Süleyman Demirel, yarım yüzyıl boyunca bu ülkede yaşayan herkesin ömrüne, Türkiye’nin siyasetine ve Türk sağına damgasını vurmuş bir isim. Tanıl Bora, birçok kuşağın hayatına bir yönüyle dokunan Demirel’i roman gibi bir kitapla anlatıyor. Demirel* adlı bu eser; bir yandan Demirel’in 1924’te başlayıp 2015’te sona eren serüvenini gözler önüne sererken, diğer yandan da bize Türkiye’nin bir asırlık hikâyesini, bu hikâyede rol alan belli başlı aktörleri, siyasetteki değişim ve süreklilik noktalarını sunuyor.
“Demirel”, yaklaşık 600 sayfalık cesametli bir kitap; Bora, kitabın bu denli hacimli olmasını iki sebebe bağlıyor: İlk neden, Demirel’in siyasi hayatının uzunluğudur. 1950’lerde parlak bir bürokrat olarak gündemimize girer Demirel. 1960’ların ortalarından itibaren de siyasetin merkezine yerleşir ve 2000 yılında Cumhurbaşkanlığından ayrılıncaya kadar bu yerini muhafaza eder. Ömrünün son deminde, yoğunluğu azalsa da yine siyasetle bağını koparmaz. Dolayısıyla bu kitap, Türkiye’nin yakın dönem siyasi tarihi olarak da okunmaya müsaittir.
İkinci neden ise, Demirel’in sözlerine çok geniş yer verilmiş olmasıdır. Bora, muazzam bir işçilik yapıyor; Demirel’in neredeyse her sözünün izini sürüyor. Kitabın, mimarisi de müthiş; Bora, Demirel’in herhangi bir meseledeki tavrından, duruşundan ve fikrinden söz ederken bu tavrı, duruşu ve fikri somutlayan sözlerinden birçok misal veriyor. Malzemenin bolluğu, bundan sonra Demirel’e dair çalışmalar yapacak olanlar için bu kitabı çok zengin bir kaynak haline getiriyor.
Cumhuriyet’in Eseri
Demirel, Cumhuriyet’in ilanından bir yıl sonra, 1 Kasım 1924’te Isparta-İslamköy’de doğar. Yoksul ama itibarlı geniş bir ailenin çocuğudur. Aile; kendi halindedir, dindardır, kimse ile bir alıp vermediği yoktur, tersine çevrelerindekilere elden geldiğince yardım eder. Demireller hem o vakitler Isparta’da sürgünde olan Said-i Nursi ile hem de Dersim’den zorunlu göç ettirilen Alevi ailelerle iyi ilişkiler kurarlar.
1937’de parasız yatlı sınavını kazanır Demirel ve kendi ifadesiyle “devletin öğrencisi” olur. 1941’de 4.000 aday içinden, üç yıl sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’ne (İTÜ) dönüştürülecek olan, Yüksek Mühendis Mektebi’ne giren 150 kişiden biri de odur. Talebelik hayatı mazbuttur. Üniversitedeki dini cemaat mensuplarının da, Türkçülerin de arasına girmez; onlarla irtibatı vardır ama mesafesini hep korur.
İngilizcenin ehemmiyetini erkenden fark eder. “Lisanın çok büyük bir pencere açacağını” öngörerek dil öğrenmek için kursa yazılır. Aralık 1948’de akrabası Nazmiye Hanım ile evlenir. 1949’da yüksek mühendis diplomasını alır ve Elektrik İşleri Etüt İdaresi’nde (EİEİ) çalışmaya başlar. Aynı yılın sonunda Amerika’ya gönderilir. Demirel sonraları “Türkiye’den Amerika’ya gönderilen ilk Türk mühendis benim” diyerek bundan hep gurur duyar.
Bir yıllık tecrübe, Demirel’deki Amerikan hayranlığını büyütür. 1954’te Demirel, incelemelerde bulunmak üzere ikinci kez Amerika’ya gider. Eşiyle gittiği bu seyahat, salt mesleki anlamda değil, Demirellerin yaşam tarzında da derin izler bırakır. Demireller modern bir çift görünümünü verir, Nazmiye Hanım Ankara’da ehliyeti olan ve otomobil kullanan ilk kadınlardan biri olarak bilinir. Çocuğu olmayan çift, Nazmiye Hanım’ın kardeşini çocuklarının yerine koyarlar.
