk para pul olmuş çoktan. 

“Çocuğun en iyi arkadaşı kumbara!”

Ebeveynlerimiz de “banka kumbarası ideolojisi”nden, “Teşrinievvel”den beri yayınlanan reklâmlardan nasibini almış zaten. 1930’lardaki banka reklâmlarının spotları yaş, sınır tanımıyor: “Çocuğun en iyi arkadaşı kumbarasıdır”, “Şu neş’eli çocuklar arasında: Bu çocuk Niçin Mahzun Duruyor? (Okla da işaretli) Çünkü onun kumbarası yok!”. 

Deyimlerde, atasözlerinde arkadaşlık, dostluk gibi “parayla satın alınamayan” değerlere de dil uzatıyor bağıran çağıran sloganları. Sonrasında bankaların ikramiyeli çekilişlerini -reklâmındaki gibi- evdeki bebeler bile merakla, heyecanla bekliyor. O “müfredat” önceki yazımda (“Sayıların, paraların, ‘piti piti’ tarihi”) değindiğim “Şans, talih, kader, kısmet 5 kuruşa…”yı, Milli Piyango’yu filan da besliyor olmalı.

 “Sucu çocuk”un mûdileşmesi

Yıllar sonra bir bankanın siyah beyaz (nostaljik) reklâmında, şubesinin önünde -büyüklerin “aferin”iyle- su satan “sucu çocuk” da dillere destan. Üstelik reklâmda çocuktan su alıp içen kerli ferli adamın “Aferin”i Yahudi aksanı, vurgusuyla… Kalın ama ince işçilikle derin, subliminal mesaj. Yeşilçam’dan su gibi biliyoruz o Türkçeyi. Almancasına bile “Nazi Almanyası”ndan, filmlerinden vakıfız.

Melih Kibar’ın yaptığı klip müziği de dillerde… Sucu çocuk kısa sürede banka(sı)nın önünde işini büyütüyor: “Su ve limonata!” Yağıyor paralar… Kayıt dışı ekonomiyi, sokakta “çocuk işçiliği” özendirdiği tartışmaları ise lâf-ü güzaf hükmünde. Herkes “sevimli”, para gibi sıcacık o reklâmda.

Bankalara bir tür güven, muhabbet de var herhalde çocukluğumuzda. Radyoları açınca bile “Günaydın!”ın oradan: “Bugün 6 Mart Pazartesi… Demirbank iyi günler diler.” Bankanın “iyi günler”i 2000’de TMSF’ye devredilmesiyle bitiyor. Kriz sürecinde o bildik Sümerbank, Pamukbank, Töbank gibi “birkaçar” banka da kapanıyor. 

Tasarruflara “uzay roketi” 

Çocukluğumuzda bir banka promosyonuyla standart kumbarayı zorluyor. “Uzay roketi” şeklinde… Madeni parayı dik duran roketin kapısına yerleştirip yayını geriyorsun, bırakınca hop içerde. “Uzaya gidiş, ayı roketle vuruş” fantezisinin gündemde inip-çıkan hâline bakınca o promosyon bugün devlet bankalarına da uygun bence. “Hooop” uçuyor, kim bilir nereye, yaylı düzenekle -cumburlop- kimin “haz(i)nesi”ne.

Emlak Kredi Bankası’nın kumbaralar arasındaki yeri ise ayrı: Ahşap bir ev… Birçok insan evini oradan aldığı krediyle ödüyor yıllarca. Bizim “baba evimiz” de öyle… Kaç yıl ödendiğini hatırlamıyorum ama bulut gibi hep tepemizde. Makbuzların biriktirildiği kutunun zaman içinde büyüdüğünü de hatırlıyorum. İnsan büyüdükçe paranın yanında makbuz da sayıyormuş demek. Çok şükür, şimdi yine teknolojik gelişme, makineleşme sayesinde bilgisayar sayıyor onu da. 

Kumbara soyguncuları 

Batı’daki o ünlü “Piggy bank (domuz kumbara)” bizde yok elbette. Olsa içindeki para da harama girecek belki. Kilden, seramikten domuzcuk kumbaranın tarihi Avrupa’da, Almanya’da çok eskilere gidiyor. Domuzun doğurganlığı, şansı, tutumluluğu simgelediği yönünde kaynaklar çok. Midesiyle para hacmi bir yana, çocuklar için “karton” silueti de sevimli. 

