Fatih Özcan’ın yönetmenliğini yaptığı ilk uzun metraj filmi Mavzer, Anadolu’nun bir köyünde yaşayan, hayvancılıkla uğraşan Veysi’nin hayatına sokulur. Veysi’yi ilk sahnede elinde tüfeği ile bir kurdu vurmaya çalışırken görürüz. Oğlu Mustafa ile hayvanları otlatmak üzere dağa çıktığında sürüsüne bir kurt saldırır ve birkaç koyun telef olur. Veysi, omuzları düşük döner eve. Akşam yemeğinde de konu budur; “iyi bir mavzeri olsa bu kadar hayvanı telef olmayacaktır oysa.” Sofradan usulca kenara çekilen babası konuşmaya başlar: “Kurt deyip geçmicen, hayvan diye hor görmicen. İnsan gibidir kurt da, ne dur bilir ne durak. Hele bir aç kaldı mı, hele bi de kinlendi mi… İnsan insanın kurdu diye boşuna dememiş atalarımız. Akıllı hayvandır kurt dediğin, dağları bilir, yolu bilir, izi bilir, çobanı bilir. Çobanını bilmediği sürüye girmez. Hele bi de gelecek oldu mu ya, burnunun dibine kadar sokulur da haberin olmaz.”
Veysi’nin babasının bir kenara çekilip bilgece sarf ettiği bu sözler esasında filmin meramını da özetler. Veysi’nin içine ‘kurt’ düşmüştür bir kere. Uzun süredir almayı aklına koyduğu mavzere sahip olmak ister. Bozkurdun ölüsünü getirdiği takdirde mavzeri vereceğini söyleyen dükkân sahibi Şefik Emmi ise bu arzusunu iyice alevlendirir. Veysi kurdun peşine düşer, kurdu öldürür de; bir vakit sonra kurdun eşi onun peşine düşecektir.
Veysi ile kurdun bu takip sahnelerine paralel ailenin bir de miras meselesi vardır. Veysi’nin babası çocuklarını başına toplar ve ömrünün az kaldığını söyleyerek mirasını bölüştürür. Herkes kabul eder evin büyüğünün bu teklifini, Veysi’nin erkek kardeşi Bekir hariç. Bekir belli ki ailenin marazıdır, bir baltaya sap olamamıştır. Bağı, bahçesi, evi, ailesi olduğu için övünür ama hepsini ona, komşu köyden kız kaçırdıktan sonra, babası vermiştir. Bekir ile Veysi arasındaki bu miras kavgası, iktidar savaşı büyür; film ilerleyen bölümlerinde bir Habil-Kabil hikâyesine evrilir. Babanın öngördüğü vefatının ardından ortaya çıkan otorite boşluğu bu çatışmayı daha da hararetlendirir. Mülkiyet meselesinden hareketle konu edilen bu iktidar savaşı, sinemamızın nadide örneklerinden, Metin Erksan’ın yönettiği Susuz Yaz filmini akla getirir. Erksan da filminde, köydeki suya sahiplik iddiasında bulunan Osman (Erol Taş) ile kardeşi ve köylüler arasındaki kavgaya odaklanıyordu. Susuz Yaz’da kadın karakter Bahar’ın (Hülya Koçyiğit) sessizliğinden bahsedilebilir. Mavzer’de de Bekir’in karısının suskunluğu bir kara delik gibi filmin ortasında büyür.
Film, tabiat ile insan arasındaki çizgiden yola çıkarak, bu sınırın hangi haller üzerinden ihlal edildiğini ve ihlal edildiğinde ne tür felaketleri peşi sıra sürüklediğini küçük bir hikâye üzerinden sorgular. Hırslı bir hayvan olan kurt ile insan arasında kurulan analojiye bizi en çok dedenin sözleri yaklaştırır. Sahip olmak istediği mavzer için bir hayvanın canına kıymaktan imtina etmeyen Veysi çıkar önce karşımıza ve daha sonra da onun hakkına göz dikecek olan kardeşi Bekir. Ahlak, akıl, vicdan, merhamet devreden çıkıp da kişi hırs ve öfkesiyle başbaşa kaldığında nasıl insani melekelerini yitirir, hayvani duygularla etrafa saldırır, bunu izleriz filmde.
Veysi peşine düştüğü kurda yaklaştıkça nasıl içindeki ihtiraslar büyüyorsa Bekir de babasının vefatının ardından ağabeyine verilen bahçeyi ele geçirmek adına hiçbir sınır tanımaz. Erkekler arasındaki bu savaş gittikçe şiddetlenirken kadınlara ise birbirlerine karşı besledikleri husumetleri dile dökmek, elinden kötü bir şey çıkacağı belli olan eşlerini durdurmaya çalışmaktan öteye seçenek kalmaz. Burada Bekir’in eşi Ayşe için ayrı bir parantez açmak elzem. Bekir her şeyi olduğu gibi belli ki Ayşe’yi de zorla elde etmiştir. Hamile olan karısının ağzını bıçak açmaz. Türk sinemasında birçok filmde gördüğümüz suskun kadınlar; Eşkıya’nın Keje’si, Sürü’nün Berivan’ı, Masumiyet’teki Yusuf’un (Güven Kıraç) ablası gibi Ayşe de erkek şiddetinden mağdurdur ve sessizlikten başka bir ifade alanı kalmamıştır. Onun yerine konuşanlar, karar verenler çoğaldıkça Ayşe’nin suskunluğu artar.
