Ana SayfaManşetDüşmanla oynamak

Düşmanla oynamak

Mandela’nın siyahların ragbiyi desteklemesi ve Afrikanerlerin de ulus olma fikrini benimsemesi üzerine kurduğu oyun, beklentinin üzerinde bir başarı kazanır. Aslında olan biten Mandela’yı da şaşırtır, bir kupa kazanmanın insanların hayatına böyle tesir etmesi karşısında sarsılır. Ama nihayetinde, beş yıl için öngördüğünün büyük bir kısmının bir yılda gerçekleşmesi onu sevindirir. Başkanlığı süresince Güney Afrikalı kimliği yaratmak için ciddi mesai harcar. 1999’da emekli olsa da onun ışığı Güney Afrika’nın üzerinde yansımaya devam eder.

Apartheid, tarihin gördüğü en karanlık rejimlerden biriydi. Güney Afrika’da nüfusunun beşte dördünden fazlasını oluşturan siyahları, bu rejim, en temel insan haklarından mahrum ediyor ve hayatın her alanında aşağılıyordu. Hak mahrumiyetini ve aşağılamayı, sapkın yasalarla tahkim edip sürdürüyordu.

Mesela, Ayrı Tesisler Yasası, siyahların güzel kumsallara ve parklara girmesini yasaklıyordu. Siyah dadılar, beyazların bebeklerine bakıyor ama beyazlara ayrılmış tren kompartımanlarına giremiyordu.  Nüfus Kayıt Yasası, nüfusu hiyerarşik olarak dört ana gruba ayırıyor (beyazlar, renkliler, Hintliler ve siyahlar) ve her bir Güney Afrikalıyı ait olduğu ırk kutusuna uygun ayrımcılıklara tabi tutuyordu.

Ahlaksızlık Yasası, ırkı farklı olanların sadece evlenmelerini değil, aralarında cinsel temasa benzer her şeyi de cezalandırıyordu. Grup Bölgeleri Yasası, siyahlar ile beyazların kentin aynı kısımlarında yaşamasını kanunen yasaklıyor ve beyaz kentler ile siyah kasabalar arasında belli bir mesafe olmasını mecburi kılıyordu.

Apartheid, ülkenin tamamını kabileci bir bakışla düzenliyor ve bu da kaçınılmaz olarak anlayışsızlık, güvensizlik ve çatışmalara sebebiyet veriyordu.

“George Orwell’ın tanımıyla kabilecilik ‘insanların böcekler gibi sınıflandırılabileceğini, milyonlarca hatta on milyonlarca insanın gönül rahatlığıyla ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye yaftalanabileceğini varsayma alışkanlığıydı. İnsanı insanlıktan çıkaran bu alışkanlık Nazizmin çöküşünden beri dünyanın hiçbir yerinde Güney Afrika’daki kadar kurumsallaşmamıştı.” (s. 12)  

Birleşmiş Milletler, bu kabileci apartheid rejimini “insanlık suçu” olarak kabul ediyordu. Aralarında keskin ideolojik farklılıklar olmasına rağmen birçok ülke de bu konuda mutabıktı. Nelson Mandela ise apartheid’ı “ahlaki bir soykırım” olarak tanımlıyordu. Zira bu rejimde, belki ölüm kampları yoktu ama insanların kendilerine duyduğu saygı yok ediliyordu.

“Anti-Hitler”

Sözün özü apartheid, korkunç bir rejimdi. Ancak Güney Afrikalılar bu zalim rejimi, kanla değil, “müzakereli bir devrim” ile alt ettiler.  Hiç kimsenin beklemediği bir şekilde “destansı bir adaletsizlikten destansı bir uzlaşma” doğurdular ve çatışma çözümleri alanında en ilham verici tecrübelerden birine imza attılar.

Mandela, bu peri masalının başkahramanıydı. Siyah Afrikalılar güç ellerine geçtiğinde, bir zamanlar kendilerine dile gelmez kötülükleri yapan Beyaz Afrikalıları ortadan kaldırmadılar, aksine onları affettiler. Onların intikam duygusunun kolay ve baştan çıkaran çağrısına karşı koyup “dünyaya bilgelik dolu bir bağışlayıcılık dersi” vermelerini sağlayan kişi ise Mandela’ydı.

