Ana SayfaManşetHiçliğin ortasında bir veda

Hiçliğin ortasında bir veda

Kaufman’ın filmlerinden, zihnin işleyişine dönük tecessüsünü biliyoruz, bunu sinema diline yansıtırken kalıpları kırmaktan keyif alan cesaretine de aşinayız. Onun sinemasındaki bu sürprizli ve bir o kadar da engebeli yola eşlik etmeyi seven seyirci için es geçilmemesi gereken bir film Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum.

(Not: Yazıda filmle ilgili sürpriz detaylara değinilmiştir.)

Etrafta işitecek kimsenin olmadığı bir ormanda devrilen bir ağaç ses çıkarır mı? Bu meşhur soruya verilecek cevap genellikle ağacın ses çıkaracağı yönündedir. Ormandaki sincaplar, kuşlar ya da en azından böcekler ağacın devrildiğini işitecektir.[1] Peki ya hiçbir muhatap yoksa? Bu ses dalgalarının işitilebilmesi için bir yere tutunması elzemdir, bir insan ya da herhangi bir canlıya. Aksi takdirde sonsuzluk içerisinde yavaşça yok olur, yitip gider.

John Malkovich Olmak (Being John Malkovich, 1999), Tersyüz (Adaptation, 2002), Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotless Mind, 2004), Anomalisa (2015) gibi senaryosunu yazdığı ve yönettiği filmlerle tanıdığımız Charlie Kaufman,

Netflix yapımı, senaryosunu yazdığı ve yönettiği Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum’u (I’m Thinking of Ending Things) Iain Reid’ın aynı adlı romanından uyarlar. Daha önceki uyarlamaları gibi burada da esere birebir sadık kalmayarak kendine has sihirli dokunuşunu gerçekleştirir. Kaufman’ın filmlerinden, zihnin işleyişine dönük tecessüsünü biliyoruz, bunu sinema diline yansıtırken kalıpları kırmaktan keyif alan cesaretine de aşinayız. Onun sinemasındaki bu sürprizli ve bir o kadar da engebeli yola eşlik etmeyi seven seyirci için es geçilmemesi gereken bir film Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum.

Film ilk olarak boş bir evin duvarlarında, uzun süredir kendi haline bırakıldığı belli olan tozlu eşyalarda, dağılmış dolaplarda loş bir ışık eşliğinde gezinen kameranın bakışına ortak eder bizi. Bu hüzünlü boşluk duygusunun üzerine anlatıcının sesi düşer: Her şeyi bitirmeyi düşünüyorum. Filmin içerisinde sık duyacağımız bu cümle, anlatıcı genç kadına aittir. Karlı bir günde, yol kenarında erkek arkadaşı Jack’i beklemektedir. Tanışalı çok uzun zaman olmamıştır fakat erkek arkadaşının ailesi ile tanışacaktır. Arabaya binerler ve uzun yolculuk başlar. Adının Lucy olduğunu öğrendiğimiz genç kadın ile Jack arasındaki hayli entelektüel sohbetin ortasında buluruz kendimizi. Tolstoy, Oscar Wilde, William Wordsworth, Frued, Jung, Guy Debord gibi şair, yazar, düşünürlerin cümlelerinden alıntılar üzerine yapılan fikir teatisi yolculuk boyunca sürer. Kimi zaman aile olmak hakkında konuşulur kimi zaman ihtiyarlık ve en çok da “eve dönmek” üzerinde durulur. Herkesin ailesi ile ilişkisi sorunludur, toplum yaşlılardan tiksinme noktasındadır, “İnsan, ölümden kaçamayacağını bilen tek hayvandır, bu yüzden de umudu icat etmiştir”, “Düşüncelerimiz başkalarının fikirleridir, yaşamlarımız taklit, arzularımız ise birer alıntıdır.”

Başta Lucy olarak tanıdığımız genç kadının ismi ve mesleği sık sık değişir, hatta bir sahnede yüzü dahi farklıdır. Çiftlik evine varmadan önce genç kadın yazdığı bir şiiri okur, bu defa şairdir. “Eve dönmek feci bir yalnızlık…” Her ne kadar şiiri bu dizelere sahip olsa da seyir boyunca sürekli eve dönmek isteyecektir. Jack de ifadesinden ve tepkilerinden anlaşıldığı üzere, bu ona fazlasıyla acı verse de, sevdiği kadını evine götürerek ailesi ile tanıştırmak konusunda ısrarcıdır. Eve varana kadar ikili arasındaki diyaloglarda karşımıza çıkan gariplikler kapıdan içeri girdikleri andan itibaren yoğunlaşır. Anne ile babanın halleri, sofra başındaki ilginç sohbet, genç kadının sürekli çalan telefonu ve karşı taraftan gelen tuhaf ses…

