Ana SayfaHaberlerBoğaziçi Üniversitesi’ne rektör ataması muhafazakârları neden ilgilendirmelidir? (*)

Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör ataması muhafazakârları neden ilgilendirmelidir? (*)

2003-2007 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü ile Sosyoloji Bölümünde okudum. Kendi kişisel tecrübemden yola çıkarak, atanmış rektör meselesinin sadece “elit”, “liberal”, “sol” ve “marjinal” gibi etiketler yakıştırılan Boğaziçi Üniversitesi mensuplarının meselesi olmadığını anlatmak istiyorum.

Son günlerde Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atanması sebebiyle çıkan tartışmalarda hükümet ve atanmış rektör tarafından yapılan açıklamaların kamuoyu tarafından makul ve ikna edici olarak algılanabileceğini görüyorum. Öyle ya, 2016 yılından beri her üniversiteye uygulanan prosedürler Boğaziçi Üniversitesi için de uygulanmış ve her şey KHK’sına, yönetmeliğine, kuralına ve kılıfına uygun bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Kendi kişisel tecrübemden yola çıkıp bu meselenin bağlamını biraz açarak, tartışmanın sadece “elit”, “liberal”, “sol” ve “marjinal” gibi etiketler yakıştırılan Boğaziçi Üniversitesi mensuplarının meselesi olmadığını anlatmak istiyorum.

2003-2007 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler ile Sosyoloji Bölümlerinde okudum. Sekiz çocuklu, orta sınıf, beyaz yakalı bir ailenin ikinci çocuğuyum. Benden sonra dört kardeşim daha Boğaziçi Üniversitesi’ni kazandı. Halihazırda en küçük iki kardeşimden biri benim okuduğum bölümde son sınıf öğrencisi; diğer erkek kardeşim ise henüz birinci sınıf öğrencisi. Dördüncü sınıf öğrencisi olan kız kardeşim yeni rektör ataması yapıldığında İzmir’de misafirimdi. Okul önündeki eyleme katılmak için 4 Ocak Pazartesi sabahına apar topar uçak bileti aldı ve İstanbul’a döndü. Kendisine şakayla karışık havaalanından doğruca bavuluyla birlikte okula gitmesini, böylece tutuklanacak olursa hapishane çantasının hazır olacağını söyledim. O da bana beyaz teni sayesinde tutuklanmasının düşük ihtimal olduğunu, fakat HDP’li görünümlüler ile mavi saçlı kızların ciddi risk altında olduğunu söyleyerek karşılık verdi. İki kardeşim de eyleme gitti, çok şükür şimdiye kadar gözaltına alındıklarına dair bir haber gelmedi. Fakat, başörtülü olan kız kardeşimin eylemde çekilmiş fotoğrafları sosyal medyada paylaşıldı ve kendisi “muhafazakâr,” “milliyetçi” bazı trollerin hakaretine uğradı. Kardeşim (Kerime diyelim kendisine) eyleme gitmeden önce, kendisi de başörtüsü sorunu mağduru olan annemin ona sürekli “okulu uzatma, burası Türkiye, bir anda değişir bütün işler, bu hükümet gitmeden mezun olmaya bak” gibi telkinlerde bulunduğunu anlatıyor ve işin ironisinin bu hükümet yüzünden okulu zamanında bitiremeyebileceği olduğunu belirtiyordu. Kerime benden 13 yaş küçük, dolayısıyla benim Boğaziçi öğrencisi olduğum zaman ile onun öğrenciliği arasında, Türkiye’deki iktidar aktörlerinin göreli gücü ve etkisi arasında oldukça büyük farklar var. Ama çok hazindir ki insan hak ve özgürlükleri ve insan haysiyetine verilen değer noktasında bir arpa boyu yol alamamış gibi gözüküyoruz.