“Mandela’nın, bu anti-Hitler’in, diğerlerine üstünlük sağladığı, biricik olduğu nokta, tutkusunun kapladığı alandı. Kendi halkını kazandıktan sonra –ki bu da az bir başarı değildi; zira farklı inançları olan, farklı renklerdeki farklı kabillerden oluşan, hiç de homojen olmayan bir halktı bu- dışa açılıp düşmanını da kazandı.” (s.15)  

“Düşmanla Oynamak” kitabı*, Mandela’nın bu olağanüstü başarısının öyküsünü anlatıyor. Netameli dönemlerde Güney Afrika’da bir İngiliz gazetesinin temsilciliğini yapan John Carlin, Mandela’nın emekli olmasından iki yıl sonra, 2001’de, Mandela’ya kitap projesini açar. Niyetinin, 1985-1995 yılları arasındaki müzakereleri ve sancılı değişim sürecini, bir spor müsabakası çerçevesinde anlatmak olduğunu söyler.

Carlin’in kafasındaki projeyi anlar Mandela, “1995 Ragbi Dünya Kupası” der gülerek ve buna onay verir. Mandela’nın hem siyasi dehasını hem de şahsi özelliklerini içeren kitap, büyük bir yankı uyandırır. Clint Eastwood, kitabı filme çeker. Başrollerini Morgen Freeman ve Mat Damon’ın paylaştıkları ve unutulmaz bir performans sergiledikleri Invictus güzel bir film; adı geçmişken onu da tavsiye etmiş olayım.

“Baş belası”

Mandela, Xhosa kabilesindendir, “Rolihlahla” olan kabile adı “baş belası” anlamına gelir. 1950’lerde ANC’nin (Afrika Ulusal Kongresi) Gençlik Kolu Başkanlığı yapan Mandela, barışçıl direniş hareketlerinin parlayan yıldızıdır. Genç, yakışıklı, karizmatik ve çapkın bir avukattır. Formunu korumak için boks yapar, Güney Afrika’nın en zengin adamıyla aynı terzide diktirdiği takım elbiselerinin içinde Hollywood aktörleri gibi poz verir. Göz alıcı şıklığıyla 1950’lerin siyah protestolarının en bilinen yüzü olur.

ANC, 1961’de büyük oranda Mandela’nın isteğiyle silahlı mücadeleye başlar. Pahalı takım elbiselerini çıkartan ve yeşil kamuflajlı gerilla kıyafetini üstüne geçiren Mandela, Güney Afrika’nın en çok aranan adamı haline gelir. 1962’de tutuklanır ve 27 yıl boyunca özgürlüğünden mahrum olur.

Uzun hapishane yaşamında ağır işkencelerden geçer, büyük zorluklar yaşar, sağlığını kaybeder ve çok şey öğrenir. İki konuda fikirleri berraklaşır. Birincisi, barışın ancak Beyazları, özellikle de apartheid rejiminin üstün ırkı ve baskın beyaz topluluk olan Afrikanerleri de kapsamakla mümkün olabileceği, bir kesimi dışlama üzerine kurulu bir yaklaşımın çatışma üretmekten başka bir netice doğurmayacağıdır. İkincisi de, barışın şiddet ve silahla değil, ancak siyasetle inşa edilebileceğidir. Hapishane arkadaşlarına sürekli bu bakışı aşılar:

“Onun kafasında, ki bunu bize de telkin ediyordu, Afrikanerler Afrikalıydı. Onlar da bu toprağa aitti ve siyasi meselelere her nasılsa bir çözüm getirilecekse, bu çözüm Afrikanerleri de içerecekti.”  (s. 33)   

“Büyük timsah”

Mandela, Güney Afrika yönetimiyle ilk olarak 1985’te temas eder. Kimsenin barışı aklına bile getirmediği bir dönemdir bu. Zira iktidarda, siyahların uzak ara en nefret ettiği kişilerden biri olan ve “Büyük Timsah” olarak bilinen P. W. Botha vardır. Botha’nın devlet güçlerini bütünüyle siyahların üzerine sürdüğü bu yılda Mandela, bir ameliyat geçirir. Doktorlar, artık 67 yaşında olan Mandela’nın ameliyatın hemen ardından hapishaneye dönmemesi, iyileşmesi için en az üç haftalık bir süreyi tıbbi gözetim altında geçirmesi gerektiği konusunda yönetimi uyarırlar.

23 yıldır ilk kez demir parmaklıkların dışında vakit geçiren Mandela, hastanede Adalet Bakanı Kobie Coetsee ile görüşür. Ve bu görüşme on yıllık müzakerenin sürecinin başlangıcı olur.  Botha yönetimi, Mandela ile ilişkiyi ilerletmek için önce hapishanede ona sakin bir mekân ayarlar, sonra da onu ev hapsine çıkarır.  Ancak süreç çok zorludur. 1986-1989 yılları arasında bir taraftan görüşmeler yapılırken diğer taraftan da siyahların üzerindeki baskı katmerlenir.