Amerika dönüşü Demirel’in yıldızı parlar, 31 yaşında Devlet Su İşleri’nin (DSİ) genel müdür koltuğuna oturur. Mühendis olmak, İTÜ’lü olmak ve DSİ’li olmak, her daim Demirel’in övünç duyduğu kimlikler olur. Mühendislik, onun için sadece bir meslek değildir, bir hayat görüşüdür. Her hadiseye bir mühendis gözlüğüyle bakar. Elindeki malzemeyi tartar, avantajlara ve dezavantajlara bakar, yapılabilecekleri hesaplar ve işe koyulur. “Ben mühendisim, benim işim yapmaktır… Ben yapmanın adamıyım.” (s. 52)
İTÜ’lülük en yüksek payelerden biridir onun için. “Türkiye’nin herhangi bir yerinde medeni bir eser görüyorsanız, onda mutlak yakasında arı rozeti olan birisinin izi vardır.” (s. 35) Üniversitesini hep gözetir, başbakanlığında ve cumhurbaşkanlığında mektebine desteğini esirgemez.
DSİ’ye ise bir tür “su devrimi yapma” misyonu biçer; bu kurumu “Türkiye’nin uygarlık mücadelesinin yapıldığı kurumlardan biri” olarak taltif eder. Türkiye’nin kalkınması üstlenen kurumlardan biri olan DSİ, Demirel ile özdeşleşir. Öyle ki memleketi Isparta’da kurumun rumuzu olan DSİ’nin “Demirel Süleyman’ın İşleri” şeklinde okunduğu rivayet edilir.
Demirel zekidir, iyi bir eğitim almıştır, konusuna hâkimdir. Bürokrasiye bir yıldız gibi girer, basamakları hızla tırmanır ve Demokrat Parti’nin (DP) en gözde bürokratı olur. O, ikbal yolundaki imrenilesi ilerleyişini sürekli Cumhuriyet ile ilişkilendirir. Onu, Anadolu’nun kuş uçmaz kervan geçmez bir köyünden alıp çıkaran Cumhuriyet’tir. Yoksulluğunu bitiren, mahrumiyetini gideren, bir hiçken onu memleketin imarına mimar kılan Cumhuriyet’tir. En alttaki bir köylü çocuğunun en tepe noktaya taşınması bir Cumhuriyet rüyasıdır. Bu nedenle Demirel daima “Cumhuriyet’in eseri” sayılır ve o da öyküsünü hep böyle anlatır.
“İnönü karşısında imtihan olan bir talebe değiliz”
27 Mayıs’tan sonra, cunta yönetiminin istemesine rağmen bürokrasideki görevinden ayrılır. Sanayileşmeye çalışan ülkelerde büyük altyapı projeleri yapan Morrison-Knudsen firmasının temsilciliğini alarak iş hayatına atılır. Ayrıca ODTÜ’de de ders verir. Morrison ismi, siyasete girdikten sonra Demirel’e yapışır. Sol muhalefet “Morrison Süleyman”ı, Demirel’i “Amerika’nın bendesi” olarak teşhir etmenin bir sloganı olarak kullanır.
Siyasete ilkin biraz uzak durur. Ancak kısa bir naz evresinden sonra 1962’de, DP’nin bir devamı olarak kurulan Adalet Partisi’ne (AP) üye olur. AP’nin kuruluşu esnasında orduya güven vermek için partinin başına getirilen emekli general Ragıp Gümüşpala’nın vefatı, siyasette Demirel’in önüne büyük bir kapı açar. Genel başkan arayışına giren partide gözler ona çevrilir. 27 Kasım 1964’te Ankara’da toplanan AP 2. Büyük Kongresi’nde, milliyetçi-muhafazakâr Sadettin Bilgiç’i yenerek partinin direksiyonuna geçer.
“Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir siyasi partinin genel başkanı tek aday olarak kongrede onaylanmakla kalmamış, delegelerin seçimiyle belirlenmişti.” (s. 79)
Siyaset sahnesine yaptığı bu görkemli girişten 1971’e kadar geçen süre zarfında Demirel, siyasi meşrebinin bütün hususiyetlerini sergiler. Ekim 1965’te başbakan olur. Artık, ilkokuldan beri ismin hıfzettiği üç isimden biri olan İsmet İnönü’nün (diğer ikisi Atatürk ve Fevzi Çakmak) önünde yürüyecektir. O 41, İnönü 81 yaşındadır.