Ayşe’nin sessizliği gibi filmin önemli detaylarından biri de Veysi’nin oğlu Mustafa’nın bakışlarıdır. Çevresinde şahit olduğu her şeye, bilhassa yakında öleceğini söyleyen dedesine dönük kaygılı ve meraklı bakışları Mustafa’ya da diğer yan karakterler gibi önemli bir rol biçer. Kurtlar sürüye saldırdığında elinden geleni yapan, dedesinin vefatının ardından ölüsü yıkanırken su döken, mezarına toprak serpen küçük Mustafa’nın varlığı, taşrada çocuğa biçilen rol ile şehirdeki arasındaki uçurumu düşündürür ister istemez.
Mavzer’de ana karakterler gibi yan karakterler üzerine de senaryoda çalışıldığı belli, fakat yan karakterlerin (Ayşe’nin, Mustafa’nın, hattâ Cennet’in) katmanlaşmaya müsait hikâyeleri bir yerde tıkanıyor. Yönetmenin ilk filmini çekiyor olma temkinliliği, filmin süresini daha fazla uzatmama kaygısı, belki de bu derinliğin önündeki en büyük engel. Kurdun hikâyeye dahil oluşu da bu talihsizlikten nasibini alıyor. Hikâyenin içerisinde bir hayalet gibi dolaşan kurdun filme katabileceği masalsı ton, çoklu okuma imkânı da bu sebepten izleyicinin elinden alınıyor. Filmin pastoral görüntülerine rağmen sinematografinin hikâyenin önüne geçmemesi, tabiatın sunduğu bu cömert görüntülere yönetmenin kendini çok fazla kaptırmaması bir yerde avantaj. Fakat bir taraftan da karakterlerin iç hallerinin bir temsiline dönüşebilecek, onların ruhlarında kopan fırtınaların ifadesi olabilecek bir imkân da elden kaçmış oluyor. Veysi’nin içinde kopan fırtınaların, Bekir’in hırsının temsiline dönüşebilirdi bir fırtına, esen bir rüzgâr ya da tipi…
Türk sinemasından Anadolu’ya bakış
Erken dönem Türk sinemasında, Yeşilçam’da Anadolu ve Anadolu insanı hep ehlileştirilmesi gereken bir proje olarak sunuldu. Taşraya gidenler hep bir misyon ile çıkmışlardı yola. Millî Mücadele yıllarından itibaren dile dökülen ve yaygınlaştırılan “mektepten memlekete” sloganıyla yola çıkan Türk aydınlarının en sembolik örnekleri öğretmenler ve mühendislerdi. Osman Fahir Seden’in yönettiği Çalıkuşu (1966) filmindeki öğretmen Feride de, Halit Refiğ’in Şehirdeki Yabancı (1962) filmindeki mühendis de hep aynı misyonun farklı tezahürleriydi. Yeni Türk sinemasında ise ‘taşra’ genelikle bir kaçış merkezi olarak temsil edildi; kimi filmlerde güzelleme yapıldı, romantize edildi ya da şehirden kaçanların “can sıkıcı” buldukları, burada da uzun süre yaşanmaz ki ifadesinin resminden ibaret kaldı. Şehirli insanın soruları/sorunları üzerinden bakıldı hep taşraya ve filmlere de ancak bu yansıdı. Son yıllarda çekilen filmlerde ise her şeyde olduğu gibi ideolojik perdeler daha çok katmanlaştı; ya Anadolu irfanını kutsayan, coğrafyayı ve insanları göklere çıkaran veyahut da taşrayı muhafazakâr ideolojinin yurdu görmekten sebep, Anadolu insanını yerin dibine batıran, her türlü kötülüğün müsebbibi sayan bir yaklaşım söz konusu. Özcan’ın filmi bu manada daha hakkaniyetli bir tutum sergiliyor. Küçük bir köyde yaşayan insanların birbirine olan husumetlerini, zayıf yanlarını resmederken bir taraftan da bilgece hallerine alan açıyor.
Serhat Kılıç, Veysi karakterini oldukça başarılı canlandırıyor. Ozan Çelik ise Sivas, Dilsiz gibi Mavzer’de de dikkat çekici bir performans sergiliyor. Dünya prömiyerini 26. Saraybosna Film Festivali’nde yapan Mavzer’in Türkiye prömiyeri 27. Adana Altın Koza Film Festivali’nde gerçekleşti ve film Adana’dan En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Ozan Çelik), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Seda Türkmen) ve En İyi Görüntü Yönetmeni (Orçun Özkılınç) ödüllerini aldı. Filmin bir sonraki gösterimi, Ulusal Uzun Metraj kategorisinde, 23-30 Ekim tarihleri arasında, 8. Boğaziçi Film Festivali’nde gerçekleşecek.