Türkiye’de üniversite rektörlerinin idari anlayış ve yaklaşımlarının öğrenci ve akademisyenler üzerinde muazzam etkisi vardır. Muhafazakâr camia her halde Kemal Gürüz ve Kemal Alemdaroğlu gibi figürlerin YÖK ve rektörlük kalkanı altında icra ettikleri zulümleri unutmamışlardır. 2003 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ne başladığımda 17 yaşında başörtülü bir genç kızdım. Boğaziçi Üniversitesi ODTÜ’de olduğu gibi jandarma/polis marifetiyle başörtüsü avı yapmıyordu. Fakat, başörtüsü yasak olduğu için bizim gibi öğrenciler okul girişine konulan kabinlerde başörtümüzü çıkarıp şapka takarak okula girmeye zorlanıyorduk. Kabin çıkışı görüntümüz Batman’i andıran bir garabete büründüğünden “Batman kabini” diye isimlendirdiğimiz bu kabinlerde, türlü marifetlerle başörtülerimizi şapkaların altına gizlemeye çalışıyorduk.  Rektörümüz Sabih Tansal’dı. Sabih Tansal özel güvenlikçiler aracılığıyla kampüs içinde sıkı bir “türban yasağı” uygulamaya çalışıyordu. Fakat, hocalarımızın pek çoğu yasakçı olmadığından bir şekilde bu güvenlikçileri atlatabilirsek sınıflarda istediğimiz gibi derslere katılabiliyorduk. Daha çiçeği burnunda bir öğrenciyken Sabih Tansal beni bizzat rektörlüğün önünde şapkamın altında başörtümle yakalamış ve beyaz saçlarından, iktidarla donatılmış konumundan hiç utanmadan 17 yaşındaki bana “seni bir daha kampüste böyle yakalarsam alırım kimliğini, okuldan atarım” şeklinde tehditte bulunmuştu. Sabih Bey’in 2019’da vefat ettiğini duydum, Allah rahmet eylesin, ama ben ailesinden çok özür dileyerek belirtmeliyim ki kendisine hakkımı helal etmiyorum.

2003 yılındaki o baskıcı dönemde YÖK’ün yasakçılığına karşı direnenler bizim hocalarımızdı. Mesela, Faruk Birtek hocam akademik kariyerinin önemli bir kısmını YÖK yasaklarıyla kavga ederek geçirdiğini belirtirdi. Faruk Hoca, bir defasında da başörtüsü yasakları ve ideolojik disiplin için YÖK’ten okulu sıkıştırmaya geldiklerinde okul kütüphanesine gidilip “Şu Çılgın Türkler” kitabının bulunup bulunmadığına bakıldığını ve Allah razı olsun birisinin alıp 5-6 nüsha kütüphaneye koymuş olduğundan okulun en azından o noktada tabiri caizse “yırttığını” anlatırdı. Sonraki yıllarda Ayşe Soysal’ın rektör olmasıyla biz başörtülü öğrenciler için okulda bir bahar havası yaşandı. 3. sınıfı hemen hemen başörtüsüz kız öğrenciler ya da erkek öğrenciler gibi okuyabildim. 3. sınıfın sonunda zamanın amiral gemisi olan gazetede okulumuzda yapılan bir etkinliğe atfen yanlış hatırlamıyorsam “türbanlılar elektrogitar çaldı, translar dans etti” gibi dudak uçuklatıcı homofobik haberler çıktı. Gazeteler üstün gazetecilik örnekleri göstererek Boğaziçi Üniversitesi’ne türbanla girildiğinin haberlerini vermeye devam ettiler. Sonuç olarak medyada çıkan bu haberlerin de etkisiyle 2006-2007’nin e-muhtıraya giden gergin ortamında Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan baskılar had safhaya ulaştı. Kabak tabii yine bizim başımızda patladı; 4. sınıfa devam ederken başörtülü öğrenciler olarak tekrar güvenlikçilerle bir miktar köşe kapmaca oynadık, ama Ayşe Soysal sağolsun hiçbir zaman Sabih Tansal dönemindeki onur kırıcı tacizleri (ki Tansal dönemi tacizleri dahi dönemin Türkiye ortalamasına bakıldığında çok “liberal” ve “insani” idi) tekrar yaşamadık. Okul yönetimiyle bir nevi danışıklı dövüş oynayarak baskıcı atmosferi atlatmaya çalıştık. 2007 Haziran’ında İktisadi İdari Bilimler Fakültesi ve Politika Bölümü birincisi olarak okulumdan mezun oldum.

Fakat kimin rektör olduğu üniversite mensuplarının hayatlarını derinden etkilese de, 13 sene önce de bugün de sorunun asıl kökeni kimin rektör olduğu değildir. Sabih Tansal kendi haline bırakılsa muhtemelen bir başörtüsü yasağı icad edip bunu şevkle uygulayacak bir insan değildi. Aynı şekilde, Ayşe Soysal başörtüsünü çok sevse herhalde kendisi de başörtüsü takardı. Başörtülü öğrenciler için büyük fark yaratan, iki rektörün dünya görüşlerinden ziyade zamanın iktidar bloku karşısında aldıkları pozisyonlardı. Başörtüsü yasakları yıllarında bu yasaktan canı yanmış çevrelerde, üniversiteler kendi haline bırakılsa başörtüsü sorununun zaten büyük ölçüde çözülmüş olacağının belirtilerek hayıflanıldığını duyardım. O yıllarda YÖK, cumhurbaşkanlığı ve medya aracılığıyla üniversitelere sürekli müdahale edilerek 28 Şubat’ın bin yıl sürmesi sağlanmaya çalışılıyordu. Bugün daha aşina olduğumuz şekilde yargı üzerinden yapılan toplumsal muhalefeti sindirme hareketleri, o zaman üniversiteler üzerinden yapılıyordu.