“Botha rejimi sokaklardaki siyahlara ne kadar kötü davranıyorsa Mandela’ya o kadar iyi davranıyordu. Mandela buna karşı çıkabilirdi, taleplerde bulunabilir, gizli görüşmeleri iptal etmekle tehdit edebilirdi; ama yapmadı. Oyununu oynadı, çünkü güncel olaylara müdahale etme gücü hemen hemen hiç olmamasına rağmen Güney Afrika’nın geleceğini şekillendirme potansiyeli çoktu.” (s. 53)

“Bütün halkın simgesi olan tek bir adam”

Mart 1989’da Mandela, Botha’ya bir mektup yazar. Mektupta Güney Afrika’da kalıcı barışın ancak müzakereyle sağlanabileceğini, ama bunun, siyah çoğunluğun teslim olma şartlarını kabul ettiği anlamına gelmediğini belirtir.  Çoğunluk yönetiminden taviz verilmeyeceğinin altını çizer.

“Çoğunluk yönetimi ve iç barış bir madalyonun iki yüzü gibidir ve beyaz Güney Afrika, bu ilke tamamen uygulanmadıkça ülkede ne barış ne de istikrar sağlanabileceğini kabul etmek zorundadır.” (s.55)

Mandela ile görüşmeleri yürüten istihbarat teşkilatının başkanı Niél Barnard, Botha’yı Mandela ile görüşmesi için ikna eder. İki lider görüşürler ve Mandela’nın planı üzerinde uzlaşırlar. Yönetimden “barışçıl gelişmelerin destekleneceği” yönünde resmi bir açıklama yapılır. Botha’nın yerini de Klerk alır. 11 Şubat 1990’da Mandela hapishaneden çıkar.

“Mandela bütün siyah Güney Afrikalıların yaşadığı zorlukların simgesiydi. Bütün umutlarını, bütün arzularını ona bağlamışlardı; tek bir adam, bütün bir halkın simgesi olmuştu.” (s. 86)

Savaş köpeklerini serbest bırakmak

Mandela, siyahların istekleri ile beyazların korkularını uzlaştırmayı hedefleyen bir strateji uygular. Eşit oy hakkının beyazlarda yarattığı endişeyi gördüğünü söyler.

“Beyazlar, bu talebin gerçekleşmesinin beyazların siyahların tahakkümü altına girmesiyle sonuçlanmayacağına dair garanti istiyorlar. Bu endişeleri anlıyoruz; ANC meseleyle ilgilenecek ve bu ülkede yaşayan beyazları da siyahları da memnun edecek bir çözüm bulacaktır.” (s. 81) 

Ancak bu strateji her iki taraftaki radikallerin de tepkisini çeker. İntikam hırsıyla yanıp tutuşan siyahlar Mandela’yı, imtiyazlarını kaybetmekten korkan beyazlar ise de Klerk’i “hainlik” ile suçlarlar. Provokasyonlar olur. En büyük provokasyon Mandela’nın varisi olarak gösterilen ve Mandela’nın da manevi oğlu olarak gördüğü Chris Hani’nin, Polonya göçmeni bir beyaz sağcı tarafından öldürülmesidir. Mandela’nın ellerini kollarını bağlayarak Afrikanerleri ödüllendirdiğini düşünen genç ve öfkeli siyah gruplar sokağa dökülür, sert gösteriler olur. Ülke patlama noktasına gelir.   

Güney Afrika geleceğini belirleyecek keskin bir dönemece girer. Mandela, ulusal televizyona çıkar ve kararlı bir ses tonuyla intakım değil sağduyunun hâkim olması gereğini vurgular. Evladını cinayete kurban veren bir baba edasıyla herkesi sakin olmaya davet eder. Mandela’nın daveti iş görür, kışkırtmaları boşa çıkarır ve kederin bir şiddet dalgasına dönüşmesini engeller. Başpiskopos Desmond Tutu, Mandela’nın o anda ülkeyi uçurumun kıyısından çekip aldığını ifade eder:

“Kesin olarak bildiğim tek şey şu ki, eğer Mandela olmasaydı ülke paramparça olurdu. Çünkü yapılacak en kolay iş savaş köpeklerini serbest bırakmaktı. Belki yaşı genç olanların çoğunun da istediği buydu. En yıkıcı dönemlerden biriydi, hava öfke kokuyordu. Nelson radyoda ve televizyonda o şekilde konuşmasaydı ülke yanıp kül olacaktı.”  (s.108)

