[5 Ağustos 2021] Dış fonların üzerine, bir de orman yangınlarını kimin çıkardığı bindi. Günah keçisi hep dünya, dışarısı, yabancılar, uluslararası alan. Bir zamanlar bir Fellini filmi vardı, E la nave va diye (1983). Türkiye’de “Ve gemi gidiyor” diye oynadı. Evet, gemi gidiyor. Ben de kendi rotamda, bu uzayan diziye devam ediyorum.
Artık hep bir uğultu içindeyiz. Birileri sürekli bağırıyor. Hayır! Uluslararası kurallara ve Türkiye yasalarına uygunmuş; ben anlamam! Sadece iktidar, yurtdışı kuruluşlardan yardım alabilir. Cumhur İttifakı ve medyası dışında kim alıyorsa kötüdür. Çünkü bağımsız haber, doğru haber olabilir, doğru haber de yıkıcı haber demektir. Kimse bizden fazlasını vermeye kalkmasın. Sadece budur, benim gösterdiğimdir, gerçek evren. Giderek yükseltiyor sesini. Hayır! Küresel ısınmayı da anlatmayın bana! Dünya yanıyormuş, bütün Akdeniz yanıyormuş; beni kesmez bunlar. Biz bize benziyoruz; ilk Atatürk söylemişti bunu. Ben biliyorum. Biliyorum işte. Bizi sabotajcılar, teröristler, Yunanistan, PKK yakıyor.
Peki Yunanistan’ı kim yakıyor; orası meçhul tabii. Hiçbirinin en ufak bir kanıtı, mantığı, desteği yok. Biraz yakından baktığınızda, hepsi çürük, kof, bomboş. Sadece bağırıyorlar, yüksek sesle. Ortalığı alabildiğine geriyor, akla ve sükûnete yer bırakmıyorlar. Bırakmamaya çalışıyorlar. Gerçi artık kim dinliyor, ondan da çok emin değilim doğrusu. Her halükârda çaresi, ısrarla rasyonelliğe sarılmak olabilir. İşte bunlar da benim serinkanlı düşünme çabalarım. İrrasyonaliteye karşı, yazmaya sığınıyorum.
* * *
Her milliyetçilik kendini bir kudsiyet hâlesiyle çevreler. Kısmen, Katolik Kilisesinin “Lekesiz Doğum” doktrinini andırır. Buna göre, Hazreti Meryem ana rahmine düştüğü andan beri mutlak surette saf ve temizdir, İlk Günah’tan arınmıştır. Gerçeğin ne kadar farklı olduğu, ancak hepsine (ve bu arada, “kendi” milliyetçiliğimize) geniş, karşılaştırmalı bir çerçevede bakarsak anlaşılabilir.
Bugün milliyetçilik bahsinde bir parantez açıp, sadece bu tür kutsallıkların nasıl icat ve inşa edildiğine değineceğim. Yukarıdaki tablo, François-Louis Dejuinne’e ait. Baptême de Clovis à Reims le 25 décembre 496 (Clovis’in 25 Aralık 496’ta Reims’ta vaftiz edilmesi). Clovis (veya Hlodowig), çok temel bir anlamda ilk Frank kralı. Şeflikten devlete geçişi simgeliyor. O zamana kadar Frank kabileleri hep kendi şeflerinin (reislerinin) önderliğinde. Bir federasyon ve bir şefler koalisyonu söz konusu. Clovis önce İS 481’de Frankların Saliler (Lat. Salii) kolunun kralı olarak taç giyiyor (isterseniz Üçoklar ve Bozoklar, ya da İç Oğuz ve Dış Oğuz, ya da Kayı ve Kınık gibi düşünün). Sonra 485’te bütün Frankların tek kralı, biricik hükümdarı olarak egemenliğini kabul ettiriyor. Şefler koalisyonu sona eriyor; Merovenj hanedanı başlıyor ve yaklaşık 200 yıl sürecek (isterseniz Osman Gazi ve Osmanlı hanedanı gibi düşünün). Ama hâlâ çoktanrıcı. Derken Hıristiyan bir prensesle evleniyor: Burgonyalı Clotilde. Üstelik Ariusçu değil, İznik Doktrinine bağlı Katolik. Dolayısıyla Clovis, karısının etkisiyle Katolik Hıristiyanlığa intisap ediyor ve bütün Franklarını da birlikte götürüyor. Tipik bir evlilik ittifakı ve aynı zamanda devlete geçiş sürecindeki bir kavmin, mevcut din örgütlenmesiyle ittifakı (isterseniz bunu da Osmanlılar ve Ahîler, Osman Gazi ve Şeyh Edebali gibi düşünebilirsiniz).
Bilimsel ölçüler içinde bu, Ortaçağ tarihinde gerçekten önemli bir geçiş, sosyolojik anlamı yüksek bir dönüşüm. Ama aynı zamanda, yüzyıllar sonrasının Fransız milliyetçiliği için kutsal bir ân. Milliyetçilik başka bir tahayyül. Clovis’in Hıristiyanlığı kabul etmesine, gerçekte (tarihte) varolmayan anlamlar yüklüyor.