“Koca İsmet Paşa, arkasında Kurtuluş Savaşı var, Lozan Antlaşması var… Ben onunla nasıl baş edeyim, koluna girer, suyuna gitmeye çalışırdım, iyi geçinmeye gayret ederdim.” Fakat siyasete ısındıkça İnönü’ye de meydan okur, mesela 1966’da “İnönü karşısında imtihan olan bir talebe değiliz” der. (s. 84)
Yandaşları da karşıtları da Demirel’in enerjik ve sempatik olduğunda hemfikirdirler. Mutedil ve müsamahakâr bir algıya sahiptir. Siyasetteki ilk dönemlerinde ordu ve büyük basın tarafından kayırılır. Ne partide ne de hükümette “ikinci adam” mevkiine müsaade eder, seçim kazandıkça da kendi “tek adamlığını” koyultur. Liderliği kuvvetlendikçe, Menderes için kullanılan “Beyefendi” hitabı onun için de kullanılmaya başlanır.
Milli iradeyi kutsar, vesayete karşı durur, seçimle işbaşına gelen hükümeti sınırlandıran kurumsal yapılara -ordu hariç- veryansın eder. Bir AP milletvekilinin “Kırat’ın beklenen icraatları yapamadığını” yönündeki eleştirilerine, Danıştay, Yargıtay ve Sayıştay’ı kastederek “Kırat yapacak da taylar bırakmıyor” cevabına verir. (s. 118) Kendini halkla bir tutar; Cumhuriyet elitinin hor gördüğü halkın sadece temsilcisi değil bizatihi kendisi olduğunu vurgular: “Ben sizin ıstırabınızın çocuğuyum.”
“Elektriğin komünisti olmaz”
Cumhuriyet aydınlarının ve özelikle solcuların, “halk, halkçılık” gibi kelimeleri çokça telaffuz ettiklerini ama gerçekte halkla bir alakalarının bulunmadığını anlatır. Kendisi halkın içinden gelmiştir, hâlâ onların içindedir, onların derdini, yarasını bilir, onların derdiyle dertlenir, sevinciyle keyiflenir. Oysa solcular, halktan hep uzaktırlar, bilmedikleri, hissetmedikleri bir dünyanın edebiyatını yaparlar.
“Benim için nereden çıktı diyorlar, çok basit, bunun için gözlük takmaya lüzum yok! İşte senin içinden ben çıktım. Benim babam da eli nasırlı bu toprağın adamı! Ben bu toprağın içinden çıktım. Neresinden bahsediyorsun, ‘eli nasırlı, emekçi kardeşim, maraba kardeşim’ diye? Nasırlı el burada, sahtekârlık yapmaya lüzum yok!” (s. 119)
Her zaman milliyetçidir ama milliyetçiliğin dozu dönemlere göre farklılık gösterir. 1960’larda savunduğu ılımlı bir milliyetçiliği, vatandaşa hizmetle temellendirir. Milliyetçilik, “bir bardak içecek suyu olmayan Urfa’nın, Mardin’in köylerine su götürmektir.” (s. 123) Batı medeniyetine taraftardır, kalkınmaya iman eder, Menderes’ten farklı olarak kalkınmayı sanayileşmeye bağlar. “Motorsuz medeniyet olmaz.” (s. 128)
Köyden kentte göçten ürkmez, gecekondulaşmayı sempatiyle karşılar ve destekler. Toprak reformunu ilkesel olarak reddetmez ama yapılabilirliğini ve faydasını sorgular. Esnek bir planlamadan yanadır, komünizme set çekmek için devletin sosyal bir karakter taşıması gerektiği fikrindedir.
“İrtica” iddialarını abartılı ve yersiz bulur. Din ve vicdan özgürlüğünü savunur. “Herkes göğsünü gere gere Müslümanım diyebilecek” ifadesiyle, Müslüman kimliğin kamusal ifadesine alan açar. Cumhuriyet’in erken dönemlerindeki din politikalarını sorgular, tek partinin din düşmanlığının devlet ile milleti birbirine düşürdüğünü söyler. “Devlet laik olabilir ve olur, ama millet dinsiz olamaz.” (s. 147)
Beri yanda Atatürk’ü de sahiplenir, resmî ideolojiyi kendi görüşleriyle sarmalar, Atatürkçülüğü CHP tekeline bırakmaz. Din ile olan münasebeti, ne laikleri ne de muhafazakârları memnun eder. Laikler; onun Nurcularla yakın olmasından rahatsızdırlar, muhafazakârlar ise onun Masonluğundan ve yeterince dindar olmamasından.