“İtalya’yı yarattık, sıra İtalyanlarda”

Çeşitli badirelerden geçildikten sonra 1994’te genel seçim yapılır. ANC, oyların % 89’unu alır, Mandela da başkan sıfatını kazanır. Masasının üzerinde uzun bir yapılacaklar listesi vardır. Ondan bir taraftan siyahlara ev, okul, su ve elektrik sağlaması, diğer taraftan da ülkedeki kırılgan demokrasinin temellerini sağlamlaştırması ve siyahıyla beyazıyla ülkeyi bütünleştirmesi beklenir. Baş edilmesi ve başarılması zor bir vazifedir bu.

Apartheid zamanlarında Mandela’nın avukatlığını yapan ve üç kere hapse girip çıkan, başkanlığı döneminde ise Mandela’nın hem danışmanı hem de dert ortağı olan beyaz avukat Nicholas Haysom, Mandela’nın yükünün İtalya’nın birliğini sağlayan Garibaldi’den daha ağır olduğunu söyler.

“Garibaldi, askeri misyonunu tamamladıktan sonra şöyle demişti: ‘İtalya’yı yarattık, şimdi sıra İtalyanları yaratmakta.’ Aslında Mandela’nın önündeki zorluk Garibaldi’den daha büyüktü. İtalya bölünmüş olsa da homojen bir toplumdu. 1994’teki Güney Afrika ise hem tarihsel, hem ırksal, hem kültürel, hem de diğer pek çok açıdan parça parçaydı. Ne kadar çok olursa olsun ne müzakereler, ne konuşmalar, ne de yasalar insanları Güney Afrikalı yapmaya yeter. İnsanları bir araya getirmek için başka bir şeye, Mandela’nın en iyi yaptığı şeye ihtiyaç vardı: Farklılıkların ötesine geçmesine, bizi bölen şeylerden daha büyük olmasına ve bizi birbirimize bağlayan şeylere seslenmesine.” (s.148)

Kırık bir vazo gibi parçaları dağılmış bir toplumu bir araya getirmek için Mandela elindeki bütün imkânları kullanır. Spor, daha doğrusu ragbi de bunlardan biridir. Ragbi deyip geçmemek lazım, çünkü bu oyun Güney Afrika’da beyazlar ile siyahları ayıran sembollerin başında geliyordu. Siyahlar ragbiyi ve ragbi milli takımı Springboks’u, en az beyazların eski milli marşları ve bayrakları kadar ayrımcılığın bir simgesi olarak görüyorlardı. Beyazlar için ise ragbi, hayatın anlamlarından biriydi.

“Mandela, ragbinin apartheid afyonu, beyaz Güney Afrikalıları politikacıların yaptıkları şeylere karşı körleştiren bir hap olduğunu biliyordu. Aynı ilaç beyaz Güney Afrikalı zihinleri, iktidar ve ayrıcalığı kaybetmenin acısına karşı uyuşturmak için de kullanılabilirdi.” (s. 126)  

Barışa giden uzun yol

Barışa giden uzun yolda, eğer siyah ve beyazların keskin bir şekilde kutuplaştıkları ragbinin etrafında bir kenetlenme yaratabilirse çok mesafe alacağına inanıyordu Mandela. Önünde iyi bir fırsat vardı; ülkesinde yapılacak olan Dünya Ragbi Şampiyonası.

Mandela bunu, ülkenin birliğine hizmet edecek bir kampanyaya dönüştürmek ister. Danışmanlarına göre bu, bir çılgınlık, bir deliliktir. Ona, kendisini büyük bir ateşe attığını, siyahlarda ragbinin temsil ettiği geçmişe duyulan derin nefretten ötürü hiç kimsenin onu bu ateşten çıkaramayacağını söylerler. Ve Mandela’yı girdiği bu yoldan dönmesi için uyarırlar.

Fakat Mandela’nın kararı katidir, vazgeçmeye niyeti yoktur. Ragbi Milli Takımı ile şahsi olarak ilgilenmeye başlar. Önce su katılmamış bir Afrikaner olan takımın kaptanı François Pienaar ile dostluk kurar. Ülkenin geleceğini elinde tuttuğu hissini verir genç sporcuya ve onu yanına çeker.

Milli Takımı, ülke içinde bir turneye çıkartır. Sadece bir siyah oyuncusu bulunan takım, yoksul siyah köylerinde ve zengin beyaz mahallelerinde idmanlar yapar. Okullara misafir olur. Siyah çocuklara ragbi öğretir, onlarla oyunlar oynar. Radyo ve televizyon programlarına katılır. Gazete sayfalarına ve televizyon ekranlarına daha önce Güney Afrika’da görülmemiş görüntüler yansır.