Dejuinne (1786-1844) tam bir romantik-milliyetçi 19. yüzyıl ressamı. Fransa’nın ve Fransız milletinin başlangıcını keşfediyor, Clovis’in vaftiz edilmesinde. Tablosunun hemen bütün unsurları ya uydurma veya en azından tartışmalı. Yeri ve tarihi bile: Clovis gerçi Hıristiyanlığı 496’da benimsiyor ama ancak 508’de (ve Reims kentinin içinde değil, civarındaki küçük bir kilisede) vaftiz edilmiş olması mümkün. Öyle veya böyle; Dejuinne büyük bir anıtsallık atfediyor, muhtemelen çok mütevazi koşullarda cereyan eden bu olaya. Sahneyi, Karanlık Çağların, Kavimler Göçünün yoksulluk ve dağınıklığıyla değil, bir Rönesans veya Barok katedralinin ihtişamıyla kuruyor. Solda, Frank kabile savaşçılarının ateşli hayranlığı. Sağda, İS 5. yüzyılda asla olmadığı kadar derli toplu bir Kilise hiyerarşisi. Arka ortada, kocasının tâcını kucağında tutan Kraliçe Clotilde. Ön ortada, çift ağızlı savaş baltası, pırıl pırıl örme zırhı ve omuzlarını koruyan (aslında, ancak 15. yüzyıldan sonra geliştirilmiş) pauldron’larıyla, çağının teknolojik bakımdan çok çok ilerisinde bir Clovis. Fakat aynı zamanda dindar. Şimdiden. Üstü aziz, altı savaşçı. Yüzü, saçları, sakalıyla tamamen Hazreti İsa. Etrafı parke taş döşeli vaftiz havuzundan, olanca heybetiyle çıkarken, Reims Piskoposu Remigius altın bir tastan su döküyor Clovis’in başına. Yeniden doğuyor (Hıristiyan kimliğiyle). Geçmiş bütün günahları bu suyla akıp gidiyor. Din ve millet birleşiyor (Türk-İslâm sentezi). Fransa vücut buluyor.
Bu bir idealizasyon. Fakat tarihî gerçeklik umurunda mı milliyetçiliğin? Dejuinne’in (ve bu sahneyi döne döne işleyen daha nice ressamın) yarattığı efsane, her şeyin üstünde. Millî tarih, çok selektif bir kurgu. İster sözel ister görsel, böyle böyle anlatımlarla bütün bir gelenek icat ediliyor. Senin tarihin budur diyor, okuyucu veya seyircilerine. İnananlarının gözünde karşı durulmazlık kazanıyor. Ardından, bu kültürün, bu tarihin “bize,” bugün yaşayanlara neler emrettiği geliyor.
Neler emrediyor? Düşmanlık ve “dış” korkusu emrediyor. Birileri çıkıp öyle konuşuyor: Tarihimiz bize şunu emrediyor, kültürümüz bize bunu emrediyor. Aslında kendileri emrediyor, ama tarihimiz ve kültürümüz emrediyormuş gibi gösteriyorlar. “Clovis’in 496’da vaftiz edilmesiyle doğan Fransız halkıdır, bir halkın ruhu demek olan bu sönmez alevi, neredeyse bin beş yüz yıldır taşıyan.” Bu bir “millî kimlik” belirlemesi. Ve tabii, zıddında, madalyonun diğer yüzünde, söz konusu kimliği taşımayan düşmanları da, o düşmanlara karşı duyulan “dış” korkusunu da içeriyor. Yeni Fransız aşırı sağının kurucusu, Ulusal Cephe’nin (Front National) 1972-2011 arasındaki başkanı, yabancı düşmanlığı ve bilhassa İslamofobisiyle ünlü Jean-Marie Le Pen’miş, Eylül 1991’de bu cümleyi sarfeden. 24 Eylül 1991 tarihli Le Monde’dan aktaran ise, ünlü Ortaçağ tarihçisi Patrick Geary. The Myth of Nations (2002; Milletler Efsanesi) kitabında, günümüz milletleri ve milliyetçiliklerinin ezelden beri varolduğu zannını didik didik ediyor. Geçmişe ilişkin bu yanılsamanın 19. yüzyılda nasıl inşa edildiğini gözler önüne seriyor.
Bari paralellikleri de tamamlayayım. Dejuinne’in tablosunun günümüz Türk milliyetçiliğindeki karşılıkları, Diriliş: Ertuğrul ve Kuruluş: Osman dizileri. Aynı abartı, aynı zorlama jestler ve sesler. Aynı hayalî arayışa, “millî kimliğin” efsane ve kudsiyet ihtiyacına cevap veriyor. Bugünün bu uğurda geçmişi manipüle etmesini, kötüye kullanmasını; tarihi değil tarihin istismarını simgeliyor.
Sakın masum sanmayın. Tabii 1300 dolaylarının değil, fakat 2021 dolaylarının “dış” korkularıyla elele gidiyor.