2003-2007 döneminde Boğaziçi Üniversitesi’nin askeri/bürokratik vesayete direnebilmesinin sebebi kurum kültürünün Türkiye vasatının çok üstünde özgürlükçü olmasıdır. Evet, Boğaziçi Üniversitesi’nin akademik kadrosu çoğunlukla belli görüş ve çevrelerden insanlardan oluşur ve bir nevi kapalı kulüptür. Ama bu kadrolar kurum kültüründen dolayı, Türkiye’de iktidarı elinde tutan değişken aktörlerden (dün 28 Şubatçılar, bugün AKP ve rüfekası) çok daha liberal ve ötekinin hakkını korumaya yatkındır. Rektörün YÖK ve cumhurbaşkanlığı marifetiyle atanması dün de yanlıştı, bugün de yanlış. Aktörlerin değişmiş olması prensipte kimseyi haklı kılmaz. Dün başörtülüler yeni atanan/atanacak rektörün nasıl bir yol izleyeceğini kaygıyla beklerken, bugün mesela “barış için akademisyenler” bildirisini imzalayanlar geleceklerinin atanan rektörün vereceği idari kararlara bağlı olduğunu bilerek kaygılanıyorlar. Bir önceki atanan fakat “içeriden” olan rektör Mehmed Özkan bu isimleri Ankara’ya bildirmemiş. Sakın Mehmed Özkan ile Melih Bulu arasındaki fark, Sabih Tansal ve Ayşe Soysal arasındaki gibi “ufacık” ama bazı üniversite paydaşlarının bütün geleceğini belirleyecek kadar kocaman olmasın! Bugün Boğaziçi Üniversitesi’nden yükselen itirazlar şımarık bir elitizmin talep ettiği imtiyazlar değildir; aksine bir “nefes alamıyoruz” çığlığıdır. Bunu yaklaşık üç nesil boyunca başörtüsü yasaklarıyla üniversiteler üzerinden ağır bir sindirme hareketine maruz kalmış olan muhafazakâr çevrelerin çok iyi anlayabileceğini düşünüyorum. Tabii Vahap Coşkun’un belirttiği gibi bu konuda da “amaç dayağı bitirmek değil, dayak atan olmak” ise bütün bu yazdıklarım beyhude oluyor. Hal böyle ise önümüzdeki 50 sene içerisinde Türkiye’deki bütün toplumsal kesimlerin çocuk ve torunlarının şu veya bu şekilde bir posta daha dayak yemiş olacaklarını öngörmek için herhalde tarihçi olmaya gerek yoktur.    

Not: Ben tabii bir Kant, Bach, Heidegger ya da Picasso değilim. Bu noktada beni “bu bizim birincimiz” diye ortaya atan Boğaziçi Üniversitesi’ndeki hocalarım utanmalıdır. Entelektüel yetişme biçimime bakarsanız da pekâlâ “Batı’nın epistemik kölesi” olabilirim. Daha “yerli” ve “milli” bir bakış açısına göre durumumu değerlendirdiğim takdirde ise bize başörtüsü özgürlüklerini bahşeden devletlulara küfran-ı nimette bulunmaktan imtina ederim. Dolayısıyla ben sadece kendine “Müslümanım” diyenlere kendine Müslüman olmamayı tavsiye edebiliyorum. “Büyük resmi” görmek isteyenler ve kendilerine daha ulvi hedefleri şiar edinenler Yusuf Kaplan’ın bu konuda yazmış olduğu yazıya başvurabilirler.

__________

(*) Fatma Melek Arıkan 1986 yılında İstanbul’da doğdu. İlk, orta ve yüksek öğrenimini İstanbul’da tamamladı. 2011 yılından beri İzmir’de ikamet etmektedir. Evli ve üç çocuk annesidir. Ortanca çocuğunun nitelemesiyle “sıradan bir ev hanımı”dır.

- Advertisment -