Şampiyona başlayıp da takım üst üste maçları kazanmaya başlayınca ilgi de had safhaya çıkar. Tribünlerde artık salt beyazlar değil siyahlar da vardır. Milli Takım finalde, favori Yeni Zelanda’nın rakibi olur. Maçın başlama vuruşunu yapmak üzere sahaya inen Mandela üzerine bir vakitler siyahların rüyalarında görseler hayra yormayacakları Springboks’ların 6 numaralı formasını geçirir. Stat “Nelson, Nelson” diye inler.

“Cennetten çıkma cevap”

Güney Afrika, mucizevi bir maçın ardından rakibini yener ve şampiyon olur. Mandela tekrar sahaya iner, üzerindeki 6 numaralı formasıyla, formanın gerçek sahibine kupayı verir. Sevecen bir bakışla elini sıkar ve “François, ülkemiz adına yaptıkların için sana teşekkür ederim” der.   François de Mandela’nın gözlerinin içine bakarak karşılık verir. “Hayır, Sayın Başkanım. Ülkemiz adına yaptıklarınız için biz size teşekkür ederiz.” Desmond Tutu, kaptanın cevabının güzelliğini ve üzerinde yarattığı etkiyi çok güzel dile getirir:

“O cevap cennetten çıkma gibiydi. Biz insanlar gerektiğinde elimizden geleni yaparız; ama o anda söylenen o sözler… oturup yazabileceğiniz türden değildi.” (s.217)

Maçın ardından halk sokaklara dökülür, siyahlar ve beyazlar birbirine karışırlar. Daha dün birbirlerini düşman belleyenler birbirlerine sarılır halde birlikte şarkı söyler ve aynı karede birlik resmi verirler. Siyahların bir ragbi zaferini bu kadar yoğun bir katılımla ve coşkuyla kutlaması, herkesi hayretler içinde bırakır. “O gün tanık olduğumuz şey bir devrimdi” der Tutu:

“Eğer bundan bir sene, bırakın bir seneyi aylar önce insanların ileride Soweto sokaklarında Springboks zaferini kutlayacaklarını söyleseydiniz çoğu insan size Güney Afrika güneşinin altında fazla kaldığınızı ve beyninizin yumuşadığını söylerdi. O maç politikacıların, başpiskoposların konuşarak yapamayacağı şeyi yaptı. Bizi ateşledi; aynı tarafta olmamızın mümkün olduğunu anlamamızı sağladı. Tek bir ulus olmamızın mümkün olduğunu gösterdi.” (s. 219)

“İnsanlığın lideri”

Böylece Mandela’nın siyahların ragbiyi desteklemesi ve Afrikanerlerin de ulus olma fikrini benimsemesi üzerine kurduğu oyun, beklentinin üzerinde bir başarı kazanır. Aslında olan biten Mandela’yı da şaşırtır, bir kupa kazanmanın insanların hayatına böyle tesir etmesi karşısında sarsılır. Ama nihayetinde, beş yıl için öngördüğünün büyük bir kısmının bir yılda gerçekleşmesi onu sevindirir. Başkanlığı süresince Güney Afrikalı kimliği yaratmak için ciddi mesai harcar. 1999’da emekli olsa da onun ışığı Güney Afrika’nın üzerinde yansımaya devam eder.

2007’de Londra Parlamento Meydanı’ndaki Lincoln ve Churchill heykellerinin yanına Mandela’nın heykeli dikilir. Eski İngiliz parlamenterlerinden Tony Benn, açılış töreninde Mandela’yı “insanlığın lideri” olarak niteler. 89 yaşındaki Mandela sıra kendisine geldiğinde zayıf ama titremeyen bir sesle konuşur:

“Bu heykel tek bir adamın heykeli olsa da, esasında, başta benim ülkemdekiler olmak üzere zulme, baskılara karşı direnen herkesi simgeliyor olmalıdır.” (s. 227) 

İngiliz parlamenter haklıydı. Hem kendi halkını ikna eden hem bir zamanlar kanlı bıçaklı olduğu insanların saygısını kazanan ve hem de bütün dünyaya göz kamaştırıcı bir örnek sunan eşsiz bir karakterdi Mandela. O, gerçekten insanlığın lideriydi.  

* John Carlin, Düşmanla Oynamak, Çeviri: Elif Ersavcı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2008.

- Advertisment -