İki duran top ve iki gol; Oyunun Türkiye açısından analiz verisi olabilecek, sabitlenecek başka da eylem dizisi yok. Tıpkı duran top vuruşları gibi, maçın bitimine doğru Avusturya kalesinde yaratılan bir iki etkisiz tehdit dışında; akan oyunda, rakibe yaşatılan dramatik anlar hiç yaşanmadı, hiç yaşatılmadı.
Eğer akıldan söz edemeyecek durumdaysak o zaman duygulara yol vermek lazım gelir; maçın ruhu ve karakterini özetleyecek tek kelime ”büyük direnç” oldu, demek abartı sayılmaz. Montella’nın Kaan ve Abdulkerim’i en dipte nöbette tutması, niyetinin dipte, direnç göstermeye hazırlandığının kanıtıydı. Çünkü bu iki oyuncunun akan oyuna dahil edilmemesi, Avusturya’nın kolayca ikinci bölgeyi geçmesi anlamına geliyordu. Nitekim ilk yarıda oyunun büyük bölümünün ceza sahası kafesinde oynanmasının nedeni buydu.
Ralf Ragnic’de bunu öngörerek, hücum planının yol haritasını, kanatlarda oylanmak yerine, direk göbeği delerek sonuç üretmek üzere tasarlamıştı. Anlaşılan Montella’ da öyle olacağını varsaymış ki, defansın göbeğini ve merkezini Melih, Orkun ve İsmail’le kapatmış ve zaman zaman da Abdulkerim ve Kaan’la da beşleyerek, meydan okumaya yanıt veriyordu.
Doğrusu, kafes alanı o kadar kalabalıklaşıyordu ki, orada ince işler yapmaya imkan kalmıyordu. Haliyle ne Sabitzer ne de Arnautovic, o alanda istenileni yapamıyor ve her vuruş defans duvarından geri dönüyordu. Bu hengame için de ilk yarı Türkiye’nin 1-0 üstünlüğüyle kapanıyordu.
Ralf Rangnic ikinci yarıda oyuna bir uzun alarak, ilk planını kısmen revize etme ihtiyacını duydu. Özellikle 70. Dakikadan sonra Sabitzer’i sağ hücum ucuna çekerek, oradan üretilecek tehdit ve tehlikelerle, ilk planına nokta koydu. Ama ne gariptir ki, bu plan da adı Ferdi Kadıoğlu olan muhteşem bir oyuncunun direncine çarparak berhava oldu.
Ferdi Kadıoğlu bütün maçı aynı tempo ve aynı ritimle oynayarak, inanılmaz bir yetenek olduğunu dünya futbol pazarına adeta altın bir tepsi içinde gösterdi. 90+ bilmem kaçıncı saniyesinde kendi yarı sahasından aldığı ve diriplingle rakip yarı sahasına kadar taşıyıp, Barış Yılmaz’a ‘’al da at’’ dercesine bıraktığı top ve gösterdiği olağan üstü dirilik, bu işten anlayan kişilerin gözünden kaçmamıştır.
Ayak bilekleri, bir vantüz gibi topla buluşuyor, topla rakip arasına çok zarifçe bedenini koyuyor ve rakibe ‘’ya bırak geçeyim ‘’diyor ‘’ ya da faul yapmaya davet ediyor. Top sürüş tekniği harika, neredeyse koşu adımlarıyla tam orantılı, o nedenle top sürerken kolayca top kaybı yaşamıyor. Koşmaya başlayınca bedenini duruşu, ayaklarının yere sağlam basışı, onu ikili mücadelelerde yıkılmaz kılıyor. Bedeninin topla ilişkisi gelmiş geçmiş bütün Türk futbolcularının hepsinde daha doğru, daha rasyonel ve daha estetik.
Paslarının yönü ve şiddeti yine bu topraklarda rastlamadığımız özellikler taşıyor, hareketli ve baskı altındayken, ters vuruşlarda bile yumuşaklık ve isabet cidden baştan çıkarıcı. Oyun zekası çok gelişmiş, tek aldatıcı hamlede rakibi eksiltebiliyor ve eksiltme ile birlikte hızını arttırarak, tutulamaz oluyor.
Maçın en cesur adamıydı. Bütün Türk oyunculara hakim olan kırılganlık, öz güven eksikliği ve vuruşlardaki kararsızlıktan onda eser yoktu. Topla buluşması çok net ve karar kokuyordu. Eğer Montella onun arkasında oynayan Abdulkerim yerine daha katılımcı bir tercih yapmış olsaydı, Ferdi önündeki Kenan ile, o koridoru, uçak pisti gibi kullanabilirdi. Bu maçın en büyük keyfi ve kazancı Ferdi Kadıoğlu’nu izlemek oldu. Gerisi ilahi tesadüflerin belirlediği metafizik bir maç oldu.