Halid Ziya Uşaklıgil’e 1899-1900 yıllarında Servet-i Fünun dergisinde parça parça yayınladığı romanının 100 yıl sonra her biri ortalama 90 dakikalık 79 bölümlük bir televizyon dizisi olduğunu ve bir fenomene dönüştüğünü söyleyebilseydik ilk sorusu “Televizyon nedir?” olurdu.
Büyük senarist David Mamet der ki;
“Tiyatro hayattır, sinema sanattır ve televizyon mobilyadır.”
Evet biraz sert bir bakış ama bugün televizyonda ya da çevrimiçi platformlarda seyrettiğimiz bütün diziler eninde sonunda Aşk-ı Memnu’dur. Uzun uzun bakışılır, yavaş yavaş hareket edilir, gerçek hayatta beş dakikada çözülecek meseleler saatlerce ve bölümlerce devam eder. Ve çok az istisna dışında bütün diziler bunu yapar ve yapmak zorundadır. Ama ortalama seyirci için önemli olan olayların devamını ne kadar merak ettiğidir. Merkezdeki çatışmayı ne kadar cazip ve çekici bulduğu da. Biraz değiştirebiliriz de aslında başlıktaki genellemeyi; “Bütün diziler Aşk-ı Memnu olmak ister.” Çünkü bu dizi hem üreticisi hem yayıncısı hem de izleyicisi açısından dört dörtlük bir başarı örneği. Fakat sanat tiyatroda ve sinemada olur, televizyonda olmaz.
Peki ben böyle bir aforizma uydurup neden haftalardır dizilerle ilgili yazılar yazıyorum? Çünkü popüler kültürden uzak kalmayı tercih etmiyorum ve benim dizilerle ilgilenmem bütün dizilerin eninde sonunda aynı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ayrıca çelişkilerimle de barışığım. Üstelik ben aslında dizileri yazmıyorum ki. Ben onları izlerken ne hissettiğimi yazmaya çalışıyorum. Ve seyrederken zihnimde kendime sorduğum soruları sizinle paylaşıyorum. Keşke cevapları da bilsem, onları da yazsam.
Yine büyük bir senaristten, William Goldman’dan bir alıntının tam yeri burası;
“Hiç kimse hiçbir şey bilmiyor.”
İşte size en kesin bilgi. Hiçbir yapımcı kesin olarak reytingi hesaplayarak bir iş yapamaz, hiçbir senarist çok sevileceğinden emin olarak bir senaryo yazamaz, hiçbir oyuncu kesin olarak çok sevileceğini bilip de bir dizide ya da filmde oynayamaz. William Bey sinema ve televizyona dair söylemiş olsa da bu sözü hayatın tamamına da uyarlanabilir tabii ki. Çünkü çok ama çok fazla değişken var. Ve bilim bu değişkenleri ya da sebep sonuç ilişkilerini açıklayamadığı zaman kuantum dalgalanmalarından bahsediyor. Size de oluyor mu bilmiyorum, “kuantum”u duyunca bana bir rahatlama geliyor.
Dizi mevzusunu bitirmeyi düşünüyorum. Haftaya yine bir dizi üzerine yazabilirim, onu demiyorum, yani bu yazının asıl mevzusuna geçiyorum; şahane ve saçma sapan bir filmden bahsedeceğim. Eskiden mahalledeki sinemaya gelecek filmi bekler gibi şimdi de Netflix’e gelecek bazı filmleri bekler olduk ve bu da o filmlerden biri.
Charlie Kaufman’ı çok severim. Bence yaşayan en büyük senaristlerden biridir. Senaryosunu yazdığı “John Malkovich Olmak” (Being John Malkovich – 1999) filmini seyredince çok şaşırmıştım ve yazdığı ne varsa seyredip bu çılgını takip etmeye başlamıştım. Mesela “Tersyüz” (Adaptation – 2002) filminde hikayesini anlattığı senarist “John Malkovich Olmak” filminin setine gider; şahane bir gönderme değil mi? Yazdığı diğer filmleri uzun uzun anlatmayayım; “Sil Baştan” (Eternal Sunshine of the Spotless Mind – 2004) adlı eserinden bahsetmeyeceğim bile. Derken yönetmenliğe girişip “New York Yanılsamaları” (Synecdoche, New York – 2008) adındaki çok acayip filmi çekti. Arkasından stop-motion tekniğiyle bir acayip film (Anomalisa – 2015) daha geldi ve son olarak da Iain Reid’in romanından uyarladığı Netflix filmi “Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum” (I’m Thinking of Ending Things – 2020) filmiyle hayranlarını ve nefret edenlerini coşturdu.
