Ana SayfaManşetAmaç dayağı bitirmek değil, dayak atan olmak (*)

Amaç dayağı bitirmek değil, dayak atan olmak (*)

Türkiye’de her kesim dayak yedi. Kim gücü eline geçirdiyse, karşıt gördüklerini dövdü. Görünen o ki kimsenin derdi dayağı bitirmek değil; herkesin hedefi dayak atan olmak. O zaman da baskı ve zulüm her zaman varlığını koruyor, sadece mazlumların ve zalimlerin kimliği değişiyor.

Ömer Faruk Gergerlioğlu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne değer katan bir milletvekili. Kendisi bir hekim ve insan hakları mücadelesinin içinden geliyor. Zamanında Mazlum-Der’in başkanlığını yaptı. Vekil olarak mazbatasını aldığı ilk günden beri de hak ihlâline uğrayan her kesimin sesini kamuoyuna duyurmak için parlamentonun içinde ve dışında büyük bir gayret sarf ediyor. Başta Meclis kürsüsü ve sosyal medya olmak üzere her platformu kullanıyor. Mazlumlar arasında herhangi bir ayrım gütmüyor; hepsinin mağduriyetlerini gündeme taşıyor ve toplumu bu konulara bakmak zorunda bırakıyor.

İnsan haklarını dert edinen herkesin başına gelen, Gergerlioğlu’nun başından da eksik olmuyor. Her düzeyden iktidar temsilcisinin şimşeklerini üzerine çekiyor. Üzerine türlü hakaretler boca ediliyor. Boynuna çeşitli yaftalar asılıyor. Teröristlerin, katillerin, suçluların savunucusu olmakla ve hep devleti karalamakla itham ediliyor. Hedef gösteriliyor.

Lâkin dozu her geçen gün artan bu baskı, şimdiye kadar Gergerlioğlu’na insan haklarını koruma yolunda geri adım attırabilmiş değil. Kimin kendisi hakkında ne dediğine bakmaksızın, Meclis’te İnsan Hakları Komisyonu üyesi olmanın gereğini yerine getiriyor ve insan hakları yolunda yürümeye devam ediyor.

“Meclisi terörize etmek”

Gergerlioğlu, son olarak Mecliste bütçe görüşmeleri sırasında çok önemli bir iddiada bulundu. Sivas Cezaevinde bir kadının çıplak aramayı reddetmesi üzerine, açık cezaevine gitmesi gerekirken kapalı cezaevine gönderildiğini ve hakaretlere uğradığını söyledi. Uşak Emniyet Müdürlüğü’nde de 30 üniversite öğrencisinin onur kırıcı yöntemlerle çıplak aramaya maruz kaldıklarını belirtti.

Önceleri bu iddialar görmezden gelinmeye çalışıldı. Ancak sosyal medyada iddiaları teyit eden paylaşımların artması, ister istemez dikkatleri bu konuya çekti. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, iddiaları araştırmak ve halkı tatmin edici bir şekilde bilgilendirmek yerine, doğrudan suçlamayı tercih etti: “Bakın bu Mecliste Gergerlioğlu diye birisi var. Bu tip yalanlara ve dezenformasyonlara çok başvuruyor.”

AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin ise, “Gergerlioğlu kadar ben Meclisi terörize eden bir milletvekili görmedim” diyerek eli artırdı ve Gergerlioğlu’na dönük suçlamayı daha yüksek bir düzeye çekti.

“Kendisinin geldiği bir yer var, bütün ajandası böyle şeylerle dolu. Türkiye’de çıplak arama olduğuna asla inanmıyorum, yok öyle bir şey. Bunu çok net söyleyeceğim. Bu bir FETÖ yöntemidir. Bunu aslında dünya kamuoyuna söylüyor, kendince. Böyle bir şey olabilir mi? Ne münasebet! Hem de bahsettiği üstelik de mütedeyyin kadınlar, böyle bir şeye biz müsaade edebilir miyiz?  Bütün hayatı kadın mücadelesiyle geçmiş bir insanım. Bir kadının böyle aranmasına biz tahammül edebilir miyiz? Yani akıl var, mantık var. Türkiye’de cezaevleri şartları dünyayla kıyaslanmayacak kadar iyi. Türkiye’de cezaevlerinde hiçbir şekilde böyle bir muamele olmaz. Nerede yaşıyor bu insanlar, inanılır gibi değil.”

“Nerem doğru ki?”

Evet, gerçekten inanılır gibi değil!

Deveye “Boynun neden eğri?” diye sormuşlar; “Nerem doğru ki?” diye cevap vermiş. Zengin’in açıklamalarında da tek bir doğru yer yok. Lâkin hakkını teslim etmek de lazım; kısa bir paragrafta, insan haklarını ve savunucularını karalamada başvurulan bütün safsataları kullanabilmek gibi üstün bir beceri göstermiş! Sıralamaya çalışayım:

Bir, Zengin ad hominem polemik yapıyor; ileri sürülen bir iddiayla ilgilenmek yerine, iddiayı dile getirenin kişisel özelliklerine hücum ederek o iddiayı çürütmeye çalışıyor. “Kendisinin geldiği bir yer var” ifadesiyle Gergerlioğlu’nun HDP vekili olmasını kastediyor ve parti aidiyetini, iddiasının geçersizliği için yeterli sayıyor.