Dış politikada ilişkileri elden geldiğince çeşitlendirmek ister; rejim farkı gözetmeksizin Ortadoğu ve Arap ülkeleriyle de, Orta Avrupa ülkeleriyle de iyi ilişkiler kurmanın yolarını arar. Soğuk Savaş döneminde SSCB ile bir NATO ülkesi arasındaki en kapsamlı ekonomik anlaşmalara imza atar. Bulgaristan’dan elektrik aldığı için yapılan “Komünistlerden elektrik alıyor” suçlamalarını “Elektriğin komünisti olmaz” sözüyle karşılar. (s. 144)
“Siyasette kuru inada yer yoktur”
Kendine has bir dil kurar ve o dil siyasette onu öne çıkarır. Rakamlarla, verilerle arası çok iyidir. Hafızası mükemmeldir, dersine iyi çalışır, hükümet işleri ile ilgili dosyalarının yanında siyasi tarih kitaplarına da meraklıdır. Sanatla pek haşır nesir olmasa da sanatçıların taleplerini karşılamaya çalışmaktan geri durmaz. Hakkında binlerce karikatür çizilir, plaklar doldurulur, hiçbiri hakkında tek bir dava açmaz.
Seçim gezilerine eşini götüren ilk siyasetçidir. Sağ cenahta bunun için eleştirilse de kulak asmaz, “Nazmiye Hanım onun kırmızıçizgisi, onun resmi tarihinin bir sabitesidir.” (s. 177) 1968’de taşındığı Güniz Sokak’taki evi yarı-kamusal bir işlev kazanır. Demirel burada hem özel siyasi görüşmelerini yapar hem de “halktan” ziyaretçilerini kabul eder. Siyasette insanların her zaman yüz yüze gelinebileceğini akılda tutar, temkinlidir. Duygu kontrolü yüksektir, dayanıklıdır; her kayıptan sonra hiçbir şey olmamış gibi sıfırdan başlayabilir.
İyi bir müzakerecidir. Muhataplarını bilgiye ve belgeye boğar, onları yorarak neticeyi almaya bakar. Pragmatisttir; ama oportünizmden ayırdığı pragmatizmi “akılcılık”, “gerçekçilik” ve “yapıcılıkla” tanımlar. “Siyasette kuru inada yer yoktur” sözünü düstur beller; orta yerde bir problem varsa ona çare bulmaya odaklanmayı öğütler. Siyaset, onun düşüncesinde, bir sanattır ama mucize yaratma sanatı değil, eldeki imkânlarla mümkün olanı yapabilme sanatıdır.
Aydınların en hazzetmedikleri siyasetçi listesinin başındadır. Siyasi fikriyatı ve tarzının yanında aydınlar ona sınıfsal-kültürel bir küçümseme ile bakarlar. Onun köylülüğü ve taşralılığı, aydınlar katında kabulünü olanaksız kılar. Ancak salt karşı mahalledeki aydınlardan değil kendi mahallesinden de ona birçok ok yöneltilir. Demirel’in samimiyetsiz, görgüsüz, vefasız, renksiz-kokusuz olduğunu, nabza göre şerbet verdiğini, milliyetçi ve dindar insanları kullandığını, siyasi nüfuzuyla ailesini kayırdığını düşünen mahalleli sayısı da çoktur. O, her taraftan gelen eleştirilerin farkındadır, ama ona göre siyaset, zaten bütün bunların üstesinden gelebilme becerisidir.
“Siyaset çok güzel bir şeydir. Tatlıdır. Sabır ister, metanet ister. Olayların altında kalmamayı gerektirir. Tükenmemek ister. Kişiyi çok çabuk tüketir siyaset. Sabrını da tüketir, sağlığını da tüketir. Maddi varlığını da tüketir. Kişinin en çok dikkat edeceği şey tükenmemektir. Olayların altında ezilmemektir ve olayların üzerine çıkabilmeyi becerebilmektir. Gün olur bugün siz sıkan meseleler, birkaç ay sonra, muayyen bir süre sonra o kadar önemli meseleler olmayabilir. Önemini kaybeder. Binaenaleyh, hiçbir şeye lüzumundan fazla ağırlık vermemek lazımdır. Onu söylerim.” (s. 186)
Laf uzadı, devam edeceğiz.
* Tanıl Bora, Demirel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2023.