Şahsım ve ben seyrederken sık sık çeşitli tartışmalar yaşadık. Kendilik dediğimiz “şey” bizi yeterince meşgul ederken bir de film seyrederken bu mevzuyu deşmek eksikti. Kim konuşuyor kardeşim durmadan içimizde? Bu iç ses dediğimiz şey kendimiz miyiz? Başkaları neden zihnimizde konuşup duruyor? Bu düşünceler kendi şahsiyetimizin düşünceleri mi yoksa sevip saygı duyduğumuz, düşüncelerini önemsediğimiz başka insanların mı? Bunları nereden aldık? Herkes bizim gibi iç sese sahip olmayabilir mi?
Saçma sapan hayatımızın saçma sapan filmi gibi bir şey bu. Aklımızın odalarına sevdiklerimizi misafir etme cesaretini gösterebileceğimizi sanmıyorum. Ama Kaufman bunu yapıyor. Sözde sevgilisini sözde evine götürüyor sözde Jake. Kızın adı her seferinde değişiyor. Bir karakterin adını filmin bütünlüğüne zarar vermeden birkaç kez değiştirebilen bir senaristle karşı karşıyayız. Ve karakterlerin kostümlerini sinemanın kutsal “devamlılık” yasasının üstünde tepinerek değiştiriyor. Bizim büyük Türkiye sineması ya imkansızlıktan ya da şapşallıktan devamlılığı kaçırır ama Kaufman raconu kesiyor, yasayla dalga geçiyor. Ve diyor ki; “Zaten bir zihnin içindesin güzel kardeşim, bırak kasma o kadar kendini, bak zaten kadın karakterimiz bazen Kuantum Fizikçisi oluyor, sal sen de kendini…”
Zamanında bir şiir sohbetinde arkadaşlarımızdan biri bahsi geçen şiirin anlamını sorunca yaşını almış bir arkadaşımız dedi ki; “şiirin anlamını sormak yediğin yemeğin gramajını sormak gibidir, oysa ağırlık başka şey tat başka…” Kaufman’ın filmi de bence böyle, zihni biraz serbest bırakıp akışın tadını çıkarmalık yani.
Karakterlerimiz araba yolculukları sırasında bir filmden bahsedince dayanamadım o filmi de izledim. “Etki Altında Bir Kadın” (A Woman Under The Influence – 1974) filmindeki karakterin herkesi memnun etmek isterken tükenen bir kadın olduğunu söyleyen kadın karakterimiz filmin içinde bir film çözümlemesi yapıyor ve bu filmi eleştirecek olanlara da göz kırpıyor. Yaşadığımız ilişkilerde şahsiyetlerin nasıl birbirine karıştığını açık açık gösteriyor. Karakterin dönüp seyirciye baktığı ve yönetmenin “ben de seni seyrediyorum” dediği anlar da etkileyici ayrıca. Hakikaten kim kimi seyrediyor belli değil.
Kaufman’ın yazdığı ve yönettiği bütün filmler üzerine konuşulacak çok şey var. Ama ilk kez seyirciye bu kadar açık sorular soruyor bence. Çok net sorular. Ve bütün film boyunca yönetmenin sayıklamalarına şahit oluyormuşum gibi hissettim. Çok şık ve organize sayıklamalar bunlar. Çağrışımlar çok etkileyici bir şekilde insana yine aynı kadim soruları sordurtuyor. Buraya nasıl geldik, burada ne yapacağız ve buradan sonra nereye gidiyoruz? Sanat tam da bu sorulara cevap aramak değil midir?
Ve son olarak size filmden bir replik;
“Yeterince yakından bakınca her şey aynıdır.”