İki, Zengin, dile getirilen bir iddiayı toplumun ağırlıklı bir bölümünün tepki duyduğu ve hattâ nefret ettiği bir kesimle ilişkilendirerek itibarsızlaştırmayı umuyor. “Bunlar FETÖ taktiği” sözüyle tartışmaları daha baştan boğuyor, iddiaların soruşturulmasına ve gerçeğin ortaya çıkmasına dönük faaliyetlerin önünü kesiyor.

“Akıl var, mantık var”

Üç, “Hem de bahsettiği üstelik de mütedeyyin kadınlar, böyle bir şeye biz müsaade edebilir miyiz?” diyerek hakları ihlâl edildiği belirtilen kadınlar arasında ayrımcılık yapıyor. İktidarın tabanını oluşturan kesimlere bu şekilde davranılamayacağını anlatmaya çalışırken, örtük de olsa, mütedeyyin olmayan kadınlara kötü muamelenin olabileceğini kabul ediyor. “Yani akıl var, mantık var” diyor Zengin. Doğru, gerçekten de akıl var mantık var. Ama her ne olursa olsun iktidarı savunmaya kilitlendiğinde bir insan, işte o vakit akıl da mantık da çok rahatlıkla devre dışı kalabiliyor.

Dört, geçmişini söylediklerinin doğruluğunun mutlak bir delili olarak ortaya koyuyor. “Bütün hayatı kadın mücadelesiyle geçmiş bir insanım. Bir kadının böyle aranmasına biz tahammül edebilir miyiz?” İnsanın kişisel tarihi değerlidir elbette, fakat insan hakları mücadelesinde dünden ziyade bugün nerede durduğu önem taşır; hele bir de dün mağdurken bugün muktedir olmuşsa! Dünün mağduru olmanız, bugünün zalimi olmayacağınız anlamına gelmez.

Ve beş, hamasete müracaat ediyor. “Türkiye’de cezaevleri şartları dünyayla kıyaslanmayacak kadar iyi. Türkiye’de cezaevlerinde hiçbir şekilde böyle bir muamele olmaz.” İnsan haklarını ihlâl iddiaları karşısında yapılması gereken bellidir: Serinkanlı bir tutum geliştirmek, doğru dürüst bir araştırma yapmak ve konu hakkında halka tatmin edici bir açıklamada bulunmak. Bunun yerine, Zengin’in ettiği gibi, herhangi bir veriye dayanmadan ve salt mevcut pozisyonu korumak adına temeli olmayan büyük lâflar edilirse, orada şüpheler dağılmaz, aksine artar. Şaşmaz bir kuraldır bu!

“İnanmıyorum”

Zengin, “Türkiye’de çıplak arama olduğuna asla inanmıyorum, yok öyle bir şey. Bunu çok net söyleyeceğim” diyor. Oysa bu bir inanç meselesi değil bir bilgi meselesi.

Keşke “Bunu çok net söyleyeceğim” demek yerine gidip bir mevzuata baksaydı. Çünkü mevzuat (Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ve Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Yönetmelik, madde 34/2), cezaevleri yönetimlerine, belirli şartlar altında, çıplak arama yapabilme yetkisini tanımış.

Gayesi insan haklarını korumak olan biri, var olan bir yetkinin her zaman kötüye kullanılabileceğini aklında tutar ve ihlâl iddialarına hassasiyetle eğilir. “Hayır, olmaz, ben inanmıyorum” diye kestirip atmaz. Eğer kestirip atarsa, o zaman çıplak aranarak insanlık onuru ayaklar altına alınan bir kadınla karşılaştığında -ki çok sayıda kadın böyle bir işkenceye tâbi tutulduğunu açıkladı- mahcup olur ve ettiği o büyük lâfların altında kalır.

Geçmişinde başörtü yasağından dolayı ayrımcılığa uğrayan ve büyük haksızlıklar yaşayan bazı kadınların, iktidar postuna oturduklarında hak ihlâllerine gözlerini kapatmaları ve devlet erkini kullananların her yaptığına sorgusuz sualsiz kefil olmaları, üzücü olduğu kadar, öğretici de.

Türkiye’de her kesim dayak yedi. Kim gücü eline geçirdiyse, karşıt gördüklerini dövdü. İnsan artık her kesimin bundan bir ders çıkarmasını ve kimsenin dayak yemeyeceği bir düzenin oluşması için katkı sağlamasını bekliyor. Anlaşılan naif bir beklenti bu; görünen o ki kimsenin derdi dayağı bitirmek değil, herkesin hedefi dayak atan olmak. O zaman da baskı ve zulüm her zaman varlığını koruyor, sadece mazlumların ve zalimlerin kimliği değişiyor.

Bir türlü kırılmayan bir kısırdöngü bu, yazık!

(*) Kürdistan 24, 23.12.2020.

- Advertisment -