Bizim metal kumbaraları ağzındaki paranın dışarı dökülmesini, çık(arıl)masını engelleyen dişleriyle de hatırlıyorum. Medeniyet işte, esasında çok dişli canavar. Parayı yutarken dişlerini göstermiyor, geri almaya çalışırsan tüm dişleri dışarıda…

Ama çözümü imkânsız değil, incecik bir çakı, kesilmiş ince tenekeyle, cımbızla vs. ile uğraşarak dişleri yatırmak aradan madeni para çıkarmak mümkün. O da birkaç kuruşluk, şansına 1 liralık ganimet. Daha çok “Komşunun haylaz oğlu yapıyormuş” formuyla anlatılan hikâyelerden. 

“Makineleşmek istiyorum” 

Bankalarda elle para saymanın yerini “trrrrum trak tiki tak” makinelerin alması ise kendi çapında devrim. Lâkin para sayma makinesi dünyada kullanılmaya başladıktan 20 yıl sonra, 80’lerin başında geliyor Türkiye’ye. N’âpalım, geç olsun da güç olmasın bari. 

Bankalarda da sendikalaşma sürecinin darbe yemesiyle aynı yıllarda… 12 Eylül 1980 öncesinde sendikalaşma sürecinde kazanılan haklar, sandıklar bugün bile birçok banka emeklisinin ana dayanağı. “Sarı” olmayan “devrimci” sendikalar işverenleri daha çok zorluyor. 

Banka çalışanlarının o günlerde para sayma zulmüyle ilgili Nâzım’dan mülhem “Makineleşmek istiyorum”talepleri de var mıydı bilmiyorum. Ama direnişlerde, toplu eylemlerde sesleri duyuluyor. 

Makineleşmenin zamanlaması

Türkiye’ye para sayma makinesini ilk kez iş adamı Dikran Masis getirmiş. Kendi anlatımıyla bir gün Ziraat Bankası’na gidiyor, yatırmak istediği paraları saymakla bitiremeyen çalışanları görünce Amerika’daki kız kardeşiyle konuşuyor. O makinenin “yapılmışı var” yıllardır… Onu Türkiye’de yapacak fabrikayı bulunca elindeki 170 bin doların 100 binini o işe yatırıyor. Makinenin adını da “Akıllı Ayşe” koymuş; 35 bin makine satıyor bir haftada… İlk milyon dolarını öyle kazanıyor. 

Tesadüf, “çok çok para” da “para sayma makinesi”yle tam aynı yıllarda, yirmili yaşlarımızda giriyor muhabbetimize. Önce “müthiş bir fırsat”, “kolay para kazanma”, ardından  “ulusal facia” olarak tarihimize yerleşen banker skandalıyla

İnsanın aklına “Para sayma makinesi tam da o zaman mı gerekti?” sorusu geliyor. Tarihi aynı zira. Epey bir kısım halkta, “yastık altı”, “kefen parası” dâhil ne var ne yoksa ortaya döken “sıcak para” politikası el yakacağı için makinelerle sayılıyor belki. 

Red Kit”in “Banker”inden Monopoly’e

“Banker”in Red Kit’teki çizgi tiplemesi, “karton” tarihi bile esasında öğretici. Çoğumuz oradan biliyoruz. Bankere yatıracak büyüklükte kumbaramız olmasa da, erken solculuğumuz zenginliği üstümüze kondurmasa da, sokaktan eve, evden kahveye her yerde sohbetin gündeminde. Gazetelerde çarşaf çarşaf, radyolarda, televizyonlarda “cangıl cangıl” reklâmlar. 

Biz öyle muhabbetlere biraz mesafeliyiz. Ama bir ara deste deste kâğıt paralarıyla Monolpy oyununun girdiği mahallenin de geyiğine uğradığını hatırlıyorum. Henüz “Ne olacak bu banker(zede)lerin hâli…” kalıbıyla değil. 