Ev adeta kara delik gibidir ve gittikçe içinden çıkılamaz bir yere dönüşür, karakterleri içine çeker ve bu uzadıkça zaman ve mekân tasavvuru dönüşür. Ev, kendi zaman ve mekânını dayatır. Bir vakit sonra Jack’in annesinin gençlik hali çıkar bir kapıdan, diğer kapıdan yatalak hali görünür. Babası bir sahnede iki büklüm vaziyette hafızasını yitirmiştir, diğer sahnede dinç bir şekilde sohbete dahil olur. Duvarlardaki resimler bile bu tekinsizliğin bir parçasıdır. Genç kadın da Jack de duvardaki çocuk fotoğrafının kendisine ait olduğunu iddia edecektir. Lucy’nin filmin başından itibaren dönüşen, muğlak kimliği çeşitlendikçe çeşitlenir. Başta kuantum fizikçisi olarak tanıtır ailesine Jack onu (filmin biçimsel tercihleri düşünüldüğünde belli ki bu tesadüfi değildir) daha sonra ressam, gerontolog… Jack ise filmin genelinde bir külçe gibi kaskatı kesilmiş, gergindir. Yol boyunca kullandığı araba dahi adeta ilerlemez, boşluğun ortasında asılı kalmış gibidir. Onun bu katılaşmış hali dışında her şey dinamiktir, başta “zaman” olmak üzere temas ettiği her şey üzerinden akar.  Bir nevi kendi zihninin içine davet etmiştir genç kızı Jack, ev zihninin içidir. Geçmişte ona iyi ya da kötü (daha çok kötü) temas etmiş bütün hayaletleri, anları teker teker çağırır. Annenin bozuk psikolojisi, çınlayan kulağı, evin bodrum katına açılan kapıdaki sevimsiz çizikler gibi birçok detayla donatır yönetmen bu sahneleri. Reid’in kitabında Jack’in psikolojik sorunlarının ona anneden hatta büyük büyük anneden tevarüs ettiği belirgindir, filmde ise bunun üzerinde çok fazla durmaz yönetmen.

Filmin başından itibaren, genç kadının sürekli çalan telefonu gibi, belirli aralıklarla yapılan kesmelerde karşımıza bir ihtiyar çıkar. Yönetmenin bu tercihi kitaptakine denk düşer. Kitapta olduğu gibi filmde de kadın ile erkek arasındaki diyaloglar hep ihtiyar adamın araya giren kopuk hikâyesi ile kesilir. Filmin ilk sahnesinde bu yaşlı adam Jack’in evinin içerisindedir, sonra onu daha çok bir okulun koridorlarında temizlik yaparken görürüz. Çiftlik evinden ayrılıp da dönüşe geçtiklerinde Jack, artan kar fırtınasına rağmen önce dondurmacıya uğramak ister, ardından ise ani bir kararla acı dolu günler geçirdiğini söylediği, lise eğitimini aldığı okul yoluna sapar. Burası bütün filmin Jack’in zihninde geçtiğine emin olduğumuz yerdir. Filmde sık sık karşımıza çıkan, elindeki paspas ile okul koridorlarını temizleyen hademedir Jack ve her şeyi bitirmeye karar vermiştir. İçinde bulunduğu güzel, kasvetli ve kırgın güzelliğin bir anlamı kalmamıştır, genç kızın telefonundaki imdat çığlığı da ona aittir. Bir intiharın eşiğindedir ve yaşadıkları film şeridi gibi gözlerinin/gözlerimizin önünden geçip gider. Aslında yaşadıklarından ziyade yaşamak, duymak istedikleri, gerçekleşmeyen fantezileridir daha çok perdeye yansıyan, genç kadının varlığında ve sözlerinde tecessüm eder tüm bunlar. Filmin önermelerinden birinde ifade edildiği üzere; hatıralarımızın da hemen hepsi kurmacadır ve bazen düşünceler hakikate ve gerçekliğe eylemden daha yakındır. Burada dikkat çekici olan bu mutsuz, hastalıklı, yorgun zihnin hayalinde bile sevgilisinin her an kendisini terk edeceğini düşünmesidir. Lucy’nin iç sesi bize Jack’i terk edeceğini, bunun son buluşmaları olduğunu defaatle söyler.

Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum, yer yer oldukça duygusal tonlarda ilerler, kimi bölümlerde ise gerilim dozu artar ve son olarak izleyiciyi karanlık bir ruh halinin içine bırakır. Oyuncu yönetimi, mekân tasarımı, ışık tercihi, özenli diyaloglar kadar yönetmenin film için 1.33:1 ekran oranını tercih etmesi de karakterin bu sıkışmış ruh haline izleyiciyi ortak eder. Filmin oldukça nihilist bir tutumu var. Jack karakteri zihninin içerisinde kaybolmuş gibidir. Belli ki hayattayken tutunamamış, bir varlık gösterememiştir, hiçliğin ortasında o kadar yoktur ki yıkılırken sesini duyuramayan ağaç gibi ölümü ile adeta sonsuza doğru yitip gider. Varlığı gibi yokluğu da kimseye temas etmez. Graham Greene’in Brighton Rock romanındaki Pinkie karakterinin ölümünü hatırlatır bu son. Pinkie tepeden denize düşerek ölür ama hiç kimse su sesi duymaz.[2] Zira bir ses çıkaracak kadar bile varlığı yoktur.


 1 John Heil, Zihin Felsefesi, çev. Seda Akbıyık, Merve Bilgili (İstanbul: Küre Yayınları, 2020), 25.

[2] Terry Eagleaton, Kötülük Üzerine Bir Deneme, çev. Şenol Bezci (İstanbul: İletişim Yayınları, 2011), s.50.

- Advertisment -