Bankere eklenen “o” harfi 

Her yerde dile getirilen o aritmetik hayaller de net aklımda… “Bir milyonun olsa bankere yatırdığında ayda net 100 bin lira. Yüz bin liranın faizi bile ömür boyu koskoca bir gelir, 10 bin… Ölene kadar hiç çalışmadan keyif -fazlasıyla- kekâ. Yan gel yat… Zenginsin!” Asıl mevzu bir milyonunun, 100 bininin “olsa”sı değil. O kadar parası olup da hâlâ çalışanlara, “servet”ini hâlâ çoğaltmaya çabalayanlara dair bir gönderme (de) esasında. 

Kimsenin çıkıp da o ünlü gazoz reklâmındaki gibi “10-100 bin milyon baloncuk”un, liranın alım gücünün yıllar içinde neye dönüşeceğini hesaba kattığını hatırlamıyorum. O hayaller, o gençlik yaşlanmadan “madeni 250 bin lira” ile tanıştı da gitti sakız aldı mesela. Üstelik “Her şey değişir, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” posteri de gençliğimizde duvarda. Ama hayalleri bozan öyle hesaplar muhabbete uygun değil. 

Oysa değişim hızlı. Bakkalların çoğu tabelasını cirmine bakmadan “Süper Market” olarak değiştirirken, bankerler de bakkal misali açılıyor. En ünlüleri Banker Kastelli (Cevher Özden). “Banker Bako”yu da hatırlıyorum ama daha bi avam, “Yeşilçam” sanki. Hem sonuna “o” harfi eklenerek ünlenen isimlerin tarihi eşkıyalardan sabıkalı.  Filmiyle “Banker Bilo” komedisi de esasen kara mizah.

“Güvenli bir yol seçtik…”

Banker Kastelli’nin yeri ayrı… Gazetelerde boy boy yayınlanan reklâmlarıyla, televizyonlarda da Yeşilçam’ın starlarıyla güven topluyor. Ünlü oyuncular hep birlikte Kastelli’nin şarkı marşını söylüyor: “Nerden geliyor neşesi /Çünkü güvenli bir yol seçti /Banker Kastelli, Banker Kastelli /Hadi sen de katıl /İçim rahat, biz güvenli bir yol seçtik.” Kafiyesi pek tutmasa da, “bozuk düzen bağlaması”yla melodisi neşeli. 

Sonra “değişim” büyük bir darbeyle geliyor. 12 Eylül’ün, Özallı “sıcak para” politikasının ekonomik darbesi. Bankerlerin iflası ya da paraları toplayıp kaçması, geride tüm birikimini, çeyizini-ziynetini, sattığı arabasını, dükkânını, evini oraya yatıran bankerzedeleri ortaya çıkarıyor. 

“Parayla îmanın kimde olduğu belli olmaz”ı biliyoruz da… Aralarında hiç ummadığımız komşular, teyzeler, amcalar, nineler, dedeler, esnafı, işçisi, memuru, bürokratıyla herkes var.  Dolandırılan paralar sohbetlere belki de ilk kez “milyar” birimini sokuyor. 

“Filmlerdeki gibi” soygunlar 

Hafızamızdaki banka mefhumunda “flaş haber” soygunlar da var mâlûm. Miladında ise büyüklerin ünlü bir artistten söz eder gibi anlattığı “milli gangsterimiz”… (¹) O yıllarda hepi topu altı (6) sayfa basılan 9 Temmuz 1961 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin manşeti memleketi sarsmış; “Cüretkâr bir gangster bir bankayı soydu”.

Bir süre sonra gazete bürosuna gelen “The Gangbuster of İstanbul” imzalı mektupla, “karayağız” soyguncunun “cüretkâr olduğu kadar küstah” olduğu da anlaşılacak. Adı da; Necdet Elmas. Yeşilçam’ın afişlerinde görsen yadırgamazsın. Herkesin ortak cümlesi zaten “Aynen filmlerdeki gibi…”. 

Soygunlarını Ankara’dan çaldığı “12 Şevrole”yle yaptığı ortaya çıkınca fahri hemşehrimiz aynı zamanda. Her şeyiyle efsane; şık takım elbisesi-kravatı, ceket cebinde bembeyaz süs mendili, briyantinli saçları, kara güneş gözlükleriyle yakalandıktan sonra “suç mahâlli tatbikatında kadın memurlara kur yapıyor”. Kibar gangster. Sempatik… Az zorlamayla bir Robin Hoodluk da söz konusu.

“Soygun kültürü”nün zenginleşmesi

Yetmişlerin başındaki banka soygunlarında gangsterin yerini devletlû terminolojisiyle “anarşist”ler alıyor. Karşı cephede ise eylemi “kamulaştırma” olarak görenler de var elbette. Ardından gazetelerin manşeti hemen “Vur emri”… O günlerde yargıda asılı “Adalet mülkün temelidir”deki “mülk”ü para-mal-mülkten ibaret gördüğümüz için normal: Paralarına dokunmayacaksın! 

“Deniz Gezmiş ve arkadaşları”nın 1971’in Ocak-Şubat aylarında yaptığı soygunlar bizim mahalleye de uğruyor. Hemen Emek Mahallesi’ndeki İş Bankası’na gidip bakıyoruz tabii. Soyulmuş banka bir başka oluyor. 

Tanıklara göre onlar da “centilmen, iyi çocuklar”… Paraları aldıktan sonra teşekkür edip, çalışanlardan özür bile diliyorlar. Banka soygununu Vahşi Batı’dan, Daltonlardan filan biliyor bizim mahalle. “Banka hortumlamak” kavramı da henüz dolaşımda değil. Örtülü ödenekten soygunu da -neden sonra- soyadı mânâlı Selçuk Parsadan’la öğreniyoruz mesela. “O günlerde” o da flaş haber, sıradan sayılmıyor. 

Zenginin parası değil çenesi de… 

Geçen yıllarla “banka soygunları”nın karşılıklı, üstelik orantısız güç ve miktarda olduğunu da idrak etmeye başlıyoruz. “Bankalar da bizi soyuyor” mukabelesi sonradan. Bankaların ülkeyi, halkı soymasının -iddialarla bile olsa- alâniyet kazanması yetişkin bir zihnin yanında, pervasızlığın da ortaya saçılmasını, “gözüne gözüne” yapılmasını gerektiriyor tabii. 

Gündemdeki çağdaş soygunlar memurların, veznedarın önündeki çekmecelerin avuçlanmasıyla da değil. İddialara bakarsan soyanlar kerli ferli, çoğu bir şekilde “kadrolu” galiba… Birkaç gariban, sıradan vatandaş özenip denese de fotoğrafları bile “ters” kelepçe. Milyon, milyar dolarlar uçuşuyor güncel soygunların “Clood”unda. “Kamu bankaları soyuluyor” haberleri, iddiaları neredeyse sıradan. Mevsim normalleri… Tersinden normalleşme

Normalleşme ve “ilahi kızılcık” 

Zenginin sadece parası değil çenesi, ulu orta “icraat”ı, boy boy, çarşaf çarşaf sefâhati de züğürdü çok yoruyor, hırpalıyor artık. O kaçınılmaz değişimle bu manzaralar da -yakınlardan- nostalji olacak mı? Anormalleşen normaller değişip, o pek bilemediğimiz “normalleşme” tomurcukçuğu –lafın gelişi- açıp bir meyve olsun verecek mi, meçhul.

Bu kısa ömürde umutlu olmasak da bekliyoruz Orhan Veli misali: “İlk yemişini bu sene verdi, /Kızılcık, /Üç tane; /Bir daha seneye beş tane verir; /Ömür çok, bekleriz; /Ne çıkar? /İlâhi kızılcık!”

(¹) Banka soygunlarına Serbestiyet’te üç yıl önce yayınlanan iki yazımda uzun uzun değinmiştim: “Bildik emperyalizmin ana vasıtası” https://serbestiyet.com/yazarlar/bildik-emperyalizmin-ana-vasitasi-72081/ ve “Kadın çorabının esnek tarihi” https://serbestiyet.com/yazarlar/kadin-corabinin-esnek-tarihi-72723/

